Bize Denizin Nasıl Olduğunu Anlat



Soğukla ikiye katlanan bir yoksulluğun hüküm sürdüğü sefalet içindeki o buz gibi yerde madenciler yerin derinliklerinde soludukları silisyum tozları yüzünden erken ölüme mahkûm insanlardı. O günlerde maden ocaklarındaki yaşam ortalaması 30-35 yıldı, bunun üzerine çıkmıyordu


Eduardo Galeano

Size benim için çok önemli olan bir hikâye anlatacağım: Yazma uğraşında bu benim ilk meydan okuyuşum oldu ve kendimi de ilk kez bu uğraş tarafından meydan okunmuş hissettim. Bu dediğim Bolivya köyü Llallagua’da oldu. Orada, o maden bölgesinde kısa bir süre geçirdim. Bir önceki yıl aynı yerde, içki içerek, dans ederek San Juan Gecesi’ni kutlayan maden işçileri Diktatör Barrientos tarafından kurşun yağmuruna tutulunca, aynı yerde San Juan Katliamı yaşanmıştı. Diktatör köyün çevresindeki tepelerden mitralyözlerle ateş açılmasını emretmişti. Ben oraya bu korkunç katliamdan yaklaşık bir yıl sonra, 1968’de geldim ve çizerlik vasfım sayesinde orada bir süre geçirdim. Çünkü, başka şeylerin yanı sıra, hep bir çizer olmak istedim, ama çizgilerim hiçbir zaman dünyayla aramda bir açık alan bulunduğunu hissettirecek kadar iyi çıkmıyordu.

Yapabildiğimle yapmak istediğim arasındaki boşluk büyük bir uçurumdu, ama becerebildiklerim bazı konularda, mesela portre çizerken bana az çok yetiyordu. Netice itibarıyla Llallagua’da kaldığım süre boyunca, oradaki herbir madenci çocuğunun portresini yapmamın yanı sıra, karnavalın, kamusal etkinliklerin ve daha bir sürü şeyin afişlerini hazırladım. İyi bir afişçiydim, bu yüzden beni aralarına kabul ettiler ve doğruyu söylemek gerekirse soğukla ikiye katlanan bir yoksulluğun hüküm sürdüğü, sefalet içindeki o buz gibi yerde çok iyi zaman geçirdim.

Veda gecesi geldi çattı. Madenciler benim dostlarımdı, bu yüzden bol içkili bir veda gecesi yaptılar. Singani dedikleri, tadı çok güzel ama korkunç sert bir Bolivya içkisi ve chicha içtik; orada şarkı söyleyerek, hepsi birbirinden kötü espriler yaparak kutlamamızı sürdürürken, madendeki işbaşına çağıracak sirenin, tam hatırlamıyorum ama, sabaha karşı beşte ya da altıda çalacağını ve elveda deme vakti gelince, her şeyin orada biteceğini biliyordum.

O an yaklaşırken, sanki beni bir şeyle suçlayacakmış gibi etrafımı sardılar. Ama bunu beni herhangi bir şeyle suçlamak için değil, benden denizin nasıl bir şey olduğunu onlara anlatmamı istemek için yapıyorlardı. Bana şöyle dediler: “Şimdi bize denizin nasıl olduğunu anlat.”

Biraz sersem bir halde kalakaldım, çünkü aklıma bir şey gelmedi. Madenciler yerin derinliklerinde soludukları silisyum tozları yüzünden erken ölüme mahkûm insanlardı. O günlerde maden ocaklarındaki yaşam ortalaması 30-35 yıldı, bunun üzerine çıkmıyordu. Onların denizi asla göremeyeceklerini, onu görme ihtimalinin oluşmasından çok önce öleceklerini, zira sefalet yüzünden bu yoksul ötesi Llallagua Köyü’nden kımıldamamaya da mahkûm olduklarını biliyordum. Bu yüzden omuzlarımda denizi onlara getirme, onları ıslatmaya muktedir sözcükleri bulma sorumluluğu vardı. Yazmanın bir işe yaradığı kesinliğinden hareketle, yazar olarak ilk meydan okuyuşum işte bu oldu.

[Hikaye Avcısı, Eduardo Galeano, Türkçesi: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık]