İktidar zehirlenmesi tüm bünyesine yayılmış Erdoğan’ın kaybetme korkusu (birinci turda geçememesi bile onun açısından kaybetmektir özünde!) beyninin kıvrımlarına işlemiş durumda. Mevcut haliyle dermanı olmayan bir ruhsal hastalık halidir yaşadığı…
Son zamanlarda alanlarda ya da TV’lerde yaptığı konuşmalarda dile getirdikleri hem bu halin ama hem de hezeyandan beslenen bir umarsızlığın ifadesidir. Şatafatlı vaatlere bile gerek görmediği bu umarsızlık, hastalığın olduğu kadar neler yapabileceğinin de ifadesidir. Anlaşılan o ki Erdoğan bir kez daha “ben atı alıp yine de Üsküdar’ı geçeceğim” felsefesini her şeyin üzerine koymuş durumda.
Diğer adaylar somut ve güçlü programlara sahip olmasalar bile burjuva partilerin klasik seçim retoriklerinden kopamayıp, işçi-emekçilerin hayatlarına değecek türlü vaatler ileri sürerlerken Erdoğan’ın işi buzdolabı-fırın düzeyine çekecek kadar düşmüş olmasını anlamlandıracak en önemli nedenlerden birinin bu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Diğeri de bellidir: Kaybetme korkusunun yarattığı hezeyan haliyle yapılan sayıklamalardır karşı karşıya olduğumuz.
Önü açık olan, taze bir yol yürüyeceğinin heyecanını yaşayan bir siyasetçi (burjuva siyasetçi de olsa) yapıp ettiklerini çarpıtılmış bir nostaljiye konu etmez. Bıktırıcı bir geviş getirme haliyle aynı nakaratları hem de giderek absürt komedi düzeyine vardıracak bir eda ve söylemle yinelemez.
Cehaletin bunda payı yok mu, var elbette.
Fakat burada asıl mesele cehalet değil, içten içe kötürümleşmiş bir siyasi bünyenin bir çöküş kabusu yaşamasıdır. Elbette ki iktidar tutkusunun yarattığı saldırganlıkla birlikte…
Erdoğan’ın en son dillendirdiği ve aslında uzun süredir döne döne yinelediği için en son demenin de doğru olmadığı birkaç söyleme bakalım:
Çevreci ve devrimcilermiş!
-Halka çimlerinde yuvarlanabilecekleri parklar vadeden (mevcutları yağmaladığını unutmuşçasına!) Erdoğan, bu vaadini en son kendilerini “Biz artık çevreci ve devrimci bir ruha sahibiz” aforizmasıyla taçlandırdı!
“Biz artık” dediğine göre yaptıklarından ders çıkardığını ve bir özeleştiri verdiğini zannetmeyin. Ona göre onların hepsi geçmişte kalmıştır nitekim… Kastettiği; yağmalayıp-parsel parsel sattıkları, doğal güzellikleriyle yerle bir ettikleri kentlerin şimdi de ideolojikleşmiş temelde yeniden yağmaya açılması, bir kez daha yıkılıp yapılmasıdır.
Camilerle, “yatay mimari”yle, kıraathaneleri ve mesire alanlarıyla dinin toplumsal yaşamın, gündelik olanın kıvrımlarına taşınması, bu arada müteahhitler için üzerinde tepinecekleri yeni bir alanın hazırlanmasıdır sözkonusu olan…
“Büyük ustalık”!
-Parklarında yuvarlanılacak bu kentlerin “paran kadar” felsefesiyle inşa edileceklerini ise gizleyemedi Erdoğan.
Bu kentlerin, kendi döneminde yap-işlet-devret gibi bir soygun yöntemiyle inşa edilen o çok övündüğü köprülerinin (binlerce ağacın katli pahasına yapılan 3. Köprü namı diğer Yavuz Sultan Selim Köprüsü mesela!) parası olanlar için yapıldığını çekinmeksizin dile getirdi.
Ki işin gerçeğinin böyle olmadığını da hepimiz biliyoruz. Yap-işlet-devret modeliyle yapılan köprüyü inşa eden o firmaya günde 135 bin araç geçişi garantisi verildiğini, “parası olmayanlarımız” oradan geçemesek bile aslında vergilerimizle oluşan bütçenin bir kısmının oraya akıtıldığını, onu da geçtik 2 eski köprüden geçemeyen 3., 4., 5. sınıf araçların tamamının ve 2. Sınıf araçların bir kısmının bu yeni köprüye mecbur bırakıldıklarını biliyoruz…
İşçi ve emekçilere İslami yaşama uygun kentler inşa etmeyi vadeden, ama bunu bile onların ümüğüne basıp müteahhitlere yeni rant alanları açma kafasıyla planlayan, “paran kadar” esprisindeki ustalığını “büyük ustalık” mertebesine çıkarmaya hazırlanan Erdoğan’ın özünde tükenmişliği ifade eden her vaadi “boynunuza taktığımız ilmiği biraz daha sıkacağız anlamına” geliyor kısacası.
-Kaç keredir yapıp ettiklerini sayarken işi absürt düzeye vardırıp, iktidara geldiklerinde buzdolabı en son da fırın kıtlığı olduğundan dem vuran Erdoğan’ın zaman-mekan mevhumundan tümüyle kopmuş nevrotik bir kişilik haline geldiğini söylemek abes olmayacaktır.
Çözülme sürecinin yarattığı iç depremlerin nevrozlarla dışavurumudur sözkonusu olan. Bu açıdan insan söyleyecek söz bulamıyor…
Mitomani değil de nedir?
-Diplomasızlığı sayısız kere tescillenmiş Erdoğan’ın muhaliflerini kastederek, “Bize ne iftiralar attılar, ‘Üniversite mezunu değil’ bile dediler” sözleriyse söylediği yalana dönüp kendisi inanan ve kurguladığı “yeni gerçeği”sahici bir şeymiş gibi pazarlayan bir hastalığın belirtisidir.
Bu hastalığın adı mitomanidir.
Erdoğan giderek mitomanik bir kişiliğe dönüşüyor. Kaygı, güvensizlik, kendine güvenmeme, ilgi çekme halinin tetiklediği bu hastalıkta yalan artık süreklileşmiş bir olguya dönüşür. Kişi süreklileşmiş bir şekilde amaçlı ya da amaçsızca yalan söyler. Giderek yalan söylemeye büyük istek duymaya başlar, yalanı durduramaz… Artık onlardan oluşan bir evrene hapseder kendisini.
Son zamanlarda ardı ardına sıraladığı yalanlara bakacak olursak Erdoğan’ın bu hastalıktan ve onu tetikleyen nedenlerden mustarip olduğunu anlamak güç değil.
Böyle bir siyasetçinin yarın sandıktan kendisini çıkarmak için yap(a)mayacağı bir şey yoktur. Yalanı dilinin kemiği haline getiren birinin hileye-hurdaya-pişkinliğe-küstahlık ve zorbalığa bitişik bir yerde durduğunuysa anlamak güç değildir, yaşayıp görüyoruz da…
Bu, bu kadar açıktır. Mesele ipliğini kendisi pazara çıkaran bu güruhu söküp atacak o “dip dalganın” üzerinde nasıl sörf yapılacağı ve bunun kim tarafından gerçekleştirileceğidir.