Hepimiz birimiz için; o ‘biri’ ise herkes için kendisi



Bağışıklık yetmezliği olan Alpaslan ve lösemi hastası Zeynep ile Emre’ye bulunan donörler bağışçı olmaktan vazgeçti


Nilgün Kumru

“İlik vermenin bağışçı için hiçbir zararı, yan etkisi yok. Korkulacak bir şey değil. Kan vermek kadar kolay bir işlem.” İlik nakli için bulunan donörün nakilden vazgeçmesi üzerine bu cümleleri kurdu Manisa’da yaşayan 8 yaşındaki lösemi hastası Zeynep’in babası Abdulkadir Topcu.

Habertürk’ün haberine göre, Zeynep Topcu 8 yaşında, 2 yıl önce lösemi teşhisi konuldu. Kemoterapi ve ışın tedavisinin ardından iyileşmişti Zeynep, ancak hastalık 1 yıl önce tekrarladı. Zeynep’in bu kez ilik nakli olması gerekiyordu. Annesi, babası ve 2 kardeşinin dokuları uymayınca aile, TÜRKÖK’e başvuruldu. 20 gün önce, 34 yaşında erkek bir donörün iliği yüzde 90 uyumlu çıktı. Detaylı testlerde de sorun çıkmayınca ilik nakli için 3 Haziran’a gün verildi. Ancak ilik verecek olan donör 3 Haziran’da uygun olmadığını belirtince nakil tarihi 21 Haziran’a alındı. Fakat donör bu kez de ilik vermekten vazgeçtiğini söyledi.

Kütahya’da yaşayan öğretmen çift Ömer Faruk ile Aysen Kırlı Çatal’ın 9 yaşındaki çocukları Emre ise  lösemi teşhisi konulan ve ilik nakli için uyumlu bulunan donörün bağıştan vazgeçtiği bir diğer can. İlik nakli olması gereken Emre için ailede uygun donör bulunamayınca TÜRKÖK’e başvuruldu. TÜRKÖK’te kayıtlı 34 yaşındaki bir erkeğin iliğinin Emre ile uyumlu olduğu belirlendi. Aile büyük bir mutluluk yaşadı ancak kısa süre sonra eşleşme sağlanan donör bağışçı olmayı reddetti.

Alparslan ise Uşak’ta yaşayan Cidan ailesinin 4. Çocuğu, henüz 9 aylık. Alparslan immün (bağışıklık sistemi) yetmezliği ile doğdu ve ilik nakli olması gerekiyordu. 17 yıl önce bir çocuklarını aynı hastalıktan kaybeden Cidan çiftinin, çocukları ve yakınlarının iliği Alpaslan’a uymadı. TÜRKÖK’te yapılan taramada, ismi ve hangi ilde yaşadığı açıklanmayan 30’lu yaşlardaki bir erkeğin iliğinin Alpaslan’a yüzde 90 uyumlu olduğu saptandı. Kızılay, detaylı test için bağışçıyla iletişime geçti. Detaylı testin de olumlu çıkmasının ardından, ilik naklinin mayıs ayında yapılmasına karar verildi. Cidan Ailesi heyecan ve umutla nakil gününü beklerken, kemik iliği bankasından donörün ilik vermekten vazgeçtiği bildirildi.

‘Bana ne’

İlk bakışta insanın aklı almıyor, hakikaten gerçekleşmesi çok kadar kolay olan bu işlemden, üstelik bir çocuğun hayatını kurtarabilecekken insan neden vazgeçer? İnsanı, toplumdan ve çevreden bağımsız bir birey olarak ele alırsak bu sorunun cevabını vermek çok güç, aynı zamanda çok da kolay: “Duyarsızın tekidir”

Peki insanı insana karşı duyarsızlaştıran, bu denli yabancılaştıran ve acımasızlaştıran nedir? Bir insan nasıl olur da “Benim vermekle hiçbir şey kaybetmeyeceğim ilikle kurtulacak olan küçük bir çocuğun hayatından bana ne” diyebilir? Vaktine mi kıyamaz, tatlı canına mı?

Bariz olanı parmakla gösterme köşesinde bugün…

İnsan, toplumsal bir varlıktır; dolayısıyla bireysel davranışlarını, hislerini, tavırlarını özünde toplum belirler. Kişi, toplumun onu etkilediği şekilde ona uygun olarak da biçimlenebilir ya da ‘asi’ olup toplumsal normlara karşı durabilir. Özünde bir yapboz parçası gibidir kişiler ve dört kenarın hiç olmazsa birinden bütüne bağlıdırlar.

İlik vermekten vazgeçme meselesini de buradan tartmak gerekir. Yüz yüze baktığı kapı komşusu aç mıdır tok mudur bilirmiş ya eskiler, birinin bir derdi sıkıntısı varsa çözülürmüş, herkes herkese güvenir, kapıları kilitlemeden uyurmuş. “Ah o eski dostluklar!” ile başlayıp “Nerede o eski bayramlar?”a bağlanan eskiyi yâd etmelerin olmazsa olmazı cümlelerdir bunlar ve ‘o zamanın’ somut gerçekliğidir nihayetinde. Kentleşmenin başrolü oynadığı günümüz piyasa dünyasında ise el kadar çocuklara bile nasıl birey olması gerektiği, nasıl ‘kendini’ kurtarabileceği öğretiliyor. Yani yalnızız, yalnızlaştırıldık. Tekiz ve tekçileştirildik: Hepimiz birimiz için, o biri ise herkes için kendisi.

Yani evet, vaktine de kıyamamış olabilir, tatlı canına da. Nihayetinde vakit de kendinin canı da. Mottomuz “her koyun kendi bacağından asılır” oldu artık, dolayısıyla asan da asılan da biziz.

Sağlık piyasası

Öte yandan ilik meselesinde sağlık sektörünün piyasalaşmasının etkisini de koymak gerekir. Bir komplo teorisyeninin ağzından duyulması olası bir teori, yok artık daha neler dedirtecek cinsten, ama ne hikmetse makul gelecek hepimize: ‘Yahu ben kemoterapiden bu kadar para kırsam, kanserin aşısının yahut kesin tedavisinin ortaya çıkmasını ister miyim?’

Parayı kıran bir kişi de değil; üç beş sigorta kesiyor, üç beş eczacıya kalıyor, ecza deposunun ağzına bir parmak bal çalınıyor, ithalatçısına bir parmak, kalanı da üreticisine… Ağrı kesici alasınız diye migren hastası olmanızı isteyenler var yani, o birileri yeterince insanın başı ağrımaz da piyasa durgunlaşırsa hastalık icat edip kasa kasa aşılar satıyorlar. Böyle söyleyince kulağınıza korkunç geliyorsa günümüz gerçekliğine hoşgeldiniz diyeyim, buyurun şöyle geçin oturun da bir bardak su getireyim.

Buraya girmemin sebebi; organ, ilik yahut kan bağışı bazı durumlarda zorunlu hale getirilebilecekken (Örneğin kan bağışında uygun donörün kan bağışlamasına engel olacak herhangi bir engeli yoksa bağışı keyfi olarak gerçekleştirmemesini cezalandırmak müthiş meşru. Gidip birini fiilen bıçaklamamış olsa da uygun kan bulunmazsa ölecek birine kan vermemek etik olarak kasten insan öldürmek olmaz mı?) doğru düzgün teşvik bile edilmiyor olması da ekonomik kaygılardan kaynaklandığını anlatmak.

Büyük bir tablo bu; başta bahsettiğim komplo teorisi de, yetersiz teşvik de, şehir hastanesi meselesi de bu tablonun kesitleri. “Şehir hastaneleri nereden çıktı şimdi? Ne alakası var?” derseniz şayet; şehir hastanelerinin hasta kotası, uzaklık gibi etmenlerden dolayı vatandaşın devletin sağladığı sağlık hizmetine erişiminin kısıtlanmasının, özel hastanelerin ‘müşteri’lerini arttırması kaçınılmaz. Yani sağlık piyasasında her şey tamamen duygusal…