Kavel Alpaslan
Batı merkezli burjuva-liberal bakış açısıyla yapılan tahlillerde sınıfsal doku ikinci ya da üçüncü plana itilir. Karmaşık etnik ve dini yapıya sahip toplumlarda çatışma noktası kaçınılmaz olarak mezhepselmiş gibi görülür. Sınıfsal çatışmaların mezhep postu altında da olsa farklı şekillerde devam edeceği gerçeği göz ardı edilir. Onlara göre bir çatışmayı karmaşık sosyoekonomik ilişkiler ve tarihsellikle ele almak zaman kaybıdır. Ne de olsa ellerinde her örneğe vurabildikleri bir damga vardır: “Bir grup fanatiğin yüzlerce yıllık çatışması…”
Oysa ne etnik ve dini kimliklerin ön plana çıktığı çatışmalar ne de sınıf savaşının ta kendisi bir cümleyle kestirip atılacak kadar basittir. Mesela renkli demografisiyle ünlü Doğu Akdeniz ülkesi Lübnan’ı ele alalım. Son derece küçük bir ülke olmasına karşın Lübnan nüfusu sayısız etnik ve dini gruptan meydana geliyor: Şiiler, Maruni Hristiyanlar, Sünniler, Grek Ortodokslar, Dürziler, Ermeniler…
Uzun yıllar devam eden iç savaşla (1975-1990) bilinen ülkede her çatışmanın başlı başına ‘mezhepler arası tahammülsüzlükten’ ileri geldiği düşünülür. Lübnan bugün hâlâ iç savaşın kalıcı izleriyle parçalı bir toplum yapısına sahip. Ancak hem savaşın hem de bugünün siyasetinde cepheler arasındaki gelgitler, gündelik hesaplar ve sınıfsal roller nedeniyle yaşananları ‘dini köktenciler çatışması’ görmek büyük bir yanlış olur.
Geçtiğimiz hafta Gandur Grevi’nin yıl dönümüydü. Lübnan iç savaşından hemen önce 1972 yılında bir bisküvi fabrikasında başlayan grev, bize asli toplumsal çelişkinin rengini hatırlatıyor.
***
Şekerleme ve bisküvi fabrikası adını Lübnan’ın en büyük sanayi hanedanı ailelerinden biri olan Gandurlardan alıyor. Fabrika 19. yüzyılın sonunda küçük bir işletmedir. Gandurların girişimi ve 1960’ların sanayi patlamasıyla birlikte ‘Gandur’ markası o günden bugüne ulusal şekerleme devi haline gelir. Beyrut’un güneyindeki Şeyyah bölgesinde -ki burası şehrin emekçi kesimleridir- yer alan 350 işçinin çalıştığı eski fabrikaya ek olarak Şuayfat’ta tam bin 250 işçinin çalıştığı ikinci bir fabrika açılır.
Fabrikanın sahibi Refik Gandur’un iktidar sahipleriyle yakın bağları vardır. Lübnan’ın en zengin Sünni sülalelerinden Selamlar, bir dönem yardım kuruluşunun başına Refik Gandur’u atayacak kadar ahbaptırlar. Selamlar’ın Lideri Saeb Selam, tam da bu feodal bağlar sayesinde -tıpkı diğer aile temsilcileri gibi- birçok dönem Lübnan başbakanlığı koltuğuna oturmuştu.
Arkasına aldığı rüzgarla Gandur hızla büyür, yeni işçiler fabrikanın yolunu tutar. Fakat bu ‘devin’ kapıları sarı sendikalar dahil tüm işçi örgütlerine kapalıdır. Oysa Lübnan’da işçi sınıfı, örgütlenme ve grev hakkını tırnaklarıyla kazıyarak kazanmıştı: Mayıs 1946’da çoğu kadınlardan oluşan tütün işçileri tarihi bir direnişe imza attı. Fransız-Lübnanlı tütün tekeli Reji’ye karşı greve çıktı. Lübnan Ordusu’nun saldırdığı eylemlerde 19 yaşında bir kadın işçi Warde Butros Ibrahim hayatını kaybetti. Gelişme evresindeki sendikaların genel grev tehdidiyle birlikte Reji işçileriyle müzakereler başladı ve Lübnan İş Kanunu’nda gönülsüzce de olsa düzenlemelerin önü açıldı.
Fakat yasalar bazı ülkelerde hüküm yerine temenni bildirmekle görevlidir. Hele ki öznesi işçi sınıfıysa. Örgütlenme hakkı Gandur’a uğramayınca işçiler kendi işlerini kendileri görür. O dönem gıda sektöründe sendikasız en büyük işletme Gandur’da ilk işçi komiteleri 1970’lerde kurulur. Hemen ardından işçiler ücreti ödenmeyen fazla mesai, yasal sosyal güvenlik kararlarının uygulanmaması, boğucu kontrol ve cezalandırma mekanizması gibi şikayetlerini dile getirmeye başlar.
Haziran 1972’de parlamento, işçilerin maaşlarına yapılacak yüzde 5’lik zammı kabul eder. Fakat patron koltuğunda oturan Gandur kardeşler bu kararı uygulamayı reddederler. Hatta ücretlerde yapılan kesintiler ve ağır çalışma koşulları artarak devam eder. Ağustos ayında fabrikada yaşanan bir olay tüm işçiler için bardağı taşıran son damladır: ‘Uyuduğu’ tespit edilen bir işçiye ceza verilecektir, fakat işçinin yanına gidildiğinde bu cezanın bir cenazeye uygulandığı fark edilir. İşçi, vardiya sırasında yorgunluktan ölmüşken patronlar hâlâ ceza peşindedir.*
Bu sürecin ardından tepkiler gün geçtikçe artar ve nihayet 3 Kasım günü Şeyyah’daki fabrikada grev ilan edilir. Ertesi gün Şuayfat da katılır. Yönetim işçilerin taleplerini reddeder. Böylece 11 Kasım’da bir araya gelen işçilerin eylemi daha da büyür. Özellikle kadınların öncülük ettiği grev, barışçıl bir nöbet şeklinde başlar. Fakat çok geçmeden patronlar, kendi ailelerinin emri altındaki adamlarını toplayarak işçilerin üzerine salarlar.
Devletin de greve yanıtı şiddetli olur. Gerçek mermilerin de kullanıldığı saldırılarda pek çok kişi yaralanırken fabrika komitesinden Yusuf El Attar ve Fatma El Havaca isimli genç bir işçi katledilir. Kadın işçileri döven Gandur’un adamları Lübnan kamuoyunda büyük bir tepki görür.
Bu süreçte işçiler dayanışmanın da gücünü keşfederler. Öğrenciler, öğretmenler ve diğer sektörlerden işçiler direnişe katılır. Bir hafta boyunca Lübnan’da çarklar durur. Her dinden ve inançtan binlerce emekçi Beyrut sokaklarına dökülür.
***
Grev sonunda işçilere bazı küçük tavizler verilir. Ancak greve öncülük edenler ya işten çıkartılır ya da ciddi baskılarla karşı karşıya kalırlar. Akan kana rağmen Gandur’un anlamı tek bir fabrika direnişinden büyüktür. El Ahbar’da yer alan bir yazı, Gandur grevinin zamanlamasını şu ifadelerle vurguluyor:
Bu grev anı, 1975’te patlak verecek olan ‘iç savaşın’ en çok göz ardı edilen köklerinden birini açığa çıkardı: Yönetici seçkinlerin, derinleşen ekonomik-toplumsal krizi yönetmek için savaşa nasıl başvuracağı ve sınıf mücadelesini ilk bakışta kaçınılmaz bir mezhepsel ayrışmaya nasıl dönüştüreceği. (…) Bugün Lübnan’da örgütlü emek diye bir şey neredeyse yok. Sınıf siyaseti, mezhepçi, kimlikçi ve STK’lerce çerçevelenen bir yapının içerisinde parçalandı. Bir zamanlar kolektif direnişi mümkün kılan yapılar ise tahrip edildi.
‘Ülkeyi yöneten zengin aileler’ dediğimizde kulağa komplo teorisi gibi geliyor. Ancak Lübnan’ın feodal kalıntıları ve bölgesel olarak eşitsiz gelişimi, yüzyıllar boyunca aynı aileleri ülke siyasetinde ve ekonomisinde etkili hale getirdi. Üstelik bu ailelerin nesiller süren iktidarları gizli bir bilgi değil. Kişilerin soyadlarını takip eden bir kişi rahatlıkla aile bağlarını görebilir.
Gerçekten de Lübnan mezhepsel kimliklerin asli unsur olduğu bir devlet olarak dizayn edilir. İç savaş sonrasında imzalanan Taif Anlaşması’yla belli mezhepsel köşe başlarını tutan feodal güçlerin düzeni geçmişte olduğu gibi gelecek için de kesinlik kazanır. Topluma dayatılan bu parçalı düzen sebebiyle Lübnanlı emekçilerin, Gandur grevinde olduğu gibi ortak sınıfsal çıkarlarını ön plana koymaları gittikçe zorlaşır. Bazı mezhep gruplarının yaşadığı bölgelerin, diğer bölgelere göre daha yoksul ya da zengin oluşuysa sınıf savaşının kolayca mezhepsel renk almasını kolaylaştırır.
Gandur bugün hâlâ Lübnan’da bisküvi ve şekerleme üreten büyük bir firma. Bisküvi aynı bisküvi, onu yaratan eller aynı eller. Fakat değişen bazı rakamlar var. 1965’te Lübnanlı işçilerin yüzde 22’si sendikalıyken bugün bu rakam yüzde 5-7 hattına geriledi. İşçi sınıfının mezhepsel kimlikleri ise Lübnan siyasetinde etkili olan birkaç varsıl aile etrafında şekilleniyor.
Her ne kadar mezheple gölgelense de bu hikayede üretim ilişkileri değişmiş değil. Bu da bize ‘din’ ya da ‘kültür çatışması’ olarak satılmaya çalışılan düşüncelerle aramıza mesafe koymak için yeterli bir sebep. Gandur grevinden de görüyoruz ki dışarıdan nasıl görünürse görünsün, merkezinde sınıf mücadelesi olmayan toplumsal analizlerin bizi götürebileceği tek yer patronların safıdır.
* International Labor and Working-Class History, “Workers do not liberate themselves other than with their own hands”—The Political Experience of Workers’ Committees in the Industrial District of Beirut (1970–1975)
Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!