Madenci Fenerinin Işığında Umudu Yakalamak



Fernas madencileri en temel talepler ile en genel taleplerin yolunu açıyor. Umudun nerede olduğunu gösteriyorlar: “Bizi gözyaşlarıyla anmak istemiyorsanız haydi kavgaya!”


Poyraz Soysal

Yeraltının karanlığından çıkıp yeryüzünün karanlığına ışık çaktılar. Bu bir çağrıdır anlayana. Bu köhnemiş dünyayı sömürüsü, eşitsizliği ve zulmüyle yok edip yeni bir dünyayı yaratma yeteneğine sahip tek sınıfın kendini hatırlatması.

Çürümüş düzenin karanlığında vahşetler arasından vahşet, kara haber arasından kara haber seçtiğimiz bir gün. Çünkü neoliberal barbarlık faşizmin karanlığıyla hayatımıza çöktü ve yediğimiz ekmekten yaşadığımız hayata kadar her şeyi çürütüp zehirledi. Her yer kan her yer yoksulluk. Küçücük çocuklar alçakça katlediliyor ve bütün devlet mekanizması olanca zor ve yönetme birikimiyle katilleri koruyor. Sokaklar mafyaların, uyuşturucu tacirlerinin, kadın katillerinin…Yani karanın da karası bir hayat yaşadığımız. “Hiç umut yok mu” diye sormayı bile unuttuk birçoğumuz. Oysa umudu bilinç arar ve bulur. Sınıflar mücadelesinin akışını bilen umudunu da yitirmez zaten. İşte tam da böylesi bir durumda umut kendisini hatırlattı ve çağrısını yineledi. “İşçi sınıfı kazanacak!”

Ülkeyi emek cehennemine çeviren faşist rejim, tabii en önemli misyonunu yerine getirerek bu sömürü cehenneminde hakkını arayan işçilere sınıf kiniyle saldırıyor. En ufak bir örgütlenmeye bile müsaade etmiyor. Bu ise sınıf mücadelesinin uzlaşmaz çelişkilerini derinleştiriyor. En küçük hak talebine tüm zor gücüyle saldırıp baskı uygulamak, basit taleplerin büyük kavgalar ile kazanılmasına neden oluyor. Sermayenin öldürmek, sakat bırakmak dahil her türlü yöntem ile işçileri karın tokluğuna çalıştırması, “Köle değiliz” isyanını büyütüyor. Akcanlar da Polonez de Fernas da işçilerin en insani talepleri devlet zorunun hedefi oluyor. Maske düşüyor. Yıllardır bir baba gibi sunulan devlet aygıtının “Egemen sınıfın zor aygıtından ibaret olduğunu” göstererek Marks’ı tekrar hatırlatıyor hatırlamak isteyene. Sistem bir taraftan direnişlerin bir kıvılcım gibi yeni direnişleri tetikleyeceğinden korkup vahşice saldırıyor, hem de mücadelenin zayıflığından aldığı güvenle kendi niteliğini göz önüne seriyor. Artık direnişlerde valisinden kaymakamına, polisinden müftüsüne herkes açıkça patronların safında olduğunu gösteriyor. Yani “Halkın memuru” maskesine bile gerek duymuyorlar. İşte Fernas direnişi bu anlamda çok fazla örnek içeriyor.

Fernas Maden işçileri Bağımsız Maden-İş’e üye olan yedi arkadaşlarının işten atılması üzerine direnişe geçti. Bu eylem hem sınıf dayanışması hem de hak arama mücadelesinde örnek teşkil edeceğinin göstergelerini ilk günden verdi. AKP’li Ferhat Nasıroğlu’na ait madende adeta 19. yüzyıl kuralları işliyordu. İşçilere Soma havzasının çok altında ücretler veriliyor, örgütlenme hakları gasp ediliyor ve İSİG kurallarına uymadan çalıştırılıyorlardı. Sınırsız sömürme hakkını kendinde gören patron için elbet karşılanamaz taleplerdi bunlar. “Onlara verse başkaları da isteyecekti” ve hak arama bilincinin yaygınlaşmaması gerekiyordu ona göre. İşte bu nedenle Fernas işçilerinin en haklı talepleri bir sınıf restleşmesine dönüştü. Emekçi halkın vergileriyle maaş alan patron ve ilgili kamu görevlileri, vahşi bir hırsla saldırdılar işçilerin en insani taleplerine. Tıpkı Akcanlar ve Polonez’de olduğu gibi… Sürekli gözaltına alındılar, jandarma şiddetine maruz bırakıldılar. Burjuvazi kendi yasalarını çiğneyip işçilerin özel bilgilerini bile patron uşağı şirket müdürüne verdi. Kendilerini engellemeye çalışan jandarmadan yasak kararını göstermesini isteyen işçilere “Karar göstermek zorunda değilim” diye yanıt verdi jandarma komutanı. Bunun üzerine sendika örgütlenme uzmanı Gökay Çakır “Öyle mi alay komutanı?” isyanı gibi tarihe geçecek şu sözleri söyledi: “Birazdan yolu kapattığımızı söyleyerek bizi gözaltına alırsınız. Biz işçinin hakkını söke söke alacağız. Biz hakkımızı, adaletimizi istiyoruz. Başka bir şey istemiyoruz. Terazi şaştıysa adalet olmaz komutan. Birgün sen de kalırsın bu terazinin altında.”

Buna benzer diyaloglar daha sonra Ankara’da defalarca yaşanacaktı. Taleplerine Soma’da muhatap bulamayan işçiler Ankara’ya yürüme kararı aldı. Bu bir cesaretin dışavurumuydu. Çünkü Ankara hem “özgürlüklerin” hem de zorbalığın başkentiydi. Sokak ortasında çetelere çatışma özgürlüğü vardı orada. İşkenceyle hayvan katletme özgürlüğü vardı. Çocukların okula aç gitme, işçilerin karga tulumba işe gitme özgürlüğü vardı.

Halk olma özgürlüğü yoktu ama. Acıyı paylaşma, öfkeyi dile getirme, yani kolektif his paylaşımı özgürlüğü yoktu. Bakanlıklara metrelerce yakında, adliyenin dibinde alçağın biri silahla bir kadını katlediyor ve polis çağırıldıktan sonra teşrif ediyordu. Aynı polis iki gün sonra Ankara Kadın Platformu’nun Narin Güran için yaptığı yürüyüş ve basın açıklamasına çok önceden damlıyor ve eyleme musallat oluyordu. “Yolu kapatmayın, kamu düzenini bozuyorsunuz” bahanesiyle kadınlara saldırıyordu. Oysa bir çocuğun alçakça katledilip katillerinin açıkça korunduğu bir ortamda o yolların hiç açılmaması gerekiyordu. Bu gerçekliğin bilincinde olarak geldi madenciler Ankara’ya. Tek güvenceleri sınıf özgüvenleri ve halkın onların yanında olacağına inançlarıydı.

Geldikleri andan itibaren vahşi bir baskı ile karşılaştılar. Bir kez olsun geri adım atmadılar. Yemek yemeye gittiklerinde tekrar meclisin önüne dönmelerine izin verilmedi. Burada yaşanan diyaloglar iki sınıfın karakterini en yalın haliyle göz önüne seriyordu. İnsan dövmekten başka bir meziyeti olmayan polis, ironik bir şekilde “Madene inmekle çok önemli bir şey yapmıyorsunuz” diyordu her gün ölümle burun buruna çalışan işçilere. İşçiler ise gözlerinde haklılığın ve doğru safta olmanın şavkımasıyla haykırıyordu: “Biz halkız. Bu yolda biz olmayacağız da kim olacak?!.”

O günün gecesinde “direniş iradelerini heybelerine alıp Kurtuluş Parkı’na geçiyorlardı dinlenmek için. Bizler de yıllarca sevgilerini ve acılarını içimizde büyüttüğümüz madencilerin bir kere olsun ellerini sıkmış olmanın, onlar ile aynı havayı solumanın tarif edilemeyecek hissini yaşıyoruz. Ankara’nın belki şehir merkezinde kalan birkaç yeşil alanından birisi olan parkta, elimizde çaylarımız ve sigaralarımız oturuyoruz. Keyifli bir çay şeker muhabbeti yaşanırken zihnimden düşünceler hızla akıyor. Uyumaya giden işçileri düşünüyorum. Onlara ev sahipliği yapan Kurtuluş Parkı’nı. Onu TED Koleji’ne peşkeş çekme çabalarını. “Burayı vermeyeceğiz” diye düşünüyorum. Burası bizim tarihsel, sınıfsal belleğimizin bir parçası. Orada temizlik işçisi olarak çalışırken kalp krizi geçirip yaşamını yitiren halk ozanı Feyzullah Çınar’ın sesi işçiler için çınlıyor yüreğimde. “Bizim gençler yılmaz yılmaz!..”

Hevesle soruyoruz işçilere. Her ayrıntıyı öğrenmek istiyoruz. “Ankara halkının desteği bizi sevindirdi” diyorlar. “Ankara soğukmuş” Soğuktu ama biz onu hissetmiyorduk o an. Madencilik terimleri, anlatılan anılar ilgimizi çekiyor. İşçilerin hemen o an kazanması ve o sohbetin o an bitmemesi gibi çelişkili duygular yaşıyoruz. Söz Soma Katliamı’na geliyor. “Onların hepsi benim mesai arkadaşımdı” diyor tecrübeli bir madenci ve ekliyor “Ben mezarlığa giremiyorum. Sevmediğim bir ustabaşı vardı. Onun için o kadar üzülüyorum ki mezarlığa giremiyorum. Hepsi benim arkadaşımdı…”

Alınmayan iş güvenliği önlemlerini anlatıyor işçiler: “Müfettiş yiyip içip gidiyor. En adi ekipmanlar veriliyor, internette satılıyor” deniyor. En zor yerlere girmemizi istiyorlar. Ustabaşına, “Sen de benimle gelirsen girerim” dedim diyor bir işçi. Gülüşüyoruz. Taleplerinin en temel insani talepler olduğunu sürekli vurguluyor madenciler konuşma sırasında. O temel hak arayışlarının çok daha büyük bir mücadelenin tuğlası olduğunun farkında mı bilmem. Şovenist zehirden etkilenmemiş olmaları beni mutlu ediyor. “DEM Parti geliyor. Onlar terörist diyorlar. Onlar bugün benim yanımda. Kovacak değilim” diyor bir işçi. Sonra gazetemizin sosyal medya hesabını takip ediyorlar. Ertesi gün gözaltına alınacaklarını biz de biliyorduk onlarda. Hatta vedalaşırken esprisini yaptık aramızda. Yine de gördükleri o şiddet, polisin alçakça attığı tekme kanıma dokundu. Sınıf kinimi kabarttı. Soracağımız tekmeler hesabına bir halka daha eklendi.

Onlar en temel talepler ile en genel taleplerin yolunu açıyor. Umudun nerede olduğunu gösteriyorlar: “Bizi gözyaşlarıyla anmak istemiyorsanız haydi kavgaya!” Akcanlar işçileri ile Polonez işçileriyle birlikte hareket ederek işçilerin birliğini ilmek ilmek örüyorlar. Öğretiyorlar yani. Biz de o ünlü madenci türküsünü tekrarlıyoruz.

“Zonguldak’ta ocaktayız

Ölümler bir kucaktayız

Yaşamak için savaşta

Yarınlar için kurstayız”