Gazze’nin Riviera’sı, Kürdistan’ın OSB’si



Kürdistan ’80 sonrasından başlayarak günümüzde başat bir sermaye birikim yöntemi haline gelen doğal kaynakların, yeraltı zenginliklerinin vahşi bir hırsla yağmalandığı özel bir coğrafya niteliği kazanmış durumdadır. Enerji tekellerinin en önemli yatırım alanı haline gelen coğrafya aynı zamanda inşaat ve altyapı çalışmaları kurulan OSB’lerle istenen hızda olmasa da kapitalist birikim sistemine entegre edilmektedir


Mürüvet Küçük

İki yılda en az 70 bin insanın katledilip on binlercesinin yaralandığı, kentlerin yerle bir edilip yaşanamaz hale getirildiği, yüz binlere süreklileşmiş bir göçebeliğin yaşatıldığı ve açlıkla “terbiye” edilmek istendiği Gazze’deki tablo, çağımızın ruhunun, özelde de kendi kaderini tayin edememiş ulusların karşı karşıya oldukları gerçekliğin kavranması açısından ciddi bir tablo sunmaktadır. Dünyayı bir “kral”, bir tüccar edasıyla oynadığı satranç tahtası gibi gören Trump’ın Gazze konusundaki çıkışları ve son olarak getirdiği plan bu gidişatın son ifadesi oldu.

Trump’ın yerle bir edilmiş Gazze için “Riviera olacak” diyerek yaptığı insanlık dışı çıkış akıllardadır. O çıkışa, enkazlarda bile binlerce cenazenin bulunduğu yerle bir edilmiş Gazze’ye gökten paraların yağdığı, plajlarında sefahat sürülen yapay zekayla üretilmiş bir video eşlik ediyordu. Bununla o, “güce dayalı Amerikan barışının” ne menem bir şey olduğunu gösteriyordu. Ukrayna’yı ya da dünyanın diğer tüm bölgelerini nadir elementler için çökülecek topraklar olarak gören bir yaklaşım bu. Maskesiz sömürgeciliğin 21. yüzyıldaki izdüşümü…

Onu da frenleyen halkların tepkisi var neyse ki! Öyle olmasa Gazze için hazırladığı Riviera planında belirli değişiklikler yapmak zorunda kalmazdı. Hatırlanırsa ilk biçimi Gazze halkını çeşitli Afrika ülkelerine adeta “satmak”, yurtlarından koparıp o ülkelerin çeperine fırlatmaktı. Çünkü Gazze onun için sadece büyük turizm ve inşaat tekellerinin -yani kendisi gibilerin- muhteşem plajları, güneşi, limanı ve diğer avantajlı özellikleriyle paha biçilmez bir yatırım üssüydü. O üste ilerde “baş belası” olma ihtimalleri yüksek Filistinlilere yer yoktu. Nasıl olsa petrol zengini Körfez ülkelerinin tasarladıkları ışıltılı-yapay turizm “cennetleri”nde -mesela Dubai’de olduğu gibi- Hindistan, Çin, Filipinler ya da Bangladeş’ten gelecek ucuza çalışacak işçiler kolayca bulunabilirdi.

Daha sonra planını, dışardan ucuz emek getirmek yerine Filistinlilerin yola getirilerek paryalaştırılması biçiminde değiştirdi. Başka ülkelere “satılmalarından” tümüyle olmasa da vazgeçti. Gazze’yi sicili halk düşmanlığı açısından hayli kirli olan Blair gibilerinin başında olduğu, en tepesinde de kendisinin duracağı bir sömürge gibi yönetmek neden olmasındı?

Yeter ki İsrail’in güvenliği sağlansın, gelecekteki ticaret ve enerji nakil hatları için düşünülecek güzergahlardan birinde kilit bir konuma sahip olan Gazze sisteme entegre edilsin, İbrahim Planı tıkır tıkır işlesin.

Fakat biliyoruz ki, Gazze için düşünülen bu kolonyalist planın tutup tutmayacağını Filistin, bölge ve dünya halklarının tepkileri belirleyecektir.

Gazze’de olup bitenler, kendi kaderini tayin hakları işgaller ve ilhaklarla gasp edilmiş ezilen uluslara ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Emperyalist kapitalizmin bir kez daha bir dünya savaşının eşiğine gelecek boyutlarda derin bir krizle sarsıldığı bu koşullarda ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı hangi dinamikler ya da engellerle karşı karşıya?

Tipik bir işgal ve ilhak örneği olan Kuzey Kürdistan ve genelde 4 parça Kürdistan emperyalist kapitalist sistem, özelde de ilhakçı devletler açısından nasıl bir anlam taşımaktadır? Suriye ve Irak’ta merkezi devletlerin parçalanması, zaten ciddi iç istikrarsızlıklarla karşı karşıya olan molla rejiminin yakın hedef olmasıyla yeni durumlar ortaya çıkmışken…

Lenin’i ve Kautsky gibileri bir kez daha hatırlamak

Türk tekelci burjuvazisi ve devleti açısından böylesine kritik bir eşikte gündeme gelen süreç tartışmaları devam ederken Lenin’in Emperyalizm kitabında dile getirdiği ilkesel teorik yaklaşım da bir kez daha hatırlanmayı hak ediyor.

Lenin o eserinde Kautsky’nin oportünizmini teşhir ederken onun emperyalizmin (biz bunu emperyalizm çağında kapitalist tekellerin temsilcisi olan devletlerin diyerek genişletebiliriz) ekonomisiyle siyasetini birbirinden ayrıştıran teorik yaklaşımındaki çarpıklığın altını çizer. Kautsky’nin ilhaklardan mali sermayenin “tercih ettiği” bir politika olarak bahsettiğine işaret ederek sorunu tercih sorunu olarak koyduğu için “gayet mümkün olan başka bir politikaya da yönelebileceğini” savunduğunu vurgular. “Sanki ekonomide tekeller, politikada tekelci olmayan, şiddetçi-fetihçi olmayan bir tutumla bağdaşırmış gibi” der ve bu yaklaşımın emperyalizmin ekonomisiyle politikasını birbirinden ayrıştırıp ilhakçı saldırganlığı bir tercih derekesine indirgeyerek onu temize çıkardığını, “temel çelişkilerini gizlediğini” ekler. Bu yaklaşımın adını da “burjuva reformizmi” olarak koyar.

Kapitalist emperyalizmi irdelerken ilerleyen sayfalarda emperyalizmin sadece “yeni açılmış ülkelerde değil, eski ülkelerde de ilhaklara, artan ulusal baskılara, bunun sonucu olarak da artan bir direnmeye yol açtığı”nın altını çizer. Bununla Kautsky’e Almanya’nın hasıraltı ettiği ilhakçı politikasını hatırlatmak ister. Bu konudaki ikiyüzlü tutumunu şöyle teşhir eder:

İlhaklara karşı çıkıyor ama itirazlarını, oportünistler için mümkün olduğunca kolay kabul edilebilir, en az incitici biçimde sunuyor. Doğrudan doğruya Alman kamuoyuna hitap etmesine rağmen yine de en önemli, en güncel bir noktayı, örneğin Alsas-Loren’in Almanya tarafından ilhak edildiğini örtbas ediyor. Kautsky’nin bu ‘zihinsel sapkınlığı’nı değerlendirmek için bir örnek verelim. Diyelim ki bir Japon, Filipinler’in Amerika tarafından ilhak edilmesini mahkum ediyor. Birçok kişi onun bunu genel olarak ilhaklardan nefret ettiği, Japonya tarafından ilhak edilmesine karşı çıktığı Kore’nin Japonya’dan aynlma özgürlüğünü savunduğu zaman kabul etmek durumunda değil midir? Kautsky’nin gerek emperyalizmi teorik tahlili gerekse de emperyalizmi ekonomik ve politik eleştirisi, tamamen, Marksizmle hiç bağdaşmayacak bir ruhla, temel çelişkileri gizlemek, yumuşatmak ve Avrupa işçi hareketi içinde oportünizmle yıkılmakta olan birliği ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek ruhuyla doludur. (Emperyalizm, sf. 127-128, İnter yayınları) (*)

Günümüzde Türkiye’nin ABD emperyalizmiyle olan bağımlılık ilişkilerine karşı oldukça keskin söylemlerle antiemperyalizm taslayan sosyal şoven solcuları anlatır gibidir bu satırlar. Gazze konusunda Siyonist işgalci İsrail ve arkasındaki emperyalist güçler hakkında keskin bir retorik tutturan bu kesimler de tıpkı Kautsky gibilerde olduğu haliyle kendi sınırları içindeki ilhakçı politikalara seslerini çıkarmamakta, onu görünmezleştirmektedir: Feodal bir imparatorluk olan Osmanlı’nın bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında ilhak ederek (daha doğrusu emperyalist güçlerin yaptığı taksimlendirmeyle) kendisine kattığı Kürdistan konusunda çıtlarını çıkarmazlar.

Lenin’in Kautsky’ye ilişkin tespitleri, gerek bugün devam eden süreç tartışmalarındaki liberal tutumun neden temelsiz olduğunun anlaşılması gerekse diğer kutupta yer alan ve bir ilhak sorunu, ezilen ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı yokmuş gibi davranan sosyal şoven cenahın samimiyetsizliğini anlamamız açısından önemlidir.

Liberal kesimler ekonomi ile siyaseti birbirinden ayrıştıran yaklaşımlarıyla Kürt ulusal sorununun Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu sacayaklarından biri olduğunu unutuyor. Olup biteni, Kürdistan’ın kuzey parçasının Türkiye açısından taşıdığı ekonomik-jeostratejik-jeopolitik anlamlardan koparıp bu anlamların derinliğini öteleyerek okuyorlar. Türkiye Cumhuriyeti açısından Kürt ulusuna yönelik tutumu bir siyasal tercih olarak okudukları için bu tercihin değişebileceğini farz edebiliyorlar. Hem de gerek bölge genelinde gerekse Türkiye’de onu değişime zorlayacak güçlü bir sınıf ve toplumsal hareketin yokluğu koşullarında görüyorlar bu hayali.

Sosyal şoven kesimler ise tersinden gelerek onlarla aynı noktada buluşuyorlar. Tutumlarının üzerini biraz kazıdığınızda Kürdistan’ın ilhak edilmiş halinin tekelci burjuvazi ve devleti açısından taşıdığı ekonomik-jeopolitik-stratejik anlamları sahiplenmiş olan bu kesimler, oradan gelen kaynağın işçi ve emekçilere kırıntı düzeyinde bile olsa sunulmamasını ise dert etmiyorlar. Tipik bir sınır bekçiliği rolü ve ruhuyla hareket ediyorlar. Ama baksanız hepsi en keskin antiemperyalisttir!

Tam da bu noktada Kürdistan’ın diğer parçaları dahil Türk tekelci burjuvazisi ve devleti açısından taşıdığı anlamlara, bu anlamların tarihsel süreç içinde nasıl bir değişim geçirdiğine, o değişime rağmen özünü dipdiri koruduğuna ve bunun nedenlerine bakmak gerekir.

Burjuvazi ve devletinin gözünde Kürdistan

Bu aşamaları Lenin’in belirttiği gibi “Doğadaki ve toplumdaki bütün sınır çizgileri koşullara bağlı ve değişebilir şeyler olduğu” gerçeğini unutmadan kabaca belirtmek gerekirse karşımıza şöyle bir tablo çıkar:

Cumhuriyet’in kuruluşundan başlayarak 1980’lere kadar olan dönemde kalkınmacı yaklaşımla asimile ve entegre etme politikalarıyla askeri-güvenlikçi yaklaşım iç içe geçmiş, çoğunlukla askeri-güvenlikçi yaklaşım belirleyici olmuştur.

‘80’lerden sonra neoliberal birikim politikalarına, Ortadoğu ve dünya genelinde yaşanan gelişmelere, mücadelenin cunta eliyle ezildiği düşüncesine dayanılarak Özal’da cisimleşen politikalar yavaş yavaş gündeme gelmiştir. Bu politikaların kesiştiği nokta, entegrasyon için kalkınma olduğu kadar Misak-ı Milli hayalleriyle iç içe geçen Musul-Kerkük petrollerini ve Kürdistan’ın güneyini de kapsayan bütünleşik bir pazar hayali olmuştur. Bu yaklaşım Kürdistan’ı sadece bir tüketim pazarı olarak değil aynı zamanda sermaye birikim alanı yani artı değer sömürü alanı olarak da tasarlar.

Fakat özgürlük hareketinin gelişimiyle bu politika çatallanmış, Özal’ın girişimleriyle askeri-militarist ezme harekâtları iç içe geçmiştir. ‘90’lar boyunca baskın politika askeri-militarist ezme politikası olurken Kürdistan’ın doğal kaynakları ve insan gücü esas olarak tekelci kapitalizmin ihtiyaçları temelinde Türkiye’ye aktarılmıştır. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da kesin sınır çizgileri koymak hayatın gerçeğine uymaz. Bu dönemde de kalkınmacı olduğu kadar asimilasyoncu politikalarda belirli esneklikler taşıyan entegrasyon politikaları belirli boyutlarıyla uygulanmıştır.

2000’lerde de bu yaklaşımlar melez biçimleriyle hükmünü konuşturmuş, ancak yaşanan değişim ve dönüşüme uygun olarak Kürdistan’ın ekonomik değeri salt hammadde ve girdi kaynağı ya da işgücünün göç yoluyla Türkiye sermaye birikim rejimine katılması biçiminde özetleyeceğimiz entegrasyon politikaları devam ederken Kürdistan’ın bir artı değer üretim merkezine dönüşmesi yönünde önemli gelişmeler yaşanmış, birçok OSB kurulmuştur. Dahası doğal kaynakları emperyalist kapitalizmin yaşadığı kriz ve yeni dengeler içinde özel bir anlam kazanmış, bu açıdan da gelinen noktada ormanları, dağı taşı, madenleriyle Kürdistan çok özel bir hızlı sermaye birikim alanına dönüşmüştür.

Bu dönemlere daha yakından bakacak olursak…

Kürdistan’ın en büyük parçası olan Kuzey Kürdistan, haritaların cetvelle çizilerek belirlendiği Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından Osmanlı bakiyesi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne bir ilhak olarak katıldı. Sonraki yıllarda da gerek sosyo-ekonomik gerekse ideolojik-siyasi ve örgütsel olarak bu ilişki ilhak mantığı temelinde pekiştirildi.

Onlarca yıl ciddi bir yatırım yapılmadı daha doğrusu bir sermaye birikim alanı olarak ele alınmadı. Bunun önemli bir sosyolojik sonucu da mülksüz-yoksul köylülerin kapitalist üretimin yoğunlaştığı Türkiye metropollerine göçertilerek ucuz işgücü haline gelmesi, dolayısıyla emek piyasası üzerinde de bir basınç unsuru olarak kullanılmaları, en güvencesiz alanlarda sirküle olan bir yedek işgücü deposu muamelesi görmesi oldu. Bu iç göç, sermayenin atılım yaparak tekelleştiği 1960’larda özellikle belirgin bir olgu olarak karşımıza çıkar.

Diğer taraftan oldukça zengin doğal kaynakları (petrol, değerli madenler, tarım ürünleri ya da su kaynakları) tekelci burjuvazinin üretim üslerine hammadde ve girdi olarak aktarıldı.

Dolayısıyla Kürdistan Türk tekelci burjuvazisinin gelişimini her açıdan besleyen ancak kendi gelişimi adeta dondurulmuş tipik bir ilhak oldu. Bu durum kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasıyla açıklanmayacak kadar girift tarihsel nedenlere ve bilinçli politikalara dayanır. Sayısız isyanla kendi kaderini tayin etmek isteyen Kürt halkının bu özlemi, burjuvazi ve temsilcileri açısından hem bastırılması zorunlu bir gerçeklik ama hem de ezeli bir korku olarak var olageldi.

Altyapı hizmetleri bile ilhakçı bir mantıkla militarist-inkarcı-asimilasyoncu politikaların hayata geçirilmesi için yapıldı. Bölgeye yönlendirilen devlet yatırımları “güvenlik” temelli, yani askeri altyapı ve karakol ağırlıklı oldu.

Tekelci sermaye ve devleti orayı yerel üretimi geliştirmeden bir girdi ve hammadde kaynağı olduğu kadar kendi sınırlarına kattığı bir tüketim pazarı olarak gördü.

Antep, Malatya gibi iller spesifik önemleri dolayısıyla bu tablo içinde daha özel bir yerde dursa da genel tablo aşağı yukarı böyle oldu.

Kalkınmacı politikalar militarist-asimilasyoncu politikaların gölgesinde boy verdi

Ekonomide gelişmeye neden olacak her adım kontrol ve entegrasyonu güçlendirme yaklaşımı tarafından belirlendi.

Bunun en çarpıcı örneği GAP’tır. Devlet onu bir “bölgesel kalkınma planı” olarak lanse etse de esasında o tekelci burjuvazinin gerek enerji gerekse tarımsal girdi ihtiyaçlarının karşılanması amacına endeksli bir proje oldu. 22 baraj, 19 HES’ten oluşan ve Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 25’ini karşılayan bu projenin varlığı Kürt illeri açısından hiçbir anlam taşımadı. Tersine, bölgedeki su kaynakları kurudu, Kürt köyleri üretilen elektriğe ulaşamadı.

Baraj ve altyapı ihaleleri büyük tekellere verilirken bölgede hiçbir kalıcı sanayi yatırımı yapılmadı. Koç’lar, Sabancılar, Enka’lar, Cengiz’ler, Limak’lar, Tekfen’ler milyarlarca dolarlık inşaat ve enerji ihaleleriyle sermaye birikimlerini katlarken bölge halkına mülksüzleşme ve proleterleşerek ucuz işgücü haline gelmek dışında bir şey düşmedi. Kırıntılardan nemalanan tek kesim yerel işbirlikçiler oldu, bunlara dayanan bir ağ üzerinden bölgenin entegrasyonu için daha geniş bir zeminin yaratılması esas alındı.

Bunların hepsiyle birlikte onun ilhak hali, Türk işçi ve emekçileri üzerinde de ideolojik-siyasi hegemonya kurmakta, sınıf çelişkilerini “ulusal birlik”, “ayrılıkçılar”, “terör belası” gibi söylemlerle perdelenmesinde kullanılan işlevli bir araç muamelesi gördü. “Başka bir ulusu ezen ulusun proletaryasının özgür olamayacağı” sözü ete kemiğe büründü.

Değişime zorlayan koşullar ve gerçeklik

Kürdistan’ın bu konumu ve ilişkileniş biçimi elbette sabit kalmadı. Dünya ve bölgedeki değişimler, mücadelenin düzeyi, birikim politikaları onun tarihsel anlamını özsel olarak değiştirmese de ilişki kuruş biçiminde önemli değişikliklere neden oldu.

1980 sonrasında gerek neoliberal birikim politikaları gerekse Kürt özgürlük hareketinin büyüyen varlığıyla bu politikalarda sıçramalı bir seyir izlendi. Güvenlik kaygılarının daha da katmerlendiği bu dönemde binlerce köy yakılıp zorla boşaltılarak yoksul Kürt köylüleri hem Kürdistan illeri hem de Türkiye metropollerine göçertilerek sermayenin ucuz işgücü ihtiyacının kaynağı haline geldiler. Bu zorla göçertmeye neoliberal politikaların tarım ve hayvancılıkta yarattığı yıkımın tetiklediği diğer bir göç faktörü de eklendi.

Kürdistan askeri bir savaş alanı haline gelirken en önemli geçim araçlarından mahrum kalıp tamamen mülksüzleşen Kürt köylüleri Türkiye proletaryasının gövdesine dahil oldu. Esas olarak inşaat, tekstil-konfeksiyon ve hizmet sektörünü besleyen bu işgücü, tekelci kapitalizmin ücret politikaları üzerinde de ciddi etkilerde bulundu.

Diğer yandan savaşın genişleyerek büyümesiyle savunma sanayii, inşaat, enerji ve maden sektörleri Kürdistan’da tekelci sermaye birikiminin temel dayanakları haline geldi.

Savaşın ve buna bağlı “yatırım” politikalarının kimi zaman sermaye çevreleriyle devlet içindeki “rant odaklarının” paylaşım kavgasına bile neden olduğunu biliyoruz. OHAL, koruculuk, özel güvenlik harcamaları, örtülü ödenekten akıtılan paralarla askeri-sanayi kompleksine sürekli olarak sermaye akıtıldı.

OSB ağıyla artı değer sömürüsü ve dağın, taşın-ormanın yağması 

Ulusal baskının özel bir sermaye birikim koşuluna dönüştüğü bu gerçeklik içinde ilerleyen süreç yakın dönemde bambaşka bir nitelik kazandı.

Kürdistan, Türk tekelci burjuvazisi açısından ucuz emek, ucuz hammadde ve güvenlik temelli rant alanı olarak değer taşırken özgürlük mücadelesinin gücü, Kürt toplumsal yapısında-sınıfsal haritasında yaşanan dönüşümler, konumundan kaynaklı olarak sermayenin stratejik yatırım planları açısından kazandığı nitelik, bölgedeki dengeler ve uluslararası koşulların, işbölümünün değişmesi gibi faktörlerle giderek bir yatırım üssü olarak da anlam kazanmaya başladı.

Kürdistan’80 sonrasından başlayarak günümüzde başat bir sermaye birikim yöntemi haline gelen doğal kaynakların, yeraltı zenginliklerinin vahşi bir hırsla yağmalandığı özel bir coğrafya niteliği kazanmış durumdadır. Enerji tekellerinin en önemli yatırım alanı haline gelen coğrafya, kurulan OSB’lerle istenen hızda olmasa da kapitalist birikim sistemine entegre edilmektedir.

Topraksız yoksul köylülerin proleterleşme süreci çok öncesinden başlamıştı. Neoliberal politikalarla birlikte küçük ve orta ölçekli toprak sahipleri de fiilen proleterleşti. O açıdan da bölge büyük bir ucuz işgücü deposu niteliği kazandı. Düşünün ki, toprağı olan Urfalı köylüler bile bölge HES’lerle donatılıp sular hapsedilirken tarlalarını sulayamama derdi başta olmak üzere tarımsal girdi maliyetlerini karşılayamadıkları için sürekli gezer halde inşaat ya da mevsimlik tarım işçisi haline gelmiştir.

Bu sektörlerde öne çıkan şirketler enerji ve madende Zorlu, Kolin, Limak, Çalık, Erdemir. Bu şirketler baraj, HES, krom ve bakır madenciliği, enerji nakil hatları gibi alanlarda bölgeyi adeta soğurmaktadır. İnşaat ve altyapıda da pastanın büyüğü Kalyon, Limak, Rönesans, Cengiz ve YDA gibi büyük beton patronlarına sunulmaktadır. Tarım ve gıda sanayinde ise Koç, Ülker, Yıldız Holding öne çıkıyor.

Bu yatırımlar Kürt yoksullarının düşük ücretlerle çalıştırılması üzerinde yükseliyor. Elde edilen kâr ise bölgeye yatırım olarak dönmüyor, tekelci kapitalist sermaye birikimi için sanayi bölgelerine ya da para sermayeye tahvil ediliyor. Sadece Şırnak’ta onlarca maden ocağı var ve bunların çoğunluğu ruhsatsız-kaçak işletmeler. Yerel-küçük sermaye sahipleri tarafından işletilen bu ocaklar esasında büyük maden şirketleriyle şu ya da bu şekilde bağlantılı oldukları gibi bölgenin sosyo-ekonomik yapısı sınıf ilişkileri- toplumsal dengeler içinde de önemli bir yer tutmaktadır.

Bir üretim üssü yapma hayali, ama… 

Dünya ve bölgede yaşanan gelişmeler, Türk tekelci burjuvazisi ve devleti açısından uzun yıllardır masada bekletilen bir hayali yeniden canlandırıyor: Dört parça Kürdistan’ın fiilen Türkiye’ye entegre edilmesi.

Güney Kürdistan sermaye ve mal ihracı açısından uzun yıllardır bir pazar konumunda zaten. Askeri olarak da karakollarla çevrelenerek bu fiili duruma militarist-siyasal bir nitelik kazandırıldı. El Nusracı çetelerin iktidara getirilmesiyle birlikte Suriye’ye de bir Türkiye vilayeti muamelesi yapılmaktadır -ki zaten İdlip, Efrin gibi bölgeler uzun süredir çeteler üzerinden Türkiye denetimindedir. Rojava engelinin kaldırılmasıyla Suriye’ye -şimdilik siyasal olmasa bile- ekonomik olarak Türkiye’yle entegre bir pazar gözüyle bakılıyor. Önümüzdeki dönemde İran için de benzer planlar masada. Kapıda bekleyen bir operasyonla İran molla rejimi de dağıtıldığında Rojhilat’ın da bu bütünün parçası olması murat ediliyor.

Bu tablo, ekonomik altyapısı itibariyle diğer parçalardan daha gelişkin olan Kuzey Kürdistan’ın güçlü sanayi yatırımlarına olmasa bile belirli sektörlerde montaja dayalı üretim ya da tekstil gibi emek yoğun sektörlerde bir kapitalist üretim üssü olarak ele alınmasını getiriyor. Coğrafi yakınlık başta olmak üzere pek çok avantajın hesaplanması üzerinden gelişen bu projeksiyonda şimdiden azımsanmayacak ölçekte yol alınmış durumdadır.

Mardin’deki tablo genele ilişkin fikir veriyor

Bu açıdan Antep, Urfa, Malatya gibi kentler öne çıksa da mesela Mardin’deki OSB’ler de gerek sayı gerekse istihdam ettikleri işçi kapasitesiyle dikkat çekmektedir.

Kentte bulunan iki OSB’den birinin fabrika sayısının yaklaşık 200 olduğu belirtiliyor. İkinci OSB’de ise ilk etapta bazıları inşa aşamasında toplam 20 fabrikanın varlığından söz ediliyor. Bu OSB’lerin ilkinde veriler farklı olsa da aşağı yukarı 7-8 bin işçi, ikincisinde de bin 200 işçinin istihdam edildiği kaydediliyor. İlk OSB’de kurulu tesislerde şu alanlarda üretim yapılıyor: 78’i gıda ürünleri, 28’i tekstil, 5’i kimyasal ve kozmetik, 4’ü mobilya, 60’ı diğer sektörler.

Bazı kaynaklar faaliyete geçen işletme sayısının çok daha az olduğunu belirtseler de burada mesele hem doğrudan Güney Kürdistan ya da Suriye pazarına üretim yapan firmaların varlığı hem de bu firmaların çoğunun aslında tekelci burjuvaziye fason üretim yapan birer tedarikçi olmalarıdır.

Çoğu küçük ve orta ölçekli olup fason ya da yarı mamul üretim yapan bu firmalar, hem  uluslararası markalar için üretim yapan İstanbul’daki şirketlere fason üretim yapıyorlar hem de Antep, Urfa ve Malatya gibi Kürt kentlerinde yoğunlaşan ve bir kısmı İstanbul merkezli büyük fabrikalara fason üretim yapan firmaların taşeronluğunu yapıyorlar.

Yine gıda sektöründe un üretimiyle dikkat çeken firmaların bir kısmı Irak ve Suriye’ye doğrudan ihracat yaparken bir kısmı da Türkiye’deki gıda tekelleri için fason üretim yapmaktadır.

Kozmetikte Tansay ve benzeri firmalar büyük ulusal zincir markalara özel üretim yapıyor. Örneğin Türkiye’deki market zincirleri (A101, BİM, Şok vb.) için fason şampuan, deterjan, kolonya üretimi gibi.

İnşaat girdileri için üretim yapan firmalar, kendi markalarıyla satış yaptıkları gibi büyük inşaat tekellerine de parça tedarik edebiliyor. Yine Mardin, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Batman’daki kamu ve özel inşaat ihalelerine bu üreticiler tedarik sağlıyor. Dahası bu firmalar Güney Kürdistan’a da doğrudan ihracat yapıyor.

Mardin sadece bir örnek. Proleterleşen Kürt halkının ucuz emeği üzerinden bu bölgenin tam bir emek yoğun sömürü merkezi haline getirilmek istendiği açık. Kapitalistlerin dönem dönem bölgesel asgari ücretten bahsetmeleri bile geleceğe ilişkin planları açısından önemli bir veridir.

Buna rağmen büyük tekeller, ucuz işgücü olanakları vs.’yi dikkate almak yerine tamamen Kürdistan’ın spesifik önemi, bugüne kadarki katı ekonomik-sosyal politikalar temelinde orayı asıl olarak bir artı değer üretim merkezi olarak değil de varlıklarını yerle bir edecek şekilde soğurdukları bir ilhak olarak ele alıyorlar. OSB’lerin ve büyük tekellere bağlı fabrikaların taşındığı yerlerin asıl olarak İç Ege, İç Anadolu olması, Kürdistan’daki ucuz işgücüne rağmen bunun tercih edilmesi bile başlı başına manidardır.

Şimdilik asıl tercih doğanın, doğal kaynakların yağması

Bu noktadan bakınca sermaye de devleti de Kürdistan’la asıl olarak klasik kolonyalist bir yaklaşımla ilişkileniyor demek abes olmayacaktır. Bu yaklaşım, geçmişten beri süregelen yeraltı ve doğal kaynakların soğurulup tekelci sermayeye girdi olarak sunulması şeklinde özetleyeceğimiz politik hattın daha çıplak bir yağma ve talan siyasetine dönüşmesi anlamına gelmektedir.

Bu açıdan da yeraltı kaynaklarının, ormanların yağması üzerinden hızlı bir sermaye birikim alanı olarak ele alınması daha öncelikli bir yerde duruyor. Askeri militarist bir kuşatma altındaki Kürdistan’ın dağı, taşı, ormanı yerle bir ediliyor. Korucular ve asker gözetiminde kesilen ormanlarla hem askeri operasyonlar ve bölgenin kontrolü için doğal yapıya kastedilmekte hem kereste şirketlerine yüksek kârlarla satış yapılmakta hem de maden şirketleri için zemin düzlenmektedir.

Düşünün ki Gabar’daki petrol için geniş bir alan adeta tıraşlanmış durumda. Besta, Cudi iş makineleriyle yere bir edilmekte, bölgenin coğrafi yapısı militarist-askeri niyetlerle bozunuma uğratılırken, doğal kaynaklarının tekellere peşkeşi için de daha elverişli bir hale getirilmektedir.

Gabar petrolü, Besta ve Cudi’nin katli halka “iş olanaklarıyla” kabul ettirilmeye çalışılsa da yüksek kârlar getiren tüm bu yağma ve talandan bölgeye ve halkına hiçbir şey bırakılmamaktadır. Çıkarılan petrol de maden de esas olarak tekelci kapitalizmin merkezlerine sevk edilmekte, madenlerdeki kârlar da işletmeci yerel patronların cebine girmektedir. Yerel askeri ve sivil bürokrasi, korucular, devlete dayanak olan irili-ufaklı sermaye kesimleriyle uzayıp giden bir zincir buralarda yapılıp edilen talanın rantından çeşitli biçimlerde beslenmekte, beslendikçe de Kürt halkının sisteme entegre edilmesi için daha güçlü ve çapı genişleyen çıkar ağlarıyla dayanak haline gelmektedirler.

Malatya’dan Sivas’a, Erzurum’dan Erzincan’a Dersim’e, Van’dan Hakkari’ye, Ağrı’dan Siirt’e, Amed’den Mardin’e Şırnak’a kadar Kürdistan coğrafyasının hemen tüm illerinde yüzlerce maden arama ruhsatı dağıtılmış ve yüzlerce noktada maden arama çalışmaları başlamış, maden ocakları açılmış durumda.

Kürt illerinde sadece yerel küçük sermaye grupları değil büyük şirketler, tekelci burjuvazinin baş temsilcileri de maden işletmektedir.

Bunlardan en bilineni Cengiz Holding’in Mardin Mazıdağı’ndaki Eti Bakır A.Ş. bünyesinde fosfatın yan ürünlerle (çinko, kobalt) entegre işlendiği büyük bir tesis bulunuyor.

Aynı şekilde Eti Bakır’ın maden sahaları arasında Siirt de yer alıyor. Bu ocaklarda Kürt işçilerin hangi koşullarda çalıştığı yaşanan işçi katliamları üzerinden toplumsal gündem olmuştu.

Yine Sivas’ta Koç Holding’e bağlı Demir Export A.Ş., Kangal ilçesinde bulunan Bakırtepe Altın Madeni ve Divriği ilçesinde bulunan Taşlıtepe Demir Madeni’nde aktif olarak madencilik faaliyetleri yürütüldüğünü hatırlatalım.

Herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken bu başlıklar bir tarihsel gerçeği yeniden önümüzde koyuyor: Kürt sorunu basit bir politik tercihler sorunu değildir. Kürdistan ekonomisi-jeostratejik konumu-toplumsal yapısı ve ulusal özlemleriyle tekelci burjuvazi ve siyasi temsilcileri açısından halen en kritik konulardan biridir. Tarihsel yaklaşımında özsel bir değişim olmamıştır. Olması için ya Kürt toplumunun kapitalizme tam entegrasyonunun sağlanması ve ulusal özlemlerinden vazgeçmesi gerekmektedir ki bu, teorik olarak dahi çok uzun yılları alacak bir süreç meselesidir. Sorunun görece daha yakın ve mümkün olan çözüm yolu ise Kürt halkının kendi tayin hakkını eksiksiz ve ön koşulsuz olarak tanıyacak birleşik bir devrimin gerçekleşmesidir.

(*) 26 Nisan 1917 tarihli Rusça baskıya yazdığı önsözde Lenin, Kautsky ve diğer tüm sosyal şovenlerin kendi emperyalist tekellerinin-devletlerinin ilhakçılığını görünmez kılmaktaki ikiyüzlülüğüne işaret eder ve zamanın Çarlığının ağır sansür koşullarında kaleme alınan makalede Ezop dili kullanmak zorunda kaldığını belirterek şu hatırlatmayı yapar: “Dikkatli okur Japonya’nın yerine Rusya’yı, Kore’nin yerine ise Finlandiya’yı, Polonya’yı, Kurland’ı, Ukrayna’yı, Hiva’yı, Buhara’yı, Estonya’yı ve Büyük-Rus olmayanların oturduğu diğer bölgeleri koymakta güçlük çekmeyecektir.” Yani bir komünist olarak feodal bir imparatorluk olan Rus Çarlığının ilhakçı politikalarını görünmez kılmadığını, Kautsky gibi başka ilhakçı devletleri teşhir ederken kendi devletinin politikalarını görünmez kılmadığını anlatmak ister.

Devrimci Proletarya