Bazı tarihsel anlar vardır ki süreçlerin parçası olan güçlerin dahi iradeleri dışında sonuçlar ortaya çıkar ve böylesi anlarda kritik bir yön tayininde bulunmak zorunda kalırlar. Şu an böyle bir dönemden geçiyoruz.
İsrail’in Gazze’de soykırım saldırılarına başlarken kullandığı “bölgede yeni bir sistem kuracağız” sözünde ifade edildiği gibi sadece bölgede değil dünyada da esas olarak zorun devrede olduğu yeni bir sistem kurulmaya çalışılıyor. Bu, emperyalist güçler arasındaki tepişme ve savaşların iç içe geçtiği bir süreç şeklinde örgütleniyor.
Bölge düzeyinde bir güç haline gelmiş Kürt özgürlük hareketi de söz konusu hal içinde kritik kararlar vermenin eşiğine gelmiş durumda. “Büyük bedeller pahasına Kürdistan’ın dört parçasında da önemli bir güç haline gelen hareket, kendi iradesi dışında gelişen oldukça kaotik, fırsatlar kadar riskler de barındıran, dahası risklerin daha büyük olduğu ve ağır bastığı bir eşikte” demek belki de daha doğru olur.
Mevcut koşullar nesnel dinamikler üzerinden şekilleniyor elbette. O nesnel dinamiklerin en önemlisi de emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı katmanlı yapısal kriz. 1980 sonrasına damgasını vuran neoliberal birikim modeli, o modelin ortaya çıkardığı güç dengeleri, oluşmuş uluslararası işbölümü, uzun sözün kısası bir bütün olarak sistemin kendisi tıkanmış durumda. Yerine konulacak bir sistem de dünyanın bu hali içinde henüz bulunamıyor. Bu amaçla ardı ardına yapılan hamleler yer yer birbirine dolanıyor, yer yer sonuca ulaşıp yeni dinamikleri tetikleyecek bir nitelik kazanıyor.
Emperyalist kapitalizmin yapısal krizi ile hâlâ sistemin dümeninde oturan belirleyici emperyalist gücün yani ABD’nin yaşadığı yorgunlukla neoliberal dönemde atak yapan rakiplerinin azımsanmayacak güçler haline gelmesinin yarattığı basınç iç içe geçiyor. Bu durum, enerji kaynakları, nakil hatları, ticaret yolları açısından halen kritik anlamlar taşıyan Ortadoğu’yu ciddi bir dövüş alanına, paylaşımın kızıştığı adrese dönüştürüyor.
ABD emperyalizmi ve bağlaşıklarının, rakiplerinden Rusya’nın özellikle Ukrayna’da bünyesinin kaldıramayacağı oranda yıpranması, Çin’in şimdilik esas olarak ekonomik araçlar üzerinden hegemonya kurma siyaseti izlemesi olmasaydı Ortadoğu’da fitili ateşlenmiş süreç şimdiye kadar çok daha şiddetli ve yayılmış bölgesel bir savaşa dönüşürdü. Zaten dünya kamuoyu gelişmeleri bu “tedirginlikle” izledi. O anlamda “korkulan olmadı” belki ama ABD-İngiltere ikilisiyle arkalarından sürükledikleri AB emperyalizminin olağanüstü desteğine yaslanarak ortalığı adeta dümdüz eden Siyonist saldırganlık bölgeye bugünkünden çok daha kanlı çatışma ve isyanları mayalandıracak yeni kin ve nefret tohumları ekti
Hâlâ süren askeri ve teknolojik üstünlüğünü kullanarak inişe geçen hegemonyasını tahkim etmenin peşindeki ABD emperyalizmiyle ateşli yancısı İngiltere’nin İsrail siyonizmi aracılığıyla Ortadoğu’da kurmaya çalıştıkları yeni düzenin asıl hedefi İran. Onun başını çektiği “Direniş Ekseni”nin beli son süreçte kırıldı. Özellikle coğrafi konumu nedeniyle bu eksenin kilit halkası Suriye’ydi. Çürümüş Esad rejiminin HTŞ gibi cihatçı bir çete karşısında sergilediği sefalet sonucu bu kale de şaşırtıcı biçimde çöktü. Bölge genelinde olduğu gibi Suriye özelinde de sürecin bundan sonraki seyri çok sayıda olasılığa gebe. Şu an için kesin olan bir şey varsa, görünenlerden hareketle beklentilere girmek yerine “olmaz” denilenlerin bile olabileceğini dikkate alarak her türlü gelişmeye hazırlıklı olmanın zorunluluğu.
Dünya çapındaki emperyalist hegemonya çekişmesinin bölgede yarattığı yeni belirsizlik ve dengeler bu kaosun yaratıcısı olan devletler kadar Kürt özgürlük hareketini de kritik kararlar almakla karşı karşıya bıraktı. ABD-İngiltere ikilisinin dümeninde oturduğu ve esasında NATO’nun bölgeyi yeniden dizayn edip mevcut koşulları emperyalizmin ihtiyaçları temelinde örgütlenen yeni bir sisteme doğru evriltme yöneliminin kritik halkası olan Suriye’deki gelişmeler bu açıdan belirleyici bir eşiği oluşturuyor.
Türk tekelci burjuvazisinin ihtiyaçları, bölgesel riskler ve olanaklar temelinde yeniden örgütlenen devlet-rejim açısından da benzer bir karar aşaması söz konusu.
Gerek Kürtler gerekse faşist rejim-devlet, kimisi iradeleri kimisi de iradeleri dışında yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı tablo içinde iki seçenekle karşı karşıya kaldı. Türkiye’deki rejim-devlet açısından bu, Kürtlerle ya da Kürtleri bertaraf ederek bölgesel bir güç olma seçenekleri biçiminde özetlenebilir. Kürtler açısından da aynı şekilde Türkiye ya da Türkiye dışındaki aktörlerle bir çözüm şeklinde…
Merkezinde İsrail’in bölgesel asker olarak yer aldığı “Ortadoğu’da yeni bir sistem kurma” girişimleri, Türkiye açısından riskler ve fırsatlar bağlamında şu gerçekleri ortaya çıkardı:
En başta, haritaların yeniden çizilmesinin muhtemel olduğu bu kritik eşikte Kürtlerin Rojava’da siyasal kazanımlar elde etme olasılığı, Türk tekelci burjuvazisi ve faşist rejim açısından o ezeli bölünme sendromunu tetikledi. Bu korku, onların önüne iki seçenek koydu: Ya Kürtleri sisteme entegre ederek bölgesel güç olunması ya da Kürtlerin tüm tarihsel kazanımlarının savaş politikalarıyla yok edilmesi! Her iki seçenek de esas olarak hiçbir zaman vazgeçilmeyen Misak-ı Milli hayallerine bağlanarak ele alınıyor. Erdoğan’ın son zamanlarda sık sık tekrarladığı “Türkiye Türkiye’den ibaret değildir” sözünde olduğu gibi.
Bu noktada Suriye’de ortaya çıkan yeni durumun yarattığı baş dönmesi, çubuğun esas olarak kazanımların imha edilmesine bükülmesini getiriyor. Şimdi esas olarak buna çalışıyor devlet. Suriye’de tablo netleştikçe, Şam’da iktidar koltuklarına oturtulan cihatçılar Körfez gericilikleri ve emperyalistlerin bastığı frenlerle Türkiye’nin beklentilerine yanıt vermekte titrek davrandıkça bu ibrenin de değişmesi olasıdır. HTŞ’nin “zaferi” hayalleri kışkırtsa da her şeyin Türkiye’nin isteklerine göre şekillenmeyeceği giderek netleşiyor. O nedenle, eşitler arasında bir ittifak olmasa da Kürtlerle de bir ittifak kurulabilir mi arayışı elden bırakılmıyor.
NATO’nun Ortadoğu’yu yeniden örgütlemeye giriştiği (fiilen de bölgede bürolar açtığı) bu süreçte Türkiye’nin masada tuttuğu genişleme senaryosunun Kürtlerle mi Kürtleri ezerek mi olacağını biraz da bu dengeler belirleyecek.
Hayallerin de korkuların da iç içe geçtiği bu süreçte her tarafa yumruk sallama siyaseti olarak tabir edebileceğimiz bol seçenekli hamleler bu yüzden birbirini izliyor. Hangisi tutarsa…
Hayallerini gerçekleştirirken Kürtleri de ezmek için ABD emperyalizmiyle gerekirse bölgedeki esas askeri olmak, İsrail’in de güvenliğini sağlayacak şekilde İran’a bile uzanmak gibi tavizler dahi verebilecek bir hırsla ilişkileniyor olup bitenlerle. Fakat diğer taraftan ortaya çıkan dengelerin kendisini de vurabileceği korku ve kaygılarıyla “acaba Kürtleri alabildiğine geriletilmiş bir pozisyona itip razı ederek kendime katmak da bir seçenek olabilir mi?” diye düşündüğünden gönülsüzlüğü her halinden belli olan bu seçeneğe de burnunun ucuyla bakmak zorunda kalıyor.
PKK lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan katı tecridi kaldırması ve alabildiğine geri çekilmiş bir “pazarlık” masası açarken tehdidi elden bırakmaması bundan olsa gerek. Özellikle Trump’un iktidara gelişini, özelde Suriye ve Rojava politikasının netleşmesini beklemesi, bu arada punduna getirebilse Rojava’yı da Türkiye’deki Kürt hareketini de ezip geçmek için dişlerini gıcırdatması apaçık ortada duruyor.
Zaten tabloya baktığımızda da rejimin her seçeneğe hazırlıklı olmak gibi bir çok yönlülükle hareket ettiği anlaşılıyor. Bir taraftan Öcalan’la görüşmenin önünü açıyor, diğer taraftan kayyım atamalarını ve siyasi soykırım operasyonlarını yeniden hızlandırıyor. Bir taraftan adını koyamadığı bir “süreç” başlatıyor bir taraftan SMO çeteleriyle birlikte Rojava’nın can damarı olan Tişrin Barajı’na saldırıp oradan Kobanê ve daha ilerisine gitmek için yanıp tutuştuğunu gösteriyor. Bir taraftan “barış” söylemini elden bırakmıyor diğer taraftan Rojava’ya yönelik yeni bir askeri operasyon için yığınağı sürdürüyor, “kadife eldiven içindeki demir yumruk” tehdidi buna eşlik ediyor.
Türkiye açısından tablo böyleyken Kürtler cephesinde durum biraz daha karışık görünüyor. Rojava Kürtleri ve siyasi temsilcileri üzerinde ciddi bir manevi-siyasi otoritesi bulunan Öcalan’la başlayan İmralı görüşmeleri henüz çok flu. Sonradan “toplumu sürecin parçası haline getiremedik” özeleştirileri yapılmış olmasına rağmen bu kez öncekinden daha kapalı ve ketum bir süreç işletiliyor. Olup biten kamuoyunun bilgisi dışında gerçekleşiyor. Yapılan sınırlı açıklamaların satır aralarından anlaşıldığı kadarıyla Rojava’nın da diğer Kürdistan parçalarının da geleceği bahsinde Öcalan’ın tercihini Türkiye’yle işbirliği yönünde yaptığı, bu seçeneği denemekte kararlı olduğu görülüyor. Öcalan’ın İmralı savunmalarında, hatta daha öncesinde de dile getirdiği bir yaklaşım bu. Türk tekelci burjuvazisi ve rejimin Ortadoğu’da etkili bölgesel bir güç haline gelme hayal ve hesaplarına hitap ederek Kürtleri kazanırlarsa bunun mümkün ve kolay olacağını vurguladığı biliniyor. Burjuvazi ve rejimi bugün Öcalan’la bir çözüm aramaya iten de esas olarak bu hesap. Bu hesap ve ona hitap ederek bulunacak bir “çözüm”ün nasıl bir çözüm olacağı sorusuna da beraberinde getiriyor elbette bu durum.
Çünkü sahada durum hayli karışık. Haritaların yeniden çizilmesinden bahsedilen bu karışıklığın merkezinde ABD’nin, onun güvenliğini Ortadoğu’daki temel öncelik olarak gördüğü İsrail var. Dolayısıyla Trump yönetimindeki ABD’nin Erdoğan’la “kişisel kimyaların uyuşması” üzerinden kuracağı herhangi bir ilişki, İsrail’in güvenlik kaygılarını ve kurmaya çalıştığı yeni denklemi zayıflatıp hükümsüz kılabilecek en küçük bir boşluk taşımayacaktır. İsrail’in kurmak istediği denklemde ise Türkiye’nin bölgedeki etkinlik ve rolünü alabildiğine sınırlamak var. Onun açısından aslolan kendi güvenliği yanında planlanmış tedarik zincirleri, ticaret yolları ve enerji nakil hatları projelerinin kontrolüdür. Bu bahisteyse Türkiye’ye adeta teğet geçilmektedir. Erdoğan’ın da Bahçeli’nin İsrail’i hedefe çakması, İsrail’i kastederek “sıra Türkiye’de” demeleri bir yanıyla bilinçli bir tansiyon yükseltme demagojisiyken diğer yanıyla da oyunun dışına düşürülme olasılığına karşı özel bir vurguyu ifade ediyor. İç kamuoyunu militarize ederek beka söyleminin peşine takmak da cabası.
Anlayacağımız sahada durum hayli karışık. Kürtleri asla muhatap, hele hele eşit bir muhatap olarak karşısına almak istemeyen, elinden gelse Rojava’yı yerle bir edecek olan Türkiye bu belirsizlikler içerisinde İmralı görüşmeleriyle bir yönüyle zaman kazanmaya bir yönüyle de istediği kıvama getirirse işine yarayabileceğini düşündüğü bir seçenek oluşturmaya çalışıyor.
Rojava’da kabulleneceği seçenek, işbirlikçi Barzanigilleri de işin içine katıp orada inşa edilen demokratik halkçı modeli ruhundan uzaklaştıracak kimi tavizler karşılığında Kürtleri en geri noktaya ittiği, kendisi için tehlike arz etmeyecek hatta arka bahçesi haline getirebileceği bir Rojava’dır.
İşin aslı, Türk tekelci burjuvazisi ve siyasi temsilcileri içinde iki siyasal eğilim geçmişten beri varlığını her güncel gelişmeye uygun olarak yenileyip sürdürüyor. Bunu en açık haliyle Irak işgali sırasında görmüştük. Özal’da cisimleşen kesim işgalin parçası olmak istemiş, bunu yaparlarsa sınırları Musul Kerkük’e kadar genişletebilecekleri hayalini kurmuşlardı. Bu genişleme hayali içinde Kürtleri işbirliği yapılacak bir güç olarak görüyorlardı. Özal’ın “Kürt sorununu çözme isteği”nin arkasında bu hesap vardı. Fakat özellikle askeri bürokrasinin çekirdeği buna itiraz ediyor, “dalarsak kaybederiz” refleksi ve korkularıyla bu yaklaşımın önünü tıkıyordu. O dönemde de çeşitlenmiş seçeneklerin politik farklılıklar olarak dile gelmesi söz konusuydu. Irak işgalinin parçası olmak istemeyen askeri bürokrasi Kürt savaşının silah dışında başka seçeneklerle bitirilmesi yönünde yer yer açıklamalar bile yapıyor, içerde bir “çözümden” yana tutum aldığı anlaşılıyordu.
Şimdi ise çok daha kritik bir eşik söz konusu. Bir dünya savaşının, haritaların yeniden çizilmesinin tartışıldığı-beklendiği ciddiyette koşullar bunlar. Türk tekelci burjuvazisi ve temsilcileri içinde benzer eğilim farklılığı varlığını korurken bir sentez yaratma çabası da dikkat çekiyor.
Bir yanda İmralı görüşmelerinin başlaması ve anlaşılan o ki Öcalan’ın sorunu esas olarak Türkiye ile çözmeyi tercih etmesi ama bu çözümden ne anlaşıldığının netleşmemiş olması gerçeği var diğer yanda Suriye’deki fiili durum ve Rojava’nın geleceğinin belirlenmesinde emperyalistler ve bölge devletlerinin de olurunu alabilecek bir seçenek arayışı var.
Tüm efelenmelerine rağmen zor durumda olan esas olarak Türk tekelci burjuvazisinin temsilcisi faşist iktidardır.
Fakat Kürtler de yine tarihi bir eşikte oldukça zorlu kararlar verirken tarihin herhangi bir dönemi olmayan böylesine olağanüstü bir dönemde kendilerini bugüne getiren değer ve birikimlerini koruyup korumamak gibi bir riskle karşı karşıyadır. Çünkü Türkiye’nin sunacağı cazip teklif ve tehditlerle emperyalist güçler nezdinde belirleyici güç olma konumunu kazanma olasılığı gerçekleşecek olursa Gazze’de olduğu gibi bir soykırım tehdidinin baskısı altındadırlar.
İkinci seçenek yabana atılacak bir seçenek değildir. Türkiye devleti şu anda birçok konuda yarattığı belirsizlikle aslında bunun hazırlığını da yapmaya çalışıyor. Bir yandan Azerbaycan üzerindeki etkisini de pazarlayıp İran’a yönelik olası bir operasyonun parçası olmayı kabul etmeye hazır olduğu mesajını vererek öte yandan SMO yanında IŞİD’in canlanmasına da destek olabileceği şantajına başvurarak bölgenin jandarması rolünü yeniden kapmaya çalışıyor. Trump gibi siyaseti ticaretle özdeşleştiren ve hesap-kitap işi olarak gören bir soytarının Türkiye’nin sunduğu teklifleri cazip bulması hiç uzak bir olasılık değildir. Bu noktada tek bariyerin İsrail’in tutumu olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Tam da bu noktada Birinci Dünya Savaşı’nın ardından dört parçaya bölünerek parçalanmış, sayısız isyanının herbiri kanla ezildiği halde ulusal özlemleri kazınamamış Kürt ulusal gerçekliğinin tarihsel-haklı talepleri bir kez daha önemli bir tartışma konusu haline geldi. 20’inci yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 21’inci yüzyılda dört parçada da varlığını hissettiren Kürt özgürlük hareketi açısından önceki kritik eşikleri de aşan son derece karmaşık ve bir o kadar da hayati bir eşik var. Bu eşiğin esas sorusu ise Kürt sorununun gerçek çözümünün ne olduğu, taleplerinin karşılanma biçiminin nasıl olması gerektiğidir.
Ezen ulusa mensup demokratlar ve sosyalistlerin bu noktada yanıtlamaları gereken ilk soru şudur: Kürt ulusal varlığının siyasal olarak kabul edilmediği, yüz yılı aşkındır sürdürülen inkâr, imha ve zorla asimilasyon politikalarının yol açtığı acılar ve yarattığı eşitsizliklerin adı bile anılmazken sorunun hâlâ bir “terör sorunu” olarak tanımlanmaya çalışıldığı, tehdit dilinin öne çıktığı, siyasi operasyon ve gözaltı saldırılarının hız kesmeyip kayyım siyasetinin sürdürüldüğü, hapisteki evladına para gönderen ana-babaların bile “terör örgütüne yardım” suçlamasıyla tutuklanıp zindana tıkıldığı, Kürt olmanın ya da Kürtçe müzik dinlemenin dahi linç veya tutuklanma gerekçesi yapılabildiği, öte yandan yargının da yürütmenin de alabildiğine merkezileştiği ve keyfileştiği ama buna karşı ciddi bir toplumsal muhalefetin varlığından da söz edilemeyeceği bu koşullarda Kürt sorununun anladığımız biçimde demokratik bir çözümü mümkün müdür? Bu sorunun yanıtı açıktır.
Burjuva demokratik anlamda bile sorunun çözümü öncelikle ezilen ulusun varlığının kabul edilmesi ve kendi kaderini tayin etme hakkının tanınmasını gerektirir. Öncesi de bir yana son 40 yıldır çekmediği acı, ödemediği bedel kalmamış Kürtler, mevcut dengeler ve koşullarda bu haklarını çeşitli özerklik biçimleriyle formüle ediyorlarsa bu kabullenilmek ve buna saygı gösterilmek zorundadır. Anadilin ve inanç özgürlüğünün kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılması başta olmak üzere hukuki ve sosyal bütün eşitsizliklere son vermeye yönelerek bu kabul pekiştirilmelidir. Kürtlerle Türklerin eşitliği ve kardeşliği konusundaki samimiyet ve saygı her şeyden önce onlara karşı kullanılan dilde kendisini göstermelidir.
Fakat karşımızdaki güçlerin bu koşullarda bu noktaya gelmesinin neredeyse imkansız olduğu açıktır. Erdoğan’ın danışmanı Mehmet Uçum’un her hafta kaleme aldığı yazılar, havuz medyanın manipülasyonu, Erdoğan ve Bahçeli’nin açıklamaları da sürekli bu gerçeğin altını çiziyor zaten. Böyle olmasının esas nedenlerinden biri de “iç cephe” de kendilerini zorlayacak bir demokrasi mücadelesinin olmamasıdır. Yanı sıra mevcut krizin ağırlığı, dünya dengelerindeki altüst oluşun kışkırttığı korku ve hayalleri buna elvermemektedir.
O açıdan da gerçekçi olmak, mevcut tablonun siyasal okumasını doğru yapmak dün olduğundan daha yaşamsal önemdedir. Kürt özgürlük hareketine akıl vermek değil ama bazı hatırlatmalarda bulunmak bu noktada kaçınılmazdır. Kaldı ki yıllardan beri Türkiye cephesinden anlamlı bir destek ve dayanışmayla buluşamamış bir ezilen ulus hareketini tüm bunlardan bağımsız olarak yargılamak komünistlere düşmez. Bu böyleyken çeşitli uyarılarda bulunmanın da tarihsel bir görev olduğunu bilerek konuşurlar.
Kürt özgürlük hareketi, sosyalizmden beslenerek yola çıkmış bir harekettir. Fakat o da bugüne kadarki her ciddi ideolojik kırılmayı dünya düzenindeki altüst oluşlar içinde yaşadı. İlk çıkışında bağımsız-birleşik Kürdistan yaklaşımını fetiş düzeyinde mutlaklaştırırken, SSCB ve sosyalist kampın yıkılıp neoliberal kapitalizmin rakipsiz hegemonyasını kurduğu altüst oluş koşullarında bundan vazgeçerek dört parçada da o parçaların ilhakçı ulus devletleriyle uzlaşmaya dayalı çözüme çubuk büktü. Marksizm-Leninizm’den ve sosyalizm idealinden giderek daha fazla uzaklaşmak bu kırılmaya eşlik etti. “Tarihin sonu”nu ilan edecek kadar kendinden geçen neoliberal kapitalizmin “zaferi” koşullarında yaşanan moral kırılmanın da etkisiyle benimsediği yeni ideolojik eksenini radikal demokrasi savunuları oluşturdu. Post-Marksist geçinen Laclau ve Mouffe gibi sol liberallerle Murray Bookchin gibi liberter özgürlükçülerin yoğun etkisini taşıyan paradigma değişikliği “demokratik konfederalizm” şeklinde formüle edildi. Sınıfsal netliğin ortadan kalktığı, devrim fikrinden uzak daha halkçı savunulardır bunlar. Liberal demokrasinin daha doğrusu kapitalist istikrarın hakim olduğu koşullarda güç kazanan bu yaklaşımların Ortadoğu gibi kaotik, istikrarsız coğrafyaların siyasal iklimlerinde en azından bölgesel güçlü halk mücadeleleriyle var edilebileceği gerçeği es geçilerek dile getirildi bu paradigma.
Kürt özgürlük hareketindeki bu kırılmanın temel belirleyenlerinden biri de sosyalizmin yaşadığı prestij kaybı kadar ezen ulus sosyalistlerinin 12 Eylül sonrası yaşadığı kapsamlı yenilgi koşullarından çıkamamaları, ulusal kurtuluş mücadelesiyle güçlü bir tarzda ilişkilenecek fiziki bir varlığa kavuşamamalarıydı. Bu, Türkiye işçi sınıfının tarihsel kökleri hayli güçlü olan şovenizm çemberini kıramaması anlamına da geliyordu. Kısacası ulusal hareketin dayanabileceği en yakın devrimci odak yaratılamadı.
Esas olarak Kürt emekçi sınıflarına dayanarak ve tutarlı bir silahlı mücadele ile güven vererek gelişen Kürt özgürlük hareketi, sınırlı devrimci güçler dışında bu cepheden neredeyse destek alamadı. Bu eşitsiz gelişme onun birçok kritik eşikte bir avuç devrimci gücün desteği dışında dayanaksız kalmasına neden oldu.
Ciddi ideolojik kırılmalar yaşasa da hareket hızla büyüyüp toplumsallaştı. Kürt mülk sahibi sınıfları da içine katacak bir nitelik kazandı. Ulusal bir hareket olarak bu onun hem güçlü hem de zayıf yanını oluşturdu. Güçlü yanı Kürt ulusal bilincini tüm sınıf ve katmanlar açısından canlandırması, yurtseverlik bilincini kolektifleştirmesiydi. Fakat bu güçlenme aynı zamanda mülk sahibi sınıfların ruh hallerini ve siyasal eğilimlerini hareketin içine taşımalarını da beraberinde getiriyordu. Özgürlük hareketi bu açıdan ciddi ideolojik basınçlar yaşadı ve en nihayetinde burjuva demokrasisi sınırlarında bile gerçekleşmesi ütopik olan “demokratik konfederalizm” paradigmasıyla söz konusu kırılmayı formüle etti. Bu paradigmanın sınandığı alan oldu bugün Rojava. Geldiğimiz noktada, ulusların ayrılma hakkını da içerecek şekilde kendi kaderlerini tayin hakkına dair Lenin ve Stalin’in formüle ettikleri Marksist yaklaşım ve önerilerin geçerliliğini hâlâ koruyan evrensel doğrular olduğu bir kez daha açığa çıktı.
KÖH’ün paradigması her ne kadar sosyal reformcu, liberal-anarşist bir ekseni ifade etse de gerek beslendiği sosyalist köklerin derinliği gerek Kürt emekçi sınıflarının hareketin esas gövdesini oluşturması ve bunun gerillada cisimleşmesi onun devrimci dinamiklerini bütünüyle yitirmeyip korumasını mümkün kıldı. Dönem dönem yaşanan kırılmalarda ve tasfiye eşiğine gelinen noktalarda da onu bu korudu. Bugün Rojava’da da onu koruyacak olan budur.
KÖH tarihine baktığımızda gücünü esas olarak savunduklarının arkasındaki net duruştan aldığını görürüz. Rojava’da bunu tüm çıplaklığıyla gördük. IŞİD barbarlığı karşısındaki tavizsiz duruşu onu dünya halkları nezdinde özel bir yere oturttu. Enternasyonal dayanışmanın çeşitli biçimleriyle kucaklanmasını getirdi. Yine çıkışından itibaren savunduklarıyla pratiği arasındaki özdeşlik ne kadar güçlü olmuşsa, ilkeleri konusunda ne kadar tavizsiz olmuşsa o kadar güçlü çıkmıştır sayısız badireden. Ne zaman ki talepleri başta olmak üzere savunduklarında kırılmalar yaşamışsa, o zaman ciddi krizlerle karşı karşıya kalmış, tabanını oluşturan emekçi dinamikle arasında mesafeler oluşmuştur.
KÖH ezilen ulus mücadelesinin devrimci damarı olmaya devam ediyor. Muhtemelen önüne Barzanilerin de işin içinde olduğu bir seçeneği kabul etmesi dayatması konulacak ya da konuluyor ve bu bir NATO planı olarak getiriliyor. Bu dayatma siyaseten ölmekle eşdeğerdir. Diğer taraftan Türkiye devletinin arka planda döndürdüğü pazarlıklarda yol alması ölçüsünde imha edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Her iki durumda da Türkiyeli sosyalistler ve samimi demokratlar sürecin seyircisi olamaz, dışardan ahkam kesip akıl vermek, eleştiri ve asıp kesmekle yetinemezler. Hele hele siyasal olarak onu güçlendirecek bir pozisyonda değillerken… Eleştirileri, kaygıları, kayıtları olabilir ancak ilk görevleri ezilen halkın yanı başında olduklarını hissettirmeleridir. Onca bedel ödemiş o halkın kendi kaderini belirleme hakkına saygı göstermeleridir. Bu hakkın daha devrimci bir temelde kullanılabilmesinin esas olarak ezen ulus proletaryası ve öncü güçlerinin onunla kuracağı ilişkiye, alacağı tutuma, verebildiği desteğe bağlı olduğu gerçeğini göz ardı eden bir ‘rahatlık’ ve sorumsuzlukla hareket etmemektir.
Bugün bu yaklaşımı en başta fiziki bir güç olarak ifade etme olanağından uzak olabiliriz. Ama bu koşullarda bile Kürt halkının taleplerini, ne istediğini ve tarihsel haklılığını sonuna kadar savunmakla mükellefiz. Bugün yapabileceğimiz ve en başta yapmamız gereken de bu. Gidişi oturup izlemek, kınama ve eleştiri yarışına çıkma fırsatının doğmasını kollamak yerine Kürt halkının özlem ve taleplerinin haklılığını ve meşruluğunu toplumsallaştıracak yoğunlaşmış bir propaganda-ajitasyon atağı yürütebiliriz. Irkçı faşist propagandanın şovenizmi canlı tutup körüklemek için kullandığı demagojilerin tersine bu halkın Türkiye’yi bölüp parçalamak diye bir amacının olmadığını, sadece kimliğine, iradesine, diline-kültürüne ve tercihlerine saygı ve eşitlik istediğini sesimizin ve elimizin uzanabildiği her yere ulaştırabiliriz. Süreci toplumsallaştırabilmenin de yarın-bir gün karşımıza çıkabilecek bir ‘çözüm’ün yeterliliği ya da yetersizliğini sağlıklı bir biçimde değerlendirebilmenin yolu her şeyden önce bu temel taleplerin yaygınlaştırılıp Türkiye kamuoyuna benimsetilmesinden geçiyor.
Bu kritik tarihsel eşikte her iki ulusun proletaryasının kardeşleşmesi, aradaki yarı ve güvensizliklerin daha da derinleşmemesi esas yaklaşımı oluşturmalıdır. KÖH bu zorlu eşikte asla onaylanamayacak tercihler yapsa bile biz o halkın taleplerini savunmaktan imtina etmemeli, haklılığının propagandasını özel bir duyarlılık ve ısrarla sürdürmeliyiz.
Sonrasını gelişmeler belirleyecektir.