Nəriman Bakı
19 Nisan’da Türkiye Kupası yarı finalinde oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş maçı, çıkan olaylar nedeniyle 57. dakikasında hakem tarafından tatil edildi.
Olaylar öyle yabana atılacak türden değildi. Maç boyunca Beşiktaşlı oyuncuların her korner vuruşunda üzerlerine gelmedik nesne kalmadı. Hatta bir ara Beşiktaşlı bir futbolcunun kendisine atılan koca bir anahtarlığı güvenlik görevlisine teslim etmesi ekrana düştü.
Olaylara karşı hakemin anonsları, futbolcuların çabalarının yetmemesi sonrasında, ilki Beşiktaş takımının yer aldığı yedek kulübesinde başlayan kargaşa sırasında, ikincisinde ise tünele giderken kafasına gelene cisimlerle Şenol Güneş’in başı dikiş atılacak düzeyde açılınca ipler koptu. Beşiktaş sahadan çekildi, maç da tatil edildi.
Maç sonrasında tartışmaya kimler dahil olmadı. Erdoğan, yaşanan olayların “organize bir komplo” olduğunu iddia ederken, Bahçeli “maçın kaldığı yerden oynatılması” hükmünü verdi.
Türkiye’deki holiganizmin geldiği düzeyin son noktası olan bir maç için pekçok yorum yapılabilir, hatta yapılmalıdır.
Ancak maç ile ilgili futbol federasyonunun (TFF) aldığı karar ve sonrası dikkate değer. TFF, ilgili mevzuata göre hukuku katlederek birkaç oyuncuya göstermelik ceza, Fenerbahçe’ye de 3 maç seyircisiz oynama cezası verip maçın kaldığı yerden oynanması kararını verdi. Fırtına ondan sonra patladı.
Beşiktaş kulübü, alınan bu hukuksuz ve haksız karar sonrasında oynanması planlanan maça çıkmayacağını ilan etti.
Bu karar, basit sonuçlar doğuracak bir karar değil. Mevzuata göre, bir takım, yer aldığı bir turnuvadan çekilirse sadece o yıl elenmekle kalmıyor bir sonraki yıl da o turnuvadan men ediliyor. Ayrıca turnuva gelirlerinden mahrum kalıyor, o güne kadar elde ettiklerini de iade etmesi gerekiyor. Velhasıl, Beşiktaş’ın göze aldığı risk futbol endüstrisi bağlamında yabana atılır türden değil.
Gelelim -yazının başlığı bağlamında- Beşiktaş’ın aldığı kararın HDP ile ilişkisine.
Malum, seçim hattına girdik. Ülke bir karıştı ki sormayın. En rahat olması beklenen Erdoğan’ın, “acaba Gül aday olacak mı “diye tırnaklarını yemesi mi dersiniz; CHP’nin şanlı Kemalist tarihine koca bir tekme atıp Gül’ün peşinden koşması mı dersiniz; Akşener’in Kayı Boyu’ndan aldığı gazla memlekette at koşturması mı dersiniz… ne derseniz deyin oralık toz duman içinde.
HDP ise, bu süreçte yaşadığı tüm baskı, zulüm ve katliamlara rağmen hâlâ ayakta kalabilmek gibi tarihsel bir konumda olmasına rağmen bu gücünü parlamentarizm içinde eritme derdinde sanki.
Baskın seçim ilan edildiği gün Demirtaş’ın adaylığını açıklayarak Sarayı, Demirtaş serbest bırakılmadığı hele bir de apar topar ceza verildiği taktirde Mısır diktatörü Sisi’nin konumuna düşürerek ciddi bir “meşruiyet açmazı” ile karşı karşıya bırakacağı yerde hala mahkemelerin ne karar vereceğini gözeterek titrek davranmaktan tutun, Abdullah Gül’ün adaylığını “destekleyebiliriz” açıklamasına kadar tam bir akıl tutulması içinde.
Sanki, özellikle de son 2 yıldır, kentleri kelimenin tam anlamıyla yakılan-yıkılan, bodrumlarda katledilen, vekilleri tutuklanan Kürt halkının temsilcileri değil de, İsviçre demokrasisi içinde bir kantonun temsilciliği düzeyinde siyaset yapıyorlar.
Kürt halkına ve onun siyasi temsilcileri olarak HDP’ye karşı girişilen katliamlara rağmen diz çökülmediğinin bir göstergesi olarak cumhurbaşkanlığı seçimleri için aday çıkarmak tarihsel olarak anlamlı, kayda değer bir tavırdır.
Ancak oyuncularının sahadayken sürekli küfür yiyip, üzerilerine her türlü madde atılarak saldırıya maruz kalması, ardından bir de teknik direktörünün kafasının yarılması üzerine Beşiktaş’ın aldığı “maça çıkmama” kararı, 7 Haziran’dan bu yana sürekli aşağılanıp dışlanan HDP’ye acaba birşeyleri çağrıştırır mı?.. Demirtaş ve Yüksekdağ’ı Şenol Güneş’e, Meclis’i de ‘saha’ya benzetecek olursak, HDP’nin çoktan halı sahaya dönüşmüş o bozuk zeminde, sürekli eksiltilen bir kadroyla maçı tamamlamakta gösterdiği ısrarın ‘anlaşılır’ bir tarafı var mı?..
HDP, 24 Haziran sonrasına hazırlanırken, Beşiktaş örneğini de aklının bir köşesinde bulundurmalı.