Stefan Zweig
Dostoyevski’nin bıraktığı birinci izlenim her zaman dehşettir, ikincisi ise büyüklük. Şöyle bir baktığınızda, tıpkı yüzünün sıradanlığı ve köylülüğü gibi yazgısı da ilk başta dehşetli ve kaba görünür. Başta sadece anlamsız bir eziyet olarak duyumsanır, çünkü acının her türlüsü altmış yıl boyunca bu güçsüz bedene işkence çektirmiştir. Yoksulluğun törpüsü, gençliğin ve yaşlılığın güzelliğini silip atmıştır, bedensel acıları adeta testere gibi tüm kemiklerini törpülemiş, yoksunluğun acısı bir çivi gibi iliğine kadar işlemiş, can damarını adeta oymuş, sinirlerinin kızgın telleri tüm uzuvlarını durmaksızın silkeleyip sarmış, şehvetin dikenleri tutkusunu aç gözlülükle kamçılamıştır. Hiçbir acı esirgenmemiş, hiçbir işkence unutulmamıştır.
Bu kader ilk bakışta insana anlamsız bir zulüm, körü körüne bir düşmanlık gibi gelir. Geriye bakıldığında ise kaderin ondan ebedi bir şey yaratmak için böyle katı davranıp adeta acımasızca yonttuğu anlaşılır. Çünkü her şeyiyle aşırı ve ölçüsüz olan Dostoyevski’de hiçbir şey rahat ve huzurlu değildir. Hayat yolu hiçbir şekilde 19. yüzyılın diğer yazarlarının asfalt döşeli geniş yaya kaldırımından gittikleri yola benzemez; burada her zaman gücünü en güçlü üzerinde denemek isteyen zalim bir kader Tanrı’sının şehveti hissedilir. Eski Ahit’te rastladığımız türden, kahramanca, hiçbir özelliğiyle çağdaş ve burjuva olmayan bir yazgıdır Dostoyevski’ninki. Tıpkı Yakup Peygamber gibi sonuna kadar hep Melek’le savaşmak zorundadır; her zaman Tanrı’ya başkaldırmalı, ama her zaman da Eyüp gibi itaat etmelidir.
Hiçbir zaman emin olamaz, tembellik edemez, sürekli onu sevdiği için cezalandıran Tanrı’yı hissetmek zorundadır. Gittiği yolun sonsuzluğa ulaşması için mutluluk içinde bir dakika olsun mola vermesine izin yoktur. Kimi zaman yazgı şeytanın öfkesi dinmiş, onu diğerleri gibi hayatın alışılagelmiş yolundan gitmesi için rahat bırakmış gibi görünse de o güçlü el her zaman uzanıp onu yine acı veren dikenli çalılıkların içine fırlatıp atar. Kader onu yükseğe fırlattı ya, bu sadece onu daha derin uçurumların içine yuvarlamak, ona esrimenin ve umutsuzluğun sonsuzluğunu öğretmek içindir; onu umudun zirvelerine, başkalarının şehvetin hazları içinde eridiği yerlere çıkarır ve sonra da ıstırabın uçurumlarına, başkalarının acıdan kıvrandığı yerlere fırlatır: Tıpkı Eyüp gibi kendini en güvende hissettiği anlarda onu yere yıkmış, karısını ve çocuğunu elinden almış, onu hastalıklara gark etmiş; Tanrı’yla mücadeleden vazgeçmesin, o dinmek bilmez isyanı sürsün ve dinmek bilmez umudu daha çoğalsın diye onu küçük düşürmüştür.
Kaygısız insanlar çağı, dünyada ne büyük sevinçlerin ve acıların olabileceğini göstermek için sanki bu insanı seçmiş ve görünen o ki Dostoyevski bu güçlü iradeyi hep ensesinde hissetmiştir. Çünkü hiçbir zaman yazgısına karşı koymamış, asla yumruğunu kaldırmamıştır; yaralı bedeni titreyişlerle çırpınıp durmuş, mektuplarından kimi zaman kanın fışkırmasına benzeyen boğuk bir çığlık yükselmiş ama ruhuyla, inancıyla isyanını hep bastırmıştır. Dostoyevski’nin içindeki mistik bilge, bu elin kutsallığını, yazgısının trajik ve üretken anlamını her zaman hissetmiştir. Duyduğu acı, acıyı sevmeye, ıstıraptan zevk almaya dönüşmüş ve çektiği eziyetin bilinçli ateşiyle çağını ve yaşadığı dünyayı aydınlatmıştır.
[Üç Büyük Usta Balzac-Dickens-Dostoyevski, Stefan Zweig, Türkçesi Deniz Banoğlu, Yordam Kitap]