Oltayla kaya balığı avcılığı ustalık isteyen özel bir yetenek gerektirir. Kaya balığı hantal görüntüsünün aksine ok kadar hızlı dalar avına. Avını kapar kapmaz göz açıp kapamaya dahi fırsat vermeden kaya aralığına girer. Kaya balığını oradan çıkartmak imkansızdır. Oltayı oradan kurtarmanın tek yolu misinayı kesmektir. Bu yüzden piyasa değeri yüksek olmasına rağmen kendisine benim diyen balıkçı oltasına kaya balığının takılmasını istemez.
Laz Anasının ortanca oğluna kaya balığını yakalamanın bütün ustalığını öğreten ve bu yöntemi hiçbir balıkçıya öğretmemesini tembih eden Yarım Gavur, ortadan kaybolduğunda, ortanca oğlan kaya balığı yakalama sanatının üstadı olmuştu bile.
Yarım Gavur’un geldiği gibi bir anda ortadan kayboluvermesi ortanca oğlanı oldukça sarsmasına rağmen yöredeki diğer balıkçılar tarafından sevinçle karşılanmışa benziyordu. Neredeyse hiçbir zaman balıktan eli boş dönmeyen Yarım Gavur yüzünden kasabalılar tarafından beceriksiz olarak görülmelerinin önü alınmıştı artık. Fakat Yarım Gavur’un balık yakalamadaki ustalığı uzun süre kasabalılar tarafından efsaneleştirilerek konuşulmaya devam etmişti.
Laz Anası da, diğer balıkçılar gibi olmasa da, Yarım Gavur’un ortalardan kaybolmasına neredeyse sevinmiş, ortanca oğlunun artık eve geleceğini sanmış, kısa sürede da yanıldığını anlamıştı. Ortanca oğlan artık haftada, hatta on günde bir eve uğrar olmuş, eve geldiğinde de Yarım Gavur’la geçirdiği uzun aylardan kalma bir alışkanlıkla olsa gerek, evin bahçesine yaktığı ateşin kıyısında uyur olmuştu. Bu kadarı da fazla oluyordu artık. Laz Anası, Yarım Gavur’un ortalıktan kaybolmasına şimdi de içten içe üzülür olmuştu. Yarım Gavur buralardayken en azından onu nerede bulacağını biliyor ve daha az meraklanıyordu. Şimdilerde ise Laz Anasının “Kaç gündür nerelerdesin oğlum?” sözlerine ortanca oğlan “Deniz kıyısındaki mağarada kalıyorum” diyerek konuyu kapatıyor, fazla da bir şey anlatmıyordu.
Laz Anası sonunda çareyi, eşinin emekli olmasını da fırsat bilerek, şehre taşınma fikrinde bulmuştu. Ortanca oğlunu “balıkçılık” sevdasından vazgeçireceğini hesap ederek eşini ikna etmiş, yola koyulmuştu bile. Laz Anasının şehre taşınma fikri kısmen de olsa işe yaramışa benziyordu; en azından şimdilik öyle görünüyordu. Şehre taşınmak ortanca oğlanı balık sevdasından vazgeçirememişti ama en azından artık sık sık balığa çıkmıyor, çıksa da bir iki gün kalıp eve geri dönüyordu.
Laz Anasının evinde akşam hep birlikte sofraya oturmak alışılagelen bir alışkanlıktan çok, tüm ailenin birlikte sohbet etmesinin bir aracıydı. Evdeki tüm sorunlar bu sofrada konuşulur, istekler bu sofrada dile getirilirdi. İşte yine böylesi bir akşam yemeğinde, ortanca oğlan artık evden ayrılacağını ve balıkçılık yapmak için kasabada küçük bir ev tutacağını açıkladığında, hem yemeğin tadı kaçmış, hem de Laz Anasının şehre taşınmasının ortanca oğlunu ‘düzelteceği’ umudunu uçup gitmişti. Kimse ortanca oğlanın bu isteğine karşı çıkmamış, hatta Laz Anası istemeye istemeye de olsa evdeki kimi fazla eşyaları ortanca oğlana vermek için hazırlıklara başlamıştı. Eşyalar hazırlanarak evin bir köşesine yığıldığı halde ortanca oğlanın kasabaya taşınması kimsenin bilmediği bir nedenle, ha bugün ha yarın ertelenip duruyordu. Günler geçmesine rağmen, ortanca oğlan sanki kasabaya taşınmak istediğini hiç söylememiş gibi ses seda çıkarmıyordu. Laz Anası bu durumdan memnun olmasına rağmen, fırtınadan önceki sessizliğin kısa süre sonra bozulacağı, ortanca oğlanın aniden çekip gideceği tedirginliğiyle sessizce bekliyordu.
Sessizlik uzun sürdü, ortanca oğlan başta olmak üzere ağız birliğine varmışçasına kasabaya taşınma konusunu kimse bir daha açmamıştı. Konu kapanmış gibi kabul görüyor, Laz Anası rahatlamışsa benziyordu; nihayet her şey yoluna girmeye başlamıştı.
Laz Anasının eşi emekli ikramiyesiyle iyi bir restoran devralmış, işleri de oldukça iyi gitmeye başlamıştı. Büyük kız çeyizini tamamlamış, evlilik tarihine gün sayıyordu. Küçük kız ise aile geleneğini bozmayarak okulu terk etmiş ve nişanlanmıştı. Güvercinlerinden asla vazgeçmeyen büyük oğlanında işleri yolundaydı. Tek kaygılandığı ortanca oğlan da yavaş yavaş ‘düzelmeye’ başlamış, babasının devraldığı restoranda çalışmaya başlamıştı. Buna rağmen ara ara kasabaya balık tutmaya gitmekten vazgeçmemişti.
Büyük oğlandan olan torun ise ilk adımlarını atmanın ötesinde erkenden konuşmaya başlamıştı bile. Allahtan daha ne isterdi ki?.. Zaten dinine oldukça düşkün olan Laz Anası Allah’tan bir şeyler istemek yerine artık ona verme zamanının geldiğinin de farkındaydı. Aslına bakılırsa küçüklüğünden bu yana hep Allah sevgisi ve korkusuyla yetiştirilmiş, oldukça dindar bir aile yapısı içinde büyütülmüştü. Yaşının ilerlemesi ise dini görevlerini yerine getirmesini daha da kamçılayarak hızlandırmıştı sadece. Laz Anası beş vakit namazını aksatmadan kılarak, kara çarşafına bürünüp dini görevlerini harfiyen yerine getirmeye özen gösteriyordu. Tüm bunları ise aile geleneğinden gelen bir basınçla değil, bu gelenekten edindiği gönüllü bir inanç çerçevesinde yapıyordu. Babasının çevresinde hacı olarak tanınması, kendisinden beş yaş küçük olan erkek kardeşinin genç yaşına rağmen hacı olma mertebesine yükselmesi, yine kendinden küçük olan ve çevresinde dinine bağlı olarak bilinen kız kardeşinin, yaz aylarında komşu çocuklarına vaazlar vermesi, annesinin ise tartışmasız dini bütün kadın olması, Laz Anasının kuşaktan kuşağa din konusundaki bağlılığını gözler önüne sermekteydi. İşin aslı, Laz Anasının evinde büyük kızdan başka dini bütün kimse yoktu. Böyle olmasına rağmen ev içerisinde Laz Anasının dini vecibeleri ağır basar, Ramazan’da dahi rakı içmekte sakınca görmeyen eşi bile, Laz Anasının din konusunda sözüne hak verir görünürdü.
[Sürecek]