Nilgün Kumru
Feminist kadın hareketi, kadının kurtuluş mücadelesi için yadsınamayacak bir katkı sağlamasına rağmen neden yeterli değildir?
Temelinde, kadının kurtuluşunun ancak sınıfın kurtuluşuyla mümkün olacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Çünkü kadın; demokratik haklarını ne kadar genişletirse genişletsin, kapitalist üretim ilişkileri var olduğu sürece asla tam anlamıyla özgür olamayacaktır.
Feminist hareketin, tıpkı tüm ezilen ve dışlananların mücadelesi gibi, meşru bir zemini vardır. Kadınların üzerinde tahakküm kurmaya çalışan erkek egemen zihniyet ve bu zihniyetin beden bulmuş hali olan kadın-erkek tüm bireylerle mücadele eden feminist hareket; kadın ve çocukların maruz kaldığı psikolojik, fiziksel veya cinsel şiddeti sürekli gündemde tutan, onunla savaşan, enerjisini bu yönde akıtan en önemli oluşumdur. Feminist hareketin olumlama kısmını henüz yazının başından yapıyorum, zira üzerinde duracağım nokta ‘feminizm neden yanlıştır’dan ziyade ‘feminizm neden eksiktir’ olacak.
Eskiye dönelim ve feminizmin temsilcilerinden ‘süfrajet (suffragette) hareketi’ni inceleyelim. 20. Yüzyılın başlarında harekete geçen süfrajetler, kadınların oy hakkı temelde ve yoğunluklu olmak üzere çalışma hayatında da ‘eşit işe eşit ücret’ talepleriyle hareket ederler. Erkeklerle eşit konumda olmak dışında bir amaç gütmeyen bu talepler doğrultusunda kundaklama, kendini zincirleme, cam kırma gibi militan eylemler yaparlar. Hatta 1913 yılında Emily Davidson adlı bir süfrajet, kralın atının önüne atlayarak ölür.
Tarihin radikal kadın hakkı arayıcılarından olan süfrajetlerin, elbette talep ettikleri demokratik haklar doğrultusunda harcadıkları emek ve kararlılık konusunda söylenecek söz yok. Ancak talepler irdelendiğinde neden yalnızca kadın hareketi zemininden kadının özgürleşemeyeceğini daha net anlayabiliriz.
Parlamentodan medet ummak
Erkeklere oy hakkı tanınan Büyük Britanya’da, seçim sonuçlarından en az erkekler kadar etkilenen ve nüfusun yarısını oluşturan kadınların ‘oy hakkı’ talebi vardı. Ancak, günümüz dünyasına baktığımızda; cinsiyet/ırk/din ayrımı yapmadan herkese oy hakkı veren devletlerin burjuva demokrasilerinde dahi kadınların -ve diğer ezilmişlerin- durumu ortada.
Yani evet, kadınlar oy verebiliyor ve hatta başkan seçilebiliyorlar; ancak kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bu topraklarda kadınlar hala şiddet görüyor, hala istismar ediliyor, hala cinsiyet rollerinden sıyrılabilmiş ve özgürleşebilmiş değiller.
Bu, yalnızca kadınlara mahsus bir durum da değil. Ulusların başka uluslar üzerinde kurdukları tahakküm de benzer süreçlerden geçiyor. Yani Obama ABD Başkanı oldu ama onun koltukta olduğu dönemde dahi sokaklarda siyahiler polis kurşunlarıyla hala infaz ediliyordu.
Yani kadın hareketi tıpkı ulusal hareketler gibi üzerlerinde tahakküm kurulan kesimlerin demokratik haklar elde ettiği oranda asıl baskının ezen gruptan değil, sistemin özünden geldiğini kavramaları noktasından da desteklenmeli.
“Sosyalistler neden feminist olmuyor?”
Feministlerin bu noktadaki ‘Solcular neden ısrarla bizi kendilerinin yanında olmaya çağırıyor da onlar bizim yanımıza gelmeye yanaşmıyorlar?’ eleştirilerinin cevabını da bu eksende vermek gerek. Elbette cinsiyet, ırk, din gibi keskin ayrılıklarla ezilen kesimlerin mücadelesine destek vermek, hem az önce bahsettiğim asıl baskının nereden geldiğini kavramaları konusunda hem de daha temelinde ‘insan’ olmanın gereği olarak şart. Ancak ‘biz solcular’ın mücadele eksenimizi insanlığın mutlak kurtuluşundan sistem içinde ezilen kesimlerin kısmi demokratik kazanım savaşımına çevirmesi, sosyalist olduğu iddiasındaki birey ve/veya yapılar için aşamalı bir devrimciliğe delalet eder ve adı da reformistliktir.
Feministlerin ‘biz solculara’ yönelttikleri eleştiriler üzerinden gitmeye devam edersek; bizlerin her şeyi kapitalizme yıktığı ve ‘patriarşi/ataerkillik’ kavramını kullanmaktan kaçındığı eleştirisinden devam edebiliriz.
Kapitalizm, faşizm, emperyalist savaş vb. kavramların halihazırda erkil karakterleri olduğu aşikar. Hatta bu erkilliğin üstü kapalı bir çeşit ataerki olduğunu söylemek de mümkün. Şöyle ki; ataerkinin erkeğin kadını meta olarak görmesi ve kendisini üstün ilan etmesi ile kapitalizm, faşizm, emperyalist savaş vb. kavramların bir toplumu meta olarak görmesi ve kendisini üstün kılması çakışıyor.
Mesela, sitemizde yayınlanan ‘Savaş ve Kadın’ yazımızdan bir alıntıyla emperyalist savaşın erkil karakterini açıklamak mümkün:
Kirli ve haksız savaşlar özü itibariyle erildir. Kadının bedenine sahip olmak, karşı tarafın toprağına ya da etnik kimliğine sahip olmakla eşdeğer görülür. Kadının genel anlamda cinsel bir meta olarak görülmesiyle bu yaklaşım arasında dolaysız bir ilişki vardır. Kadın, korunması gereken, namusla özdeşleştirilen ve ele geçirene karşı tarafı moral çöküntüye uğratabilecek bir nesne konumundadır.
Emperyalist savaşların alt psikolojisinin ataerkil zihniyetle ne kadar dolaysız bir bağ kurduğunu görmek; faşizmin baskıcı ve zorba karakterini de, kapitalizmin sömürücü ve güce odaklı yapısını da bu tartıda tartmamıza yardımcı olur umarım.
Kitlenin bilinç düzeyi
Feministlerin eleştirilerinden vereceğim son örnek, belki de en sakatı: işçilerin faşist eğilimli olduğu ve ‘biz solcular’ın bu işçileri örgütlemeye yoğunlaşıp ‘kendi işini yapmaları’, feministleri rahat bırakmamız gerektiği eleştirisi.
Bu yaklaşıma eleştiri demek doğru değil aslında, eleştiriden duyulan rahatsızlığın bel altı vurmaya yeltenerek savuşturulmaya çalışılması demek daha doğru olur. Zira işçi sınıfının faşizme eğilmesi ve sosyalist devrim iddiasındaki kişi ve kurumların bu durumla savaşması gerektiği doğru bir yargı olsa da, ‘bunu yapacağınıza şunu yapın’ denecek bir durum değildir. Aksine gerici olan her türlü ideolojiyle savaşmak asli görevimiz olduğu için ‘bunu ve bunu da’ yapmak gereklidir.
Kaldı ki işçi sınıfının yarısı kadındır ve bu kadın işçilerin azımsanmayacak bir kısmı da faşizmin, tarihsel toplumsal gericilik birikiminin etkisi altındadır. Nitekim AKP’nin tabanı hem işçi-emekçidir ama hem de AKP kadınların o bitmez tükenmez enerjileriyle varolmuş bir partidir.
Bu açıdan da farkında olsunlar ya da olmasınlar kadın sorununu tek başına toplumsal cinsiyet rollerine indirgeyen, onu da erkeklere belli davranış kalıpları dayatarak aşacaklarını sanan feministler için de sınıfı çalışması esasta kadının özgürleşmesinin temel zemini olmak zorunda değil midir?
Fakat onların bunu bile en fazla dışardan destek sınırlarında ele aldıklarını, işçi kadınlarla kusura bakmasınlar ama bir orta sınıf kadını (kurtarıcılar!) mantığıyla ilişkilendiklerini ve direnişler içeresinde bile bu eşikleri aşamadıkları gibi, feminizm misyonerliğinin sınırlarına çarpıp durduklarını az çok tahmin edebiliyor, gözlemliyoruz.
Sosyalistlerin tasfiyeci bir ruhla işçi sınıfı hareketinden fiilen kopmuş olmaları ve buna rağmen kendi dışlarında oluşmuş demokratik karakterli toplumsal hareketlere (feminizm gibi) burun kıvırdıkları ne kadar gerçekse feministlerin de (özellikle Türkiye’deki versiyonları) kadın sorununu kendinde bir sorun haline getirdikleri, tarihsel-toplumsal-sınıfsal bağlamından kopararak özünde topallaştırdıkları bir o kadar gerçektir.
İşçi sınıfının feminen bir kültür soluması, binlerce yıllık patriarşiye/ataerkiye karşı güçlü bir duruş oluşturması ne kadar zorunluysa, bunun tek başına bazı davranışların dikte ettirilmesiyle ve oldukça dışardan bir yaklaşımla gerçekleşemeyeceği de bir o kadar tartışmasızdır.
Kaldı ki tarihsel-toplumsal gericilik birikiminin bu en inatçı halkasının kırılması elbette gündelik mücadelenin konusudur ama bu pisliği temizleyecek olan yegane şey devrimdir, güçlü toplumsal hareketlerle edinilmiş demokratik-sosyalist kültürdür.
Marx’ların deyimiyle “… dolayısıyla, sadece egemen sınıf başka bir yolla devrilemeyeceği için değil, ama aynı zamanda, onu deviren sınıf ancak bir devrimde kendisini geçmişin bütün pisliğinden temizleyebileceği ve yeni bir toplumu kurmaya uygun duruma getirebileceği için de devrim zorunludur.”
Görünmeyen emek
Peki ya ‘eşit işe eşit ücret’ talebi? Bu kez emek temelinden kurulan ancak yanlış yerden tutulan bir talep bu. Kadın ve erkeğin iş hayatında harcadığı emek aynı ve erkeğin aldığı ücretin kadının aldığından fazla olduğu koşullarda elbette bir adaletsizlik söz konusu. Ancak ‘eşit işe eşit ücret’ten ziyade ‘eşit derecede sömürü’ demenin daha uygun olacağı çalışma koşullarında ne kadın ne de erkek patronların vurduğu prangalardan kurtulamayacak.
Kadınların bir diğer temel sorunu ise, ev işleri ve çocuk yetiştirmeye verilen “görünmeyen emek”. Kadının tek başına bir birey olmaktansa anne, eş yahut evle özdeşleşmiş cins olarak görülmesi bu sorunun temeli. Dolayısıyla, kadının ve erkeğin evde ortak sorumluluk ve söz sahibi olması uğraşılması gereken toplumsal bir mesele. Elbette bu konuda da demokratik kazanımlar elde edilmesi, kadın ve erkeğin evin işlerini ve sorumluluğunu paylaşması çok değerli. Ancak, aile eğitimi ve denetiminin sürekli olarak sağlanabileceği bir düzen olmadığı sürece, elde edilen bu demokratik kazanımların uygulanabilirliği kısıtlı bir kitleyle sınırlı olmaya mahkum kalacaktır.
‘Kız kardeşlik’
Kadınların gördüğü her türlü şiddetle savaşım temelinden yükselen ve ana eksenine erkek egemen sistemin kadınlara atadığı rolleri reddetmeyi oturtan feminist hareket, kadınların bu ortak sorunlar etrafında ‘kız kardeşliği’ni savunur.
Kızkardeşlik kavramının ele alınışındaki temel sorun, anne-babaların bir çocuğunu diğerinden daha çok sevmesi ve diğer çocuğu horlaması gibi bir durum olarak karşımıza çıkar: üst düzey yönetici olan bir kadın, fabrika işçisi olan bir kadın ve başının üzerinden vızır vızır kurşunlar geçen bir kadın ne kadar ‘kız kardeş’tir? Bu üç kız kardeş, erkek şiddeti ve cinsiyet rollerinin getirdiği ortak sorunlar çözüldüğünde, aynı oranda özgürleşebilir mi?
Bugün İstanbul’da yaşayan burjuva bir kadın da, savaşın ortasındaki Suriyeli bir kadın da, kadın olmalarından dolayı baskı ve şiddeti görüyor. Ancak; erkek egemen sistemin gericiliklerinin demokratik bir devrimle puf diye çözüldüğünü varsaydığımızda, bu iki kadının hayat standartları birbirinden çok farklı.
Daraltılmış bir kadın özgürleşmesi, bırakın dünyayı, aynı evin içinde yaşayan evin hanımı ve evin hizmetçisi olan kadınları bile özgürleştirmez. Evin hizmetçisi hala ‘kız kardeşi’olan evin hanımının azarını yiyecek; evin hanımı ise hala statüsünü koruma kaygısıyla sürdürdüğü yoğun çalışma temposundan dolayı çocuklarına yeterince vakit ayıramayacak…
Ne seninle ne sensiz
Feminizmin tıkandığı noktalardan biri de ‘erkek’ meselesi. Yani hakikaten bütün mesele ‘erkekleri öldüreceğizden mi ibarettir? Daha doğrusu çözüm yolu bu mudur? Gerçekten her erkek potansiyel tecavüzcü müdür? Kürtaj yasaklansın diyen bir kadın mı feminizme daha yakındır yoksa cinsiyetçi küfür dahi etmeyen bir erkek mi?
Kadın mücadelesinin, kadının sorunlarını ancak ve ancak kız kardeşliğin birliğiyle çözüleceğine olan inancı, erkek düşmanlığını doğuruyor. Sapık, tacizci, tecavüzcü, şiddet uygulayan erkeklerden elbette nefret ediyoruz. Onlara ve onları ortaya çıkaran koşullara karşı elbette amansız bir mücadele yürüteceğiz/yürütüyoruz. Ancak bu erkek düşmanlığını, hepsini eşitleyerek tümünü ortadan kaldırmaya doğru genişletmek akıl alacak şey değil. Sözgelimi, Flormar direnişine kadın dayanışması şiarıyla desteğe gitmek çok değerli; ancak o fabrikada işten çıkartılan işçilerden yalnızca kadın olanlarla danışıldığını üstüne basa basa yinelemek ve erkek işçileri o an oradan soyutlamak dinin, dilin, siyasetin kutuplaştıramadığı işçileri suni bir elle kadın erkek diye ayırmaya sebep olur.
Feminist teoriden dallanan onlarca fraksiyon var ancak bu fraksiyonlardan çoğunluğu ‘erkek düşmanlığı’ konusunda bu noktada duruyor. Oysa kadının özgürlüğüne giden yolun en önemli kaldırım taşlarından biri de erkeklerin eğitilmesi, bilinçlendirilmesi olmalıdır.
Nasıl ola ki bu işler?
Kadının ancak sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz, aşkın aşkla tartıldığı bir dünyada tamamen özgürleşebilir. Bu dünyaya ulaşabilmek için ise kadın-erkek yan yana yürümelidir. Kadınlar da erkekler de bilinçlendirilmeli, kadının metalaştırılmasına kadınlar da erkekler de tepki göstermeli, kadınlar da erkekler de faşizme ve gerici-bölücü her türlü yaptırıma direnmeli, ve en önemlisi kadın da erkek de patron hegemonyasının ellerine kollarına bağladığı zincirlerini kırmalı.
Tüm insanlığı özgürleştirecek kökten bir devrim olmadığı sürece, kadınların elde edeceği tüm demokratik kazanımlar pamuk ipliğine bağlı olmaya devam edecektir. Gündelik mücadelenin bütün kanal açıcı unsurlarını devreye sokarak adım adım ilerlemeyi, yeni kazanımlar elde ederek daha önce kazandıklarımızı pekiştirmeyi sürdürmeliyiz. Yani her şeyi ne zaman geleceği belirsiz bir devrimin ötesine ertelemek gibi saçmalıklardan uzak durmalıyız. Öte yandan, her gün her saat sürekli eşitsizlik üreten kapitalizm denilen bu vahşi sistemi kökünden yıkıp ortadan kaldırmadıkça da hiçbir kazanımımızın kalıcı olamayacağı gerçeğini de aklımızdan çıkarmamalıyız!