[Aşağıdaki metin, TİKB’nin 12 Eylül öncesi kuşak kadrolarından Esmahan Ekinci’yle o dönemin mücadele koşulları ve o yıllara dair tanıklıkları konusunda yapılan bir sohbetin ikinci kısmıdır. Sohbetin özet bir bölümü Devrimci Proletarya dergisinin Ocak-Şubat 2024 tarihli 3. Sayısında yayınlanmıştır.]
12 Mart öncesinden itibaren işçi sınıfı içinde çalışmayı esas alan proleter sosyalist bir ideolojik hat ve anlayışa sahip olmamıza karşın o dönemin koşullarında sınıf çalışması alanında iz bırakan bir pratiğimiz olmamıştı. Bu konuda sonuç alıcı anlamlı ilk adımlar 12 Mart ertesinde atılmış. Fatih’in Adana’ya gidişi, dönemin önder kadrolarının İstanbul’a yerleşmeleri bu yönelimin sonucu. HK ile birleşme öncesinden başlayarak öğrenci hareketi içinde örgütlenip öne çıkan kadroların sınıf çalışmasına kaydırılmaları, fabrikalara ve sendikalara yönlendirilmeleri politikası da öyle. Fakat o yönelim kalıcı sonuçlar üretemeden THKO’yla birleşme sonrası tavsayıp bir anlamda kesintiye uğradı. Sınıfa yönelimi esas alıp başa yazmanın yerini öğrenci gençlik içinde güç olmayı öne çıkarıp gazete etrafında örgütlenmeyi esas alan dergicilik pratiği aldı.
1979-’80 süreci bu bakımdan bizim ‘unuttuğumuz’ çizgi ve geleneklerimizi tekrar hatırlayıp hayata geçirmeye yönelmemizin ilk adımlarıydı. O yüzden vurgu daha çok teorik kavrayış üzerine yapılıyordu. Herkesin süreci kavraması için okumaya çok önem veriliyordu. Teorik bilgiye çok önem veriliyordu, ama okuma dediğimiz şey de akademik okuma değil, pratiğe dönük devrimci bir okumaydı. Bunu anlamayan kimilerinde bu, önce okuyalım, sonra pratik yapalım gibi devrimcilikten uzak mekanik anlayışlara dönüştü.
O süreçte teorik kavrayış çok önemliydi, bunu kavrayamayanlar kendisini boşlukta buluyordu. O nedenle, Marksizm-Leninizm’i ve onun yöntemini anlamak, pratikle teorinin bütünlüğünü koruyabilmek bizim için o dönem hakikaten olmazsa olmazdı. Örgütün çizgisi yeni inşa ediliyordu, pratiğe dönük yazılar daha yeniydi, o yüzden Orak-Çekiç bizim için çok değerliydi. Onun anlamı ve değeri ondandı. Orak Çekiç bizler için bir soluk borusuydu. Nefes aldığımız, kendimizi bulduğumuz, “işte bu!” diyerek karşıladığımız fikirlerin bize ulaştığı bir kanaldı. O yüzden de bizim için önemi çok fazlaydı o dönem.
Dönem bir yönüyle çok hareketli ama bir yönüyle de belirsizliklerle dolu bir dönemdi. O çalkantı içinde yolunu şaşırmamak, yönünü kaybetmemek her şeyden önce teorik bir kavrayış ve bilinç açıklığı gerektiriyordu. Üstelik biz bir kuruluş aşamasındaydık. Dönemi teorik olarak kavrayan insanlar farklılıklarıyla hemen öne çıkıyorlardı, o önderlik vasfını hemen ortaya koyabiliyorlardı. Kavrayışlarıyla öne çıkıp önderlik vasfına sahip olduklarını gösterenler bunu pratiğe de taşıyor, pratikte de gösteriyorlardı. Yaşanan süreç çok hızlı, yoğun ve kısa olduğu için ortaya konulan bütün politikalar birebir uygulandı demek abes olur. Ama temel çizgiler kendini pratikte de gösterdi.
Ataman’ı işte böyle bir süreç içinden görmek gerekiyor. Böyle bir sürecin içinde Ataman o dönem bizim çizgimizi ve politikalarımızı iyi kavrayan, bunu hayata geçiren, militan bir pratik ve teori ilişkisini kendisinde cisimleştirmiş, o politikaları uygulamakla kalmayıp geliştiren bir insan olarak bilincimde yer etti.
Kendi adıma işçi çalışmasının nasıl olması gerektiğini ondan öğrendim. Yani o hem yaşayarak hem yaşatarak bunu pratikte bize çok güzel göstermişti. Bir prototip olmuştu bizim açımızdan. Güzel bir prototip… Onun örgütlenmedeki değeri, sıradan bir örgütlenmeyi becermesi değil örgütlenme anlayışını politikamız doğrultusunda yaşama geçirmesindeydi. Yoksa örgütçülükte becerikli o kadar çok insan var ki, sendikalar ve dernekler öyle insanlarla dolu. O anlamıyla Ataman tipi örgütçülüğün farkı, teoriyle pratiği diyalektik bir bütünlük içerisinde birleştirebilen, her şeye sınıf odağından bakan, sınıfı da devrim ve iktidar perspektifiyle eğitip örgütlemeyi esas alan bir örgütçülüktü. Amacı işçiyi kendine kazanmak değil, işçiyi kendi mücadelesine kazanmak olan bir örgütçülük.
Abartılı gelebilir belki ama şöyle bir şey vardır: Bizim proletarya diktatörlüğü dediğimiz şey, işte bir gün iktidarı alacaksın da sonra işçilerin eline vereceksin şeklinde gerçekleşmez. Sınıfı proletarya diktatörlüğüne hazırlamak bugünden, onu örgütlemeye çalıştığın andan itibaren başlaması gereken bir süreçtir. Örgütlediğin işçinin eline iktidarı bugünden verecek, ona yönetme becerisini bugünden kazandıracak çok yönlü bir eğitim, bilinçlendirme ve hazırlama sürecidir. Bu eğitim de ancak pratik içinde olur. Örgütlediğin her işçi birilerinin ağzına bakan, onun sözüyle hareket eden değil örgütlü hareket etmenin kazandırdığı özgüvenle hareket etmeyi içselleştirdiği ölçüde yönetmeyi de öğrenmeye başlamış demektir. O pratik içinde kendi mücadelesini yönetebildiğini fark etmeli. Bu farkındalığı sağladığın zaman o işçinin proletarya diktatörlüğünü anlayıp kafasında canlandırması da kolay olur. Sadece kendisine söyleneni yapan birine “proletaryanın kendi kendini yönetmesi” de, “aaa, ben nasıl yaparım?” diye ürker. Ama sen onu mücadele içerisinde kendini yönetebilen, kendi mücadelesine dair kararlarını alabilen, kendi mücadelesi için perspektifler hazırlayabilen, kendisi için bir şeyler yapabilen bir sınıf hareketi içerisindeki bir birimde örgütle, bu temelde eğitip deneyim kazandır o işçi o andan itibaren proletarya diktatörlüğünü sahiplenmiştir zaten.
Bu perspektif bizim Halkın Kurtuluşu’ndan ayrılık sonrası kuruluş sürecinde de çok tartışılan konulardan biriydi. Yani o pasif işçi sınıfını eğiteceksin, onları bilinçlendireceksin, sonra ayrı birileri gelip onlar adına iktidar olacak şeklinde bir devrim-devrimcilik anlayışımız yoktu. O dönem proletarya diktatörlüğünü genel anlamda savunan başkalarından farklı düşündüğümüz noktalardan biri de buydu. Onların taraftarlarıyla yaptığımız tartışmalarda çoğu kez, “Siz proletarya diktatörlüğünü mekanik kavrıyorsunuz, onun gerçekte ne anlama geldiğinin farkında değilsiniz” diyorduk ama bunu da anlamıyorlardı. Yani bu farkındalık şuydu: Sen sınıfa bugünden başlayarak mücadele içerisinde kendilerini yönetmeyi öğretirsen, iktidar bilinci ve deneyimini pratik içinde adım adım işleyip kazandırabilirsen proletarya diktatörlüğü fikrinin hakkını vermiş olursun. Yoksa “günün birinde sana iktidarı vereceğim” demekle proletarya diktatörlüğü savunulmuş ve kurulmuş olmaz. O başka bir şey olur. O dönemki toplantılarımızda sınıfın örgütlenmesi üzerine konuşmalarda işçilerin iradesini ortaya çıkartacak incelikleri düşünmemizi, o incelikleri ortaya çıkarabilme üzerine kafa yormamızı proletarya diktatörlüğü fikrinin pratiğe taşıma çabası olarak görüyorum ben bugün.
İnsanların kolektif bilincinin oluşması üzerine söylenecek çok şey var. O ayrı bir alan. Benim vurgulamaya çalıştığım şey o dönemin ihtiyacı. Herhangi bir devrimcilikten farklı, sosyalizmi hedefleyen devrimci bir örgütlenmenin farkının nerede yattığı. Bizim hayata geçirmeye çalıştığımız şey buydu. Çünkü ’80 öncesi dönemde birçok insan örgütlüydü zaten. Yani hemşeri dernekleri dahil insanlar şu ya da bu örgüttendi. O anlamda bir boşluk hissetmiyordu insanlar. Çünkü her koşulda örgütlenecek bir alan buluyorlardı. O dönemin bugünden bir farkı da oydu, bugün hakikaten insanların hemşeri derneğine bile ihtiyaçları var. O dönem örgütler birbirinden insan kapıyordu. O kadar çok örgüt vardı ki bu açıdan bir boşluk hissedilmiyordu. O zaman bizim farkımız olmalıydı. Herkesin bir yerde, bir biçimde örgütlü olduğu bir dönemde bizi yaratan o farkı yakalamamızdır. Bu açıdan o günler bugünle aynı değil. Hiç alakası yok.
Örgütlenme anlayışı olarak o günün örgütlenme anlayışı niye böyleydi? Onu anlatmak istiyorum. Bugün mesela bir dernek kurmak bile hakikaten büyük bir enerji gerektiriyor. O dönem ise her kahve bir dernekti zaten. O anlamda örgütlenmenin bu kadar yaygın olduğu bir ortamda doğru ekseni koyabilmek önceliğimizdi. Doğru eksenden kastım, işçi sınıfını merkeze koyan militan sosyalist bir çizgi ve pratik ortaya koymaktı. O yüzden biz o çizgilerimizi netleştirmek ve görünür kılmak zorundaydık. Yoksa bir sürü örgüt vardı ve herkes hemşericilikle ya da işte kafa kol yöntemleriyle insan örgütlüyordu. Bu çok kolaydı. Bizimki biraz farklıydı. Kendi doğrumuzdan gitmek zorundaydık.
Bunları o gün belki bu kadar net fark etmiyordum. İçindeyken ben de fark etmiyordum; sonraki yıllarda okudukça, teorik-siyasal bilgim arttıkça bunları daha iyi yerine oturtabildim, Yoksa o dönem biraz da “olması gerekir” diye yaptığımız şeylerdi bunlar. Hem o zaman zaten pratiğin içinde, o günün olayları içinde çok bütünlüklü düşünemiyorsun. Kendi çerçevende düşünüyorsun ama sonradan insan deneyim kazandıkça, teorik birikimi geliştikçe birçok şeyi daha iyi anlıyor, onlar o zaman yerine oturuyor. O yüzden bunları şimdi böyle konuşuyorsam o gün böyle anlamıyordum. Ama şimdi geriye dönük bakınca o günün ihtiyaçları buydu. Bunu şimdi görebiliyorsun.
Önder yoldaşların bunları o gün ortaya koyabilmiş olmaları onların değerini daha da arttırıyor. O anlamda onların o kargaşa içerisinde, o örgütlenme bolluğunda bu perspektifi kavrayıp bu perspektifle yola çıkabilmiş olmaları çok anlamlı ve değerli. İşte Osman’ı Osman, Fatih’i Fatih yapan çizgilerdi bunlar. Onları değerli kılan bunlardı. O günlerin tozu-dumanı içinde bizi biz yapacak çizgiyi ortaya koymakla kalmayıp bunu hayata geçirmekteki ısrarları, tek yanlı bir pratiğin cazibesi ve kolaylığına kapılmayıp teori ve pratiğin diyalektik bütünlüğünü kurarak militan bir sınıf perspektifiyle hareket etmeleri önemliydi. Onların o gün koyduğu mücadele perspektifinin bugün hâlâ geçerli olması, bugün de savunmamız gereken bir çizgi haline gelmesi o günlerde yapılmaya çalışılanların değerini bugün daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Ama o çizgi o gün öyle hayata geçirilmeye çalışılıyordu, bugün de böyle yapalım anlamına gelmiyor bu. O günün koşulları farklıydı, önceliklerimiz farklıydı. Hani o laf var ya, demirden leblebi. Biz o zaman demirden leblebi olmak amacındaydık. Onun için uğraşıyorduk. Diyalektik bir bütünlük içerisinde pratikle teoriyi bütünleştirmiş bir çekirdek olmak hedefindeydik ve o hedefi belirli ölçülerde sağlayabildik. Ama şimdi bunları anlatırken bugün öyle yapalım demiyorum. Şu anlamda: O çekirdeği bozmadan o günün koşullarında çeperi oluşturma süreciydi bu. Ama bugün çok daha farklı koşullarda, farklı bir çeperin içerisindeyiz. O çekirdek devam ediyor bizim anlayış olarak. O çekirdek bozulmadı. O çekirdek devam ediyor. O bir kültür ve gelenek olarak devam ediyor ama bugün o çekirdeğin çeperindeki koşullar çok farklı. O yüzden bunları anlatırken geçmişte böyle yaptık, bugün de aynısını yapalım diye anlatmıyorum. O çekirdeğin oluşum sürecini anlatıyorum.
Ve Ataman da bu çekirdeğin oluşum sürecinde yer alan ve pratiğiyle bunu bize öğreten, sınıf hareketi içerisinde bize öğreten önder yoldaşlarımızdan biri olduğu için onu anlatıyorum. O çekirdeğin oluşumunda Ataman’ın çok büyük değeri vardı; teorinin ve politikamızın pratikte nasıl olması gerektiğini yaşamıyla bize öğreten birisiydi. Ataman’ın değeri o çekirdeğin oluşumundaki emekleriydi. Bu hiçbir zaman unutulmayacak bir değer.
Ataman’ın değerini böyle anlatmaya çalıştım. Ama diğer taraftan bugün de aynısı mı olmalı? Bu başka bir tartışma konusu, bunu demiyorum. Bu yanlış anlaşılmamalıdır, bunu demiyorum. O gün böyle yaptık, bugün de böyle yapalım değil. O gün çekirdeğin oluşumu için bunlar yapıldı. O çekirdek oluştu. Bugün o çekirdeğin yapısını bozmadan, o çekirdeğin dokusunu, hücrelerini, ruhunu bozmadan ama yaratıcı bir biçimde onu büyütmek gerekiyor. O ruh hali bugün zaten yerleşmiş durumda. Ama büyütülmesi, güçlendirilmesi gerekiyor. O gün bir sürü farklı yapının arasında o ruhu oluşturmak için nasıl böyle bir emek, böyle bir çaba sarf edildiyse bugün de onu büyütmek için emek harcamak gerekiyor.
Bugün yeniden yaratıcı olmak zorundayız artık. Yani şöyle bir şey var: O çekirdeğin çeperlerindeki yapı değişti. Biz yıllardır o çekirdeğin ruhunu korumaya çalıştık ama koşullar değişti. Şimdi şöyle düşünemeyiz: Koşullar ve çeperlerin değiştiği halde her şey yine eskisi gibi olsun diyemezsin, değişmiş artık. Ama geçmişte yoldaşlar birçok örgütlenmeye rağmen, birçok yapıya rağmen, birçok kolaylığa rağmen o çekirdeği oluşturmak için nasıl yaratıcı bir ruh sergiledilerse, yaratıcı bir ruhla o dönemin çekirdeğini oluşturdularsa bugün yeniden yaratıcı bir ruhla o çekirdeğin etrafındaki çeperi tekrar kurmak gerekiyor. Yani düz bir şekilde dün bugün olmuyor. Çekirdeğin etrafında, dünyayı kavrayarak o çekirdeğin dokusunu, ruhunu bozmadan, yapısını bozmadan bu çekirdeğe uygun yaratıcılıklar gerekiyor. Ataman’ı anlatırken onun yaratıcı özelliklerine o yüzden vurgu yaptım.
Ataman o yaratıcılığı gerçekleştiren bir yoldaştı işte. O dönem örnek yoktu, daha önce söylediğim gibi önümüzde hazır bir örnek yoktu. Ataman sınıf çalışmasında bu yaratıcılığı sergileyen, bize de gösteren ve uygulayan bir insandı. Kimse ona şunu şöyle yap bunu böyle yap diye hazır bir reçete sunmuyordu. Tabii ki bir çizgimiz ve politikalarımız vardı. Ama bunları yaratıcı biçimlerde hayata geçirmek gerekiyordu. Teoriyle pratiği birleştirmek gerekiyordu. İşte Ataman bu birleştirmeyi sınıf çalışmasında, birçok semtte, birçok alanda ve birçok fabrikada sergiledi. Bütün yeteneklerini, bütün enerjisini, bütün birikimini, bilgisini, kullanarak o ruhla bu yaratıcılığı sağladı. O yüzden yeni bir şey ortaya çıkardı. Yeni bir sentez ortaya çıkardı. Teori yeni değil, teoriyi zaten kolektif oluşturdu. Yani teoriyi kimse tek başına oluşturmadı bizde. O kolektif bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı ama bunu uygulamada gereken yaratıcılığı Ataman kendi yaşamında başardı. O yüzden Ataman’ı anlatırken bu yanının değerli olduğunu vurguluyorum. Onun işkencede direnişi de aslında bu yanının bir devamıydı. Asıl olan yaşarken yarattığı değerlerdi, bunlar çok daha fazlaydı, işkencede de tabii bir değer yarattı. Tüm yaşamı boyunca yarattığı değerler kendisine özgü yaratıcılıklar taşıyordu ve bunlar en başta onun yaşamında somutlanıyordu. Ataman’ı bu yönüyle de düşünmek ve anlatmak gerektiğini düşünüyorum. Bu o dönem çok zor kavranan bir şeydi.
Bizim birçok siyasetle tartıştığımız bir konuydu bu teori pratik bütünleşmesi. Proletarya diktatörlüğü meselesi de çok tartışılanlardandı ama, bu hep ya FOKO’cu anlayışla “bir günde iktidarı alırsın biter konu diye” ya da evrimci teori ile burjuvaziyi düzelte düzelte sınıfı seçimini getirirsin gibi bir reformist bir anlayışla ele alındı. Gelişen proletarya diktatörlüğü fikrini aslında o günden inşa edilmeye başlanması gereken bir fikir olduğunu biz söylüyorduk. Günü geldiğinde de günü bugündür. Eğitimi de bugündür, yaşama geçirmesi de bugündür. Senin siyaseten o yanıyla da bu noktadan farklılıkların olduğu için siyasetlerin birbirini ikna etmesi diye bir şey mümkün değildi. Ama biz kendi içimizde de diğer siyasetlerden etkilenmeden ayakta kalabilmek ve bunu uygulayabilmek için teoriye daha ağırlık veren bir çalışma yürütülüyordu. Ki diğer siyasetlerin popülist söylemlerinden sıyrılabilmek için de pratikte bunu yapıyorduk.
Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!