Cihan Çetin
Bu yıl 13’üncüsü düzenlenen Karaburun Bilim Kongresi 5-9 Eylül tarihleri arasında gerçekleşti. Kongre, 26 oturumda 100’ün üzerinde bildiri, sunum sahibi dışında diğer etkinliklerle birlikte 200’e yakın katılımcıyla gerçekleşti. Tam sayıya ulaşamamakla birlikte 600-700 kişilik bir dinleyici kitlesi kongreyi izledi. Kongre öncesi yapılan Karaburun Ekonomi Politik Okulu’na (KEPO) katılım da daha önceki KEPO’lara katılımı kayda değer biçimde aştı.
Kongre bu yıl Lenin tarafından ortaya atılan, devrim ve sosyalizm mücadelesinin en kritik sorusu “Ne Yapmalı?” teması ile toplandı. Kongrenin çağrı metninde Lenin’in “Ne Yapmalı” çalışması temel alınarak kongrenin ana kapsamının “devrim, örgütlenme, önderlik ve aydınlar, yayın” sorunları olduğu vurgusu vardı. Ancak kongre bu sorunlarla kendisini sınırlı tutmayarak demokrasi, eğitim, feminizm, ekoloji, teori, adalet de “Ne Yapmalı?” sorusuna tabi tutmayı amaçladı.
Kongre boyunca “Ne Yapmalı?” sorusuna kayda değer açıklamalardan tutalım da saçmalamaya varan pek çok cevap da kendisine yer buldu. Skalanın bu kadar geniş olması sunulan cevaplardan önce “Ne Yapmalı?” sorusunun güncelliğini göstermesi bakımından kayda değerdi. Ancak yine cevapların genişliğinden dolayı “Ne Yapmalı?”nın gündeme getirdiği sorunlar ve bu sorunların çözümüne yönelik cevaplar devrim ve sosyalizm ekseninden kayışların da görülmesine neden oldu. Elbette kongre düzenleyicileri temanın tartışma zeminini hazırlama dışında bu kaymalardan sorumlu tutulamaz. Bu nedenle durum “Ne Yapmalı?” sorusunun kimler tarafından nasıl algılandığı sorusunda düğümleniyor.
İlk olarak bir bilim kongresi olması vesilesiyle “Ne Yapmalı?” sorusu karşısında akademik yaklaşımın birbirini neredeyse dıştalayan arayışlarda olduğunu görmek bakımından bu yılki kongre fazlasıyla ilginçti. Öyle ki “örgütlenme” başlığını taşıyan oturumda Lenin’in “Ne Yapmalı” da özellikle tartıştığı “profesyonel devrimciler örgütü” sorunu ile “sınıfın devrimcileşmesi sürecinin hangi kapsam ve genişlikte nasıl anlaşılması gerektiği; bu bağlamda ekonomik mücadele ile siyasal mücadele, işçi sınıfının kendi sorunlarıyla ezilen, baskı gören diğer toplumsal güç ve kesimlerin sorunları ve mücadeleleri ile nasıl bir ilişki kurması gerektiği; öncü-kitle diyalektiği, bunu zorunlu kılan koşullarla nasıl kurulması gerektiği” gibi metnin sacayaklarını oluşturan başlıkları Alınteri Gazetesi adına katılan sunumcu, 21. Yüzyılda yeni tipte bir parti olarak nasıl ele alınmasına dair başlıkla ele alırken; aynı oturumda farklı iki sunumcunun “profesyonelleşme ve öncülük iddiası”nı hiçleştirerek tam da ‘Ne Yapmalı’nın ruhuna tersinden Fatiha okuyarak mücadelenin merkezine sivil toplumcu anlayışı oturtması anlaşılır gibi değildi.
İkinci olarak kongreye katılan ve kendisini Marksist olarak tanımlayan akademisyenlerin tartışmalarında ortaya çıkan Marksizm’e dair kafa karışıklığı sorunu. Birkaç oturumda karşılıklı olarak tartışan akademisyenler kendilerini özellikle Marksist olarak tanımlayarak tabana zıt şeyleri söylediler ve karşıdakini eleştirdiler. Marksizm sanki “akademisyenin beyanı esastır” gibi bir ilkeye indirgenmişti. “Ben de Marksist’tim” diyen akademisyenlerin çoğunun sendikal örgütlenme dışında bir örgütlenme içinde olmadan “bağımsız Marksist” olmaları da bir başka sorundu.
Yukarıdaki durumun bir tezahürü de sunulan tebliğlerde kendisini gösterdi. Ele alınan konunun bilimselliği “Marksizm mi Marsikoloji mi” olduğu konusundaki bulanıklık özellikle “Ne Yapmalı?” gibi Marksist bir sorunun cevaplanması sırasında kendisini gösterdi. Marx’ın uyguladığı yöntem, ortaya çıkardığı, geliştirdiği kavramlarla herhangi bir toplumsal olgunun analizine girişmek (ki buna Maksikoloji diyebiliriz) çok rahatlıkla Marksizm olarak sunuldu.
Üçüncü olarak kongreye devrimci siyasetlerin ilgisizliğini sayabiliriz. Kongreye daha önceki yıllarda da gelip giden bazı siyasetler dışında, “Ne Yapmalı?” gibi bir temaya en azından izleyici olarak bile devrimci siyasetlerin ilgisizliği çok netti. Evrensel, Birgün, Duvar Gazetesi gibi basın organlarında, Alınteri de dahil pek çok sol çevrenin web sitelerinde kongrenin duyurusu aylar öncesinden yapılmış olmasına rağmen bu ilgisizliği açıklamak oldukça zor. Karaburun Bilim Kongresi’nin, tartışmaya açık olmakla birlikte, kendisini Marksist sınırlar içinde tanımlamasına rağmen bu ilgisizlik basitçe “akademik işler” kategorisinde dudak bükmekle açıklanamaz. Bu durumun gerisinde TDH’nin kangren niteliğine bürünmüş teoriye ilgisizliğinin bir payı olduğunu görmek gerekir.
Kongre ile ilgili son değerlendirme konusu ise aslında kongrenin de temel eksikliğini, zaafını ve zayıflığını göstermektedir: İşçi sınıfının eksikliği. Kongre geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl da gerek sendikal düzeyde gerek özel olaylara bağlı biçimde (Soma katliamı gibi) işçi sınıfına kongrede yer vermeye özel önem gösterdi. Ancak bu yıl da öncesinde olduğu gibi bu düzey istenilenin çok ama çok gerisinde kaldı. Çağrılı konuşmacıların birlikte geldiği birkaç işçi, işçi kökenli kişiler dışında işçi sınıfının varlığı sıfır noktasındaydı. Bu sonuç kongre düzenleyicilerinin niyetlerinden bağımsız olsa da Marksizm sınırları içinde, hele ki bu yıl “Ne Yapmalı?” yı tartışan bir kongrede işçi sınıfın yokluğu ileriki yıllar için çözülmesi gereken temel bir sorun olarak kendisini şiddetle göstermektedir.
Bu yıl kongre katılımcılarında ağırlığın öğrenci gençlikten olması önemli bir kazanımdır. Son yıllarda 5-10’nu geçmeyen çadır sayısı bu yıl bir ara 70 civarına yükseldi. Özellikle öğrenci gençliğin kongreye ilgisinin yüksek olması devlet tarafından polisiye tedbirlerin de, terörize etmekle saçmalamak arasında bir çizgide seyretmesine yol açtı. 4 Eylül akşamı çoğu katılımcının gittiği bir kafe 15’e yakın resmi ve sivil polis tarafından GBT bahanesi ile sarılırken, bir başka gün parti ismi açıkça yazmasına rağmen üzerinde orak-çekiçten dolayı bir parti flaması “pankart” sanılarak kongre yürütücüleri uyarıldı.
Karaburun Bilim Kongresi sunulan bildirilerden kongrenin düzenlenmesine kadar birçok dengesizliği, dalgalanmayı bu yıl daha üst biçimde yaşadı. Örneğin genelde çok az katılımcının olduğu çalışma grupları bu yıl oturumlara katılımı etkileyecek kadar yüksek sayıda katılımcı ile gerçekleşti. Organizasyonda özellikle salonların yetersizliği kendisini bu yıl çok daha fazla hissettirdi.
Kongre pek çok noktada bir sıçramanın eşiğine gelmiş gözükmedi. Bu sıçramaların hepsini bir arada, dengeli biçimde ve aynı anda yapması zaten beklenemezdi. Ancak fiziki koşulların düzenlenmesinin çok öncesinde (ve ötesinde) kongre, Marksizm iddiasını üzerinde taşımaya devam edecekse ilk sıçramasını kongrenin isminde yer alan “bilim” noktasından yapmak için enerji sarf etmelidir.
Kongrenin geçen seneki temasını oluşturan Ekim Devrimi’nin 100’üncü yılı başlıklı oturumlarda açığa çıkan somut iddia ve hedeften yoksun bir bakış açısının yanı sıra sunumların yüzeysel ve çokta derine inemeyen genel bir değerlendirme çerçevesine sıkışması, geçen sene olduğu gibi bu senede kendisini tekrarladı.
Gelecek yıl bu sıçramanın ilk emarelerini görmek de katılımcıların temel beklentisi olacaktır.