Sally Rooney
Fosil yakıt kullanmaya bu hızla devam edersek, medeniyetimiz öyle bir çökecek ki kıyametten farksız olacak. Daha da tuhafı, bu iddiaya ciddi ciddi karşı çıkan pek kimse kalmadı. Bilimsel uzlaşı reddedemeyeceğimiz noktayı çoktan geçti, kanıtlar da giderek gözle görülür hale geliyor. Nereye baksak ölümcül hava olaylarının sıklaştığını, şiddetlendiğini görüyoruz. Çiftçiler yükselen hava sıcaklıklarının, dengesiz hava durumlarının ve biyoçeşitlilik kaybının etkilerini ilk elden yaşıyor. Dünya liderlerinin çoğu karbon emisyonlarını azaltmaya kararlı. [İrlanda Başbakanı] Simon Harris, “Bilimi reddetmek mümkün değil, gezegenimiz yanıyor,” diyor. Yine de hedefler hiçbir yıl tutturulamıyor, fosil yakıtlar olağanüstü kârlar getirmeye devam ediyor, küresel karbon emisyonu sürekli artıyor.
Bu nasıl olur? İnsanlığın ta kendisi korkunç bir ölüm kalım mücadelesi içinde, hayatta kalmak için resmen çırpınıyor. Peki, neyle mücadele ediyoruz? Kim bu insanlığın kökünü kurutmayı hedefleyen düşman? Bazıları direkt bizi suçluyor, özümüz itibarıyla açgözlü canlılar olduğumuza, neye dokunsak yok edeceğimize inanmamızı istiyor. Oysa insanlar binlerce yıldır dünyada, karbondioksit seviyeleri ise yalnızca 18. yüzyılda, sanayileşmenin doğuşuyla tehlikeli seviyelere çıktı. Atmosferdeki karbon miktarının artışı daha bile yeni. Hatta büyük çoğunluğu son birkaç on yıla, yani iklim değişikliğinin tehlikelerinin çoktan anlaşıldığı döneme denk geliyor. Giderek ısınan gezegenimiz insanların açgözlülüğü yüzündense -belli ki açgözlülüğün özel bir türü bu-, insanlığın uzun tarihinde şaşılacak kadar geç ortaya çıkan, ama öcünü hızla alan bir açgözlülük türü. Açık ve net adını koymak da mümkün: Kapitalizm.
Ekonomik hayatı düzenleyen diğer yöntemlerin aksine, kapitalist sistem kontrolsüz büyümeyi teşvik eder (varlığı da buna bağlıdır). Sanayi kapitalizmi çağından önce ekonomik çıktılar on yılda bir, hatta yüzyılda bir bile pek değişmezdi. Aynı tarlalar 1200’de de 1600’de de aşağı yukarı aynı verimi verirdi. Kapitalizm her şeyi değiştirdi. Tıpkı buhar makinesi çağında olduğu gibi kapitalist ekonomiler bugün de sürekli büyümek zorundadır, ama hedef mükemmel bir bolluğa erişmek değil sürekli daha çok kaynağa daha çok üretime daha çok tüketime, her zaman daha fazlasına doğru ilerlemektir. Büyüme demek yatırımın getiri sağlamasıdır, yatırımın getiri sağlaması da kapitalist ekonominin temel taşıdır. Sermaye sahipleri yatırımlarının büyüdüğünü görmek ister, kötü kalpli ya da deli olduklarından değil yatırımın temel mantığı bu olduğu için. Siyaset felsefecisi Kohei Saito’nun söylediği gibi kapitalizm yavaşlayamaz. Büyüme hırsı bütün sistemin lokomotifidir. Nitekim pek çok başka şey gibi bu lokomotif de fosil yakıtla çalışır.

Elbette bu resimde eksik bir şeyler var. Kömür de petrol de gaz da neticede cansız maddeler, ekonomi üzerinde herhangi bir etkiye sahip değiller. Fosil yakıtlardan kâr elde etmek için insanların bu yakıtları ya da onlar sayesinde üretilen malları paraya dönüştürmeleri gerekiyor. Onlar da aynen böyle yapıyor! Uzun uçuşlardan, lüks arabalardan, tek kullanımlık hızlı moda ürünlerinden vazgeçmeyen zenginler, kendi eğlenceleri ve rahatlıkları uğruna gezegeni mahvetmeye fazlasıyla hevesli. Oysa istediğiniz kadar müsrif olun tüketim kontrolsüz büyümeyi teşvik etmez, varlığı da ona bağlı değildir. Bu yıl 10 gömlek aldıysanız, seneye 12 ya da 15 gömlek almanın ekonomik açıdan hiçbir mecburiyeti yoktur. Büyüme sermaye sahibinin ilkesidir, tüketicinin değil. İnsanların ihtiyaçları ile sermayenin ihtiyaçları arasındaki fark da gözümüzün önündedir. İrlanda’da pek çok aile elektrik ve gaz faturalarını ödemekte zorlanırken özel şirketlere ait veri merkezleri tüm hanelerin toplamından daha fazla elektrik tüketmektedir.
Peki, ya demokrasi? Pardon, hangisi? Sonuçta mevcut siyasi düzenimizde tek bir küresel demokrasi yok, eşitsiz ulusların hiyerarşisi söz konusu. ABD’nin çekişmeli seçim bölgelerindeki bir avuç seçmen, gezegenin fazla ısınmasının hızını ve ölçeğini belirlemek konusunda dünyadaki milyarlarca insandan daha güçlü. Amerika’daki Britanya kolonilerinde yaşayanlar “temsil olmadan vergi olmaz” diyerek isyan etmişti. Peki, temsil olmadan çevresel yıkım olur mu? Karbon emisyonları sahiden demokratik biçimde ölçülüyor olsa bile (ki öyle değil) en zengin ülkelerdeki seçmenler neden havayı, denizleri, toprağı, nehirleri tüm dünyaya yetecek kadar zehirleme hakkına sahip olsun ki? ABD ve Avrupa’da salınan karbon Pakistan’ı, Haiti’yi, Somali’yi, Filipinler’i mahvediyor. Oysa bu ülkelerde yaşayan insanların Amerika ya da Avrupa’daki seçimlerde oy verme hakkı yok. Kolektif hayatımızı düzenleyen yöntemleri düşünürsek, bu durum demokrasiden çok İrlanda’da aşina olduğumuz başka bir siyasi düzeni, imparatorluğu çağrıştırıyor.
Tabii karbon molekülleri ne parlamenter siyaset bilir ne de ulusal egemenlik. Dünyanın en ağır silahlara sahip en sert denetime tabi sınırları atmosferdeki karbonlara vız gelir. Biz de istediğimiz kadar bir ulusun mensubu ya da ulusal demokrasilere katkıda bulunan insanlar olduğumuzu düşünelim, iş gezegenin ekosistemlerinin çöküşüne geldiğinde her şeyden önce ortak bir dünyanın sakinleriyiz. Dünyanın en yoksul kesimlerinin (en zenginler daha da zenginleşsin diye merdivenaltı atölyelerde, tarlalarda, madenlerde çalışanlar) iklim değişikliğinin en erken ve sert etkilerini şimdiden yaşadığını biliyoruz. Ancak emin olun, kriz herkesi etkileyecek. Valencia’da yüzlerce insanın hayatına mal olan sellerin sıklığı da yıkıcılığı da artacak. 2023’te yaklaşık 47 bin Avrupalı aşırı sıcaktan hayatını kaybetti. Üstelik daha yeni başlıyoruz.

İnsanlığın dünyadaki varoluşuna dair endişelenen seçmenler, İrlanda’daki People Before Profit [Kârdan Önce Halk] gibi bu zorlu mücadeleyi anlamaya çalışan solcu partilere destek verebilir. Benzer şekilde iklimle ilgili kaygılanan tüketiciler uçakla seyahat etmeyi bırakarak, et yemeyi azaltarak ya da tamamen keserek, gereksiz alışveriş yapmayarak bireysel karbon emisyonlarını düşürebilir. Bunlar anlamsız hareketler değil, ancak fosil yakıt devlerini dize getirmeye yetmez. Küresel ekosistemin çöküşü ve artan sıcaklıklar, mevcut siyasi düzenin çizdiği çerçevenin dışında (hatta onun aksi yönünde) düşünmeyi gerektiriyor. Günümüz çocuklarının bu gezegende bir geleceğe sahip olmasını istiyorsak, belirlenmiş kurallara göre hareket edemeyiz.
O halde geriye ne kalıyor? Sokak gösterileri, imza kampanyaları ve kamuoyu bilgilendirme çalışmaları mı? Sergi salonlarındaki eserlere çorba fırlatmak mı? Bu taktikler yalnızca hakim söylemi değiştirmeyi hedefliyor. Oysa dünyayı yok eden çokuluslu şirketlerin derdi insanlara kendilerini sevdirmek değil, daha fazla kâr elde etmek. O zaman değişim istiyorsak o kârlara saldırmalı, çoktan saldırmış insanlardan öğrenmeliyiz. İrlanda’nın Mayo bölgesinde “Shell to Sea” aktivistleri, fosil yakıt devi Shell’in gaz boru hattı ve rafineri projesini engellemek için on yıldan fazla mücadele etti. 2005’te başlayan kampanya kapsamında şantiyelerde grev hatları oluşturuldu, işçilerin alana girmesi engellendi, hatta döşenen ahşap yollar parçalandı, altyapı tahrip edildi. Eylemciler polis ve özel güvenlik görevlilerinin şiddetine ve gözdağına maruz kalsalar da direndiler. 2012’de toplu eylemlerin yol açtığı gecikmelerin projenin toplam maliyetini üç katına çıkardığı belirtildi. Evet, nihayetinde boru hattı inşa edildi. Öte yandan piyasa ekonomisinde yalnızca yüksek maliyetli gecikmeler bile yatırımların cazibesini azaltabilir. Adanmış eylemcilerden oluşan yerel bir grup Shell’e 1 milyar dolar, belki daha da fazla zarar ettiriyorsa, bir de bir düzine, hatta yüz grubun neler yapabileceğini düşünün.
Çokuluslu şirketlere nefes aldığımız havayı kirletme, yeraltı sularımızı son damlasına kadar sömürme, gezegenimizin giderek azalan kaynaklarını tüketme hakkını veren, bizi de onları durdurmaktan alıkoyan şey ne? Tabii ki güçlü bir fikir, özel mülkiyet. Zenginler mal mülk sahibi, yoksullar ise değil, o yüzden zenginlerin dünyayı yok etmesi yasal, yoksulların onları durdurması ise yasadışı. İsveçli teorisyen ve akademisyen Andreas Malm, 2021’de yayımlanan kitabı Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır’da (çeviren: Kurtay Kağan Işıtan, Ayrıntı Yayınları) şöyle yazmıştı: “Mülkiyet Dünya’dan üstün değildir, bu acil durumda onu dokunulmaz kılan hiçbir teknik, doğal ya da ilahi yasa yoktur.” Ya medeniyetimizi tehdit eden sistemle yüzleşeceğiz, ya da “mülkiyet Dünya’ya mâl olacak”. Bu argümanı çürütmek her yıl, hatta her ay daha da güçleşiyor. Etrafımızda olup biteni de, bizi nelerin beklediğini de biliyoruz. Peki, onu durduracak cesarete ne zaman erişeceğiz?
İleride bugünün çocukları -ve o çocukların çocukları- bize dehşetle bakabilir, onların hayatı söz konusuyken onca insanın (buna ben de dahilim) nasıl bu kadar uyuşuk, örgütsüz ve korkak olduğunu merak edebilir, ama belki de bu en iyi ihtimaldir. En az bu kadar olası bir diğer ihtimal de dünyada bize bakacak, neler yaptığımıza dair düşünecek lükse sahip pek kimsenin kalmaması.
Çeviren: Can Koçak