Zeynep Zeytinci
İnsanlık tarihinde bazı dönemler vardır. Geriye dönüp bu dönemlere baktığımızda bizde dehşet, şaşkınlık uyandıran dönemler… Toplu katliamlar, soykırımlar, toplu bir delilik hali. Vahşetin ya da kötülüğün kendisi değildir insanda bu akıl havsala almama duygusunu uyandıran. Asıl akıl almaz gibi gelen şey, tüm bunlara seyirci kalan, sessizce bekleyen, mecbur olduğunu düşündüğü oranda bu kötülüğe ortak olan “sıradan insan”dır. Normal zamanlarda, “normal”, “iyi” ve “sıradan” olan insandır.
Sebastian Haffner’ın kaleme aldığı ve ölümünden çok sonra oğlu tarafından tesadüfen bulunup, kitaplaştırılan notları “Bir Alman’ın Hikayesi”, 1914-1933 yılları arasındaki Almanya’yı, ama esas olarak da olağan koşullarda “iyi bir insan”, “topluma yararlı bir vatandaş” olan sıradan Alman’ın; olağanüstü koşullarda, tarihin en dehşet verici iktidarlarından olan Nazilerin bir parçası olarak, tüm soykırım ve katliamların nasıl hem seyircisi hem de uygulayıcısına dönüştüğünün hikayesini anlatıyor.
Yazar kitaba, 1914 yılından, kendisinin henüz küçük bir çocuk olduğu 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlangıcıyla giriş yapıyor. Bu bölümde esas vurgulanan savaşın kendisi ve kendi yaşıtı çocuklar üzerinde yarattığı fantastik, heyecan verici duygu. Savaş alanından gün be gün gelen haberler, ilerlenen mevziler, esir alınan askerler, ele geçirilen malzemelerin konu olduğu ordu bültenleri, o dönem için yazarın kendisi ve “sıradan Alman” için bir nihai zafer beklentisiyle izlenir.
Yazara göre tam da bu dönem, toplumu, Nazilerin kuracağı iktidara hazırlayan ve ona göre şekillendiren dönemin ta kendisi olur:
Daha sonra Nazizm’e birçok şey yardım edecek ve mahiyetinde ufak tefek değişikliklere neden olacaktır, ama Nazizm’in kökü hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi “cephede yaşananlarda” değil. Cephede bizzat savaşmış nesil, bir bütün olarak bakıldığında daha az hakiki Nazi üretmiştir ve bugün de daha ziyade “homurdanan ve şikayet edenlerden” müteşekkildir, çok da doğaldır bu durum, çünkü savaşı bir gerçeklik olarak yaşamış olanlar onu ekseriyetle bambaşka değerlendirirler. (İstisnaları da belirtmek gerekir; Ebedi savaşçılar. Bütün korkunçluğuna rağmen savaşın gerçekliğinde kendi hayat tarzlarını bulmuş ve bulmaya devam edenler- ve sonsuza dek “hezimete uğramışlar”, ki bunlar savaşın getirdiği dehşet ve yıkımı geçmişte de bugün de sevinç çığlıklarıyla yaşar. Onu, hiçbir zaman başa çıkamadıkları hayattan aldıkları intikam olarak algılarlar. İlk gruba belki Göring örnek olabilir, ikincisine ise kesinlikle Hitler) ama Nazizm’in gerçek nesli, savaşı gerçekliğinden hiç rahatsız olmadan, fiilen hiçbir zorlukla karşılaşmadan büyük bir oyun olarak yaşamış, 1900 ile 1910 arasındaki on yılda doğanlardır.
Yazarın anlatımı 1933 yılına kadar devam eder.
1918 ve sonrası Almanya için savaşın yenilgiyle sonuçlanması hemen ardından devrim-yenilgiler ve toplumu kasıp kavuran ekonomik krizle gelir; toplum için siyasal ve ekonomik açıdan oldukça ağır bir süreç olarak devam eder.
Nihai zafer beklentisi yerle bir olmuş; Mark, Dolar karşısında günden güne uçuk bir şekilde erimiştir.
Bir gün bir aileyi ay boyunca geçindiren normal memur maaşı, ertesi gün ancak bir paket sigara olabilecek şekilde erir. Ekonominin bu kadar çalkantılı olduğu bu dönemde, toplumun bir kısmı bir anda yoksullaşıp, tüm varlıklarını kaybederken; bir yandan da borsa tahvilleriyle zenginleşen ve krizi fırsata çeviren bir kesim türer. Daha girişimci ve daha saldırgan olan bir nesil… Almanya’nın bu döneminde yaşam, bazıları için tek gecede çöküş, intihar, yokluk halini alırken; daha “canlı”, “atak” olan bir nesil için de bir gecede zenginlik halini alır.
1924-1929 yılları arasında yaşanan kısa bir barış ve sakinlik döneminin ardından 1930 yılında Nazilerin seçimle meclise girmesiyle Nazi iktidarının resmi temelleri atılır.
Nazilere dair, soykırıma, katliama, toplama kamplarına, insanı dehşete düşüren o döneme ait pek çok anlatı, tanıklık, kitap, film, belgesel mevcut. Sebastian Haffner’ı belki biraz ayıran şeyse, kendisinin bir direnişçi değil, sıradan, eğitimli ve kendine ait değerleri olan bir insan olması. Naziler için aralarına katmak istedikleri Ari ırk. En yakın arkadaşı ve sevgilisi Yahudi olan, kendine ait değerler sistemine sahip okumayı, yazmayı seven eğitimli bir genç adam.
Yazarı en iyi anlatan da kitabının arkasında yer alan şu paragraf:
Devlet, münferit kişiden, arkadaşlarından kopmasını, sevgilisini terk etmesini, kendi fikirlerinden vazgeçip önüne konan fikirleri benimsemesini, insanları alıştığından farklı bir şekilde selamlamasını, hoşlandığından farklı şeyler yemesini ve içmesini, boş zamanını nefret ettiği birtakım faaliyetler için heba etmesini, bütünüyle reddettiği maceralar için kendisini emre amade kılmasını, geçmişini ve benliğini reddetmesini ve bütün bunları yaparken her an yoğun bir coşku ve minnettarlık göstermesini, korkunç tehditler savurarak talep eder. Münferit şahıs bir kahraman olarak doğmamıştır, hele şehit olmak aklından bile geçmez. Sıradan bir insandır, birçok zaafı vardır… ama kendisinden talep edilenleri istemez, bu nedenle düelloyu kabul eder- pek heyecanlı değildir, daha ziyade omuzlarını silkerek kabul eder düelloyu, ama diğer taraftan da sessiz bir kararlılık içindedir, yılmayacaktır.
Kitabın asıl çarpıcı yanı, olağan şartlarda “sıradan” ve “iyi” olan insanın, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan Nazi döneminin, önce sessizce seyirci kalarak, sonra da bir fiil katılarak bir parçası haline gelmesinin hikayesi olmasında yatıyor. Bu hikayeyi okurken,-ki asıl kıyım ve dehşetin henüz başlamadığı 1933 yılında yarım kalarak bitmesine rağmen- hissedilen duygu, “tüm bunlardan sandığımız kadar uzak mıyız?”dır.
Toplumsal olarak, birey olarak seyirci kaldığımız, sessiz kaldığımız, alışıp kanıksadığımız ve gündelik hayatımıza insanlık dışı- normal olmayan, olmaması gereken tüm olaylara rağmen devam ettiğimiz her yeni gün, daha kötü, daha çürümüş insani olarak daha da gerilemiş yeni bir toplum yaratmıyor muyuz? Bunun bir parçası olmuyor muyuz?
Kitaba dönersek Nazizm’in bir kara leke olarak düştüğü Alman insanının tarihinde, yaşanan tüm katliamlarda, Yahudi soykırımında, cinayetlerde, infazlarda, işgal ve savaşta sadece kemikleşmiş Naziler mi yer aldı? Alman toplumu bu süreçlerde neredeydi? Alman insanının ruh hali neydi? ”İnsanlar katılmaya başladılar, önce korkudan, ama insan bir kere katılmaya başladıktan sonra artık bunu korkudan yapmak istemiyordu- bu alçakça ve pespaye bir şey olurdu, değil mi? Bu nedenle de parçası olunan şeyin gerektirdiği zihniyet bilahare tamamlanıyordu. İşte nasyonal sosyalist devrimin zaferinin temelini bu durum oluşturuyordu”.