Failleri belli katliam: Roboski



Bugün, rejimin “Her Kürt potansiyel düşmandır ve hedefimizdir ” yaklaşımının altını kanla çizerek, bir kez daha hatırlatmasının, Roboski’nin 7. yıldönümü…


Roboski Katliamı toprakları dört parçaya bölünerek, işgal edilmiş Kürde o sınırları bir kez daha hatırlatma zihniyetinin en barbarca biçimde vücut bulmuş haliydi. O sınırları, tek geçim kaynağı “sınır ticareti” olan yoksul Kürt köylüsü de elini kolunu sallayarak geçemez demenin adıydı…

28 Aralık 2011 gecesi saat 21:39 ila 22:24 arasında Şırnak Uludere’ye bağlı Roboski köyüne Irak tarafından çay ve mazot getiren köylüler, TSK’ya ait savaş jetleriyle bombalanmış, 28’i Encü ailesinden 34 kişi katledilmişti. Bedenleri bombalarla paramparça edilen 34 kişinin yarısından fazlası henüz 18 yaşına bile girmemişti.

38 kişi ve 50 katırdan oluşan kafilenin o bölgede fiilen resmiyet kazanmış sınır ticaretinden döndüğü biliniyordu. TSK’ya ait İHA’dan gelen görüntüleri inceleyen neredeyse tüm askeri personel kafilenin sınır ticareti yapan köylülerden oluştuğunu ısrarla belirtmişti. Zaten o noktadaki askeri birlik de köylülerin gidiş ve gelişi hakkında bilgi sahibiydi. Fakat Genelkurmay’ı da katliam emrini veren diğer devlet zevatını da o karanlık dehlizlerde katliam kararları almaktan vazgeçiremediler.

Katliam kararı aslında o gün gerçekleşen MGK toplantısında alınmıştı. Kim olduğu halen ısrarla gizlenen bir istihbaratçı 5 saatten fazla süren toplantıda sınır ticareti yapan köylülerin arasına Bahoz Erdal kod adlı Fehman Hüseyin’in sızdığını söylemişti ısrarla.

Katliamın gerçek failleri de o günkü MGK toplantısına katılanlardı. Katliam emri de bir kişinin yanlış bilgilendirmeleri ya da kafasına göre iş yapmasıyla, klik savaşlarıyla değil, bu devletin zihniyetinin kolektif ürünüydü.

Devlet aklına göre Bahoz Erdal’in katli, 34 köylünün savaş uçaklarıyla paramparça edilmesine değerdi. Hem bu arada Kürt halkına da esaslı bir mesaj verilmiş olacaktı. Bilinçlerde bulanıklaşmış, fiilen işlevsizleşmeye doğru giden o sınırlar kanlı bir şekilde yeniden çizilmiş olacaktı!’

Bu yaklaşım bir devletin aczini olduğu kadar, ezilen bir halka karşı duyduğu korkuyu, düşmanlığı açıkça ortaya koyuyordu.

Katliam, o korkunç bombardımandan sağ kurtulabilen Servet Encü’nün köye gelerek olayı köylülere anlatması ile duyulmuştu. İlk haber saat 01:52’de Dicle Haber Ajansı (DİHA) tarafından abonelerine duyuruldu. “Savaş uçakları köylüleri vurdu: 20’ye yakın ölü” başlığını taşıyordu haber. Yaklaşık 50 köylünün grup içerisinde olduğu ve ölü sayısının artabileceği ifade ediliyordu.

Servet Encü yaşananları, “Geri döndüğümüz sırada jetler bizi bombardımana tuttu. Acı bir koku etrafı sardı. Birden insanlar yanarak can verdi. 5-6 kişi bombardımandan kaçarak kayalıkların arasına saklandı. Uçaklar orayı da bombaladı. Hepsi kayalıkların altında can verdi” sözleriyle aktarıyordu.

Devlet, savaş uçaklarıyla paramparça ettiği 34 Kürt köylüsünün cenazelerinin taşınması için bile kılını kıpırdatmayarak, bu katliamla verdiği mesajı adeta pekiştiriyordu: Sizi katleder, ölülerinizi de size toplatırız diyordu adeta.

Olay yerine ilk giden köylüler oldu. Gökyüzünü yırtan ağıtlar eşliğinde yakınlarının paramparça edilmiş bedenlerini toplayarak, önce katırlar sonra traktör römorklarıyla onlar taşıdılar.

Burjuva medya Kürt yayın organlarının katliamı ve görüntüleri dünyaya yaymış olmasına rağmen ertesi gün saat 11.00 sıralarında “iddia” kaydıyla vermeye başladı haberi. Katliama ilişkin atılan başlıklar ise ne vicdan, ne ahlak, ne etik tanıyordu.

Köylülerin topladığı cenazeler Adli Tıbba gitmiş, kimlikleri tespit edilmiş olmasına rağmen ne Hükümet kanadından ne de devlet yetkililerinden tek bir açıklama bile yapılmıyordu.

Hükümet cephesi katliamın üzerinden saatler geçmiş olmasına rağmen tek bir açıklama yapmadı. Fakat daha sonra AKP’li bakanların dile getirdikleri aslında ilk andan itibaren haberdar olduklarını ele veriyordu.

Bu cepheden katliamın üzerinden neredeyse bir gün geçmek üzereyken bir açıklama geldi. Onu da hükümet yetkilileri değil, AKP’li yöneticiler yaptı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik kameraların karşısına çıkarak, katliamı “operasyon kazası” diye nitelendirdi. “Hantepe baskınında da malzeme katırlarla taşınmıştı” izahatıyla meşruluk kazandırmaya çalıştı.

Zaten burjuva medya da olup biteni aynı kalemden çıkmışçasına “Bahoz Erdal gelecek istihbaratı“, “PKK’nin daha önce katır kullandığı” ve “Silah taşıyorlardı” gibi gerçekliği olmayan haberlerle işledi. Bahoz Erdal’ın olması ya da katırlarla silah taşınması sözkonusu olduğunda onlarca insanı F16’larla katletmek evlaydı!

Hükümet cephesinden gelen açıklamalar da aynı içerikteydi. Operasyonu yapan askerleri kutlayan, mazur gösteren açıklamalardı bunlar.

Dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin “Özür gerektirecek mahiyette bir olay değil” dedi. Başbakan Erdoğan da, “TSK görevini samimi şekilde yapmıştır” diyordu. “Tazminatı da açıkladık. Ama birileri istismar ediyor. Allah aşkına tazminatsa tazminat… Bizim resmi tazminatımız ötesinde yaptık…” sözleriyle Kürt halkının onurunu hedef alıyor, aşağılıyordu.

Bunu yaparken bile kendi zihniyetini ele veriyordu. Parayla acının bile satın alınabileceğini zanneden bir zihniyetti bu…

Aynı Erdoğan birkaç ay sonra da Roboski’yle kürtajı eşitliyor, “Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz; her kürtaj bir Uludere’dir” diyerek katliamı savunuyor, sıradanlaştırıyor, Kürdün ölümünün bir anlam taşımadığının altını bir kez daha çiziyordu.

Ona gereken yanıtı Roboskili aileler verdi. Katliamdan 3 ay sonra devlet “cenaze başına 123 bin lira tazminat ödemeye” karar verdi. Ancak aileler ‘resmi tazminatın ötesinde’ diye tanıtımı yapılan bu paraları kabul etmediler.

Acılarının maddi bir karşılığı olmadığını, asıl olarak gerçek faillerin yargılanmasını istediklerini yüzüne vurdular bir tokat gibi.

Geçen yedi yıl boyunca hiçbir sorumlu yargı önüne çıkarılmadı.

Önce Genelkurmay Askeri Savcılığı, “askerler kendilerine verilen görevi yerine getirirken kaçınılmaz hataya düştüler” ve “dava açılmasını gerektiren bir sebep bulunmadığı anlaşıldı” diyerek “kovuşturmaya yer yok” kararı verdi.

Sonra avukatlar ve aileler Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kullandı. Hükümet adına bu mahkemeye görüş bildiren Adalet Bakanlığı askeri mahkemeyle aynı telden çalışıyordu: “Bakanlığımız olayın meydana gelmesinde etkili olan ‘KAÇINILMAZ HATA’nın tespitinin yapıldığını belirtmek ister.”

Katliamın üstünün kolektif elbirliğiyle kapatılmak istendiği AYM sürecinde bir kez daha hissettirildi. Dosyada 53 başvurucudan üçünün avukatlarının vekaletnamesinin olmadığını fark eden AYM, eksikliklerin 15 gün içinde tamamlanması için avukata tebligat çıkardı. Avukat belgeleri iki gün gecikmeyle sundu ve gecikme nedeni olarak da bir sağlık raporu sundu. AYM, belgeleri iki gün geç veren avukatın sunduğu sağlık raporunu ‘ağır, ameliyat gerektiren veya ölümcül bir hastalık’ olmadığı gerekçesiyle kabul etmedi.

AİHM’ye giden dosya oranın da bu katliam karşısında benzer bir tutum sergilemesiyle dosyayı kapattı. Avukatların savsaklamaları AYM sürecinde olduğu gibi AİHM’de de sözkonusu oldu. Fakat AİHM katliamcı zihniyeti onayladığı için bu savsaklamaları temel neden haline getirerek, Roboski gibi büyük bir katliamın dosyasının kapağını bile açmaya tenezzül etmeyerek, gerçek sınıf kimliğini ortaya koydu.

Roboski’nin kolektif faillerinin yargılanması bir yana süreç acılı ailelerin yargılanması, engellenmesi şeklinde seyretti. Katledilenlerin mezarlığına gitmek yasaklandı, sonra cezalar kesildi.

Ailesinden bir gecede 28 can kaybeden ve daha sonra milletvekili seçilen Ferhat Encü Kasım 2016’da Selahattin Demirtaş’la birlikte tutuklandı ve iki yılı aşkın süredir cezaevinde.

Kısacası bu katliam ve sonrasında olup bitenler Kürt halkına dönük sayısız saldırgan mesajın aracı olarak kullanıldı.

Gerçek faillerin er ya da geç hesap vereceğini ise asla pes etmeyen Roboskili aileler başta olmak üzere, Kürt halkı ve tüm ilerici-devrimci-vicdan sahibi kesimler biliyor.

Kürt halkının asırlık ağıtlarının 21. yüzyıldaki izdüşümlerinden biri olan Roboski’nin ahı da diğerleri gibi sahipsiz kalmayacaktır!