“Emin’e çay içireceğiz!”



Tutuklu İnşaat İş Sendikası yöneticilerinden Yunus Özgür’ün yazdığı hikayeyi paylaşıyoruz


İnşaat İş Sendikası bugün, tutuklanan İnşaat İş Sendikası yöneticilerinden Yunus Özgür ve Uğur Karadaş’ın olduğu hücreye getirilen 3. Havalimanı işçisi Emin’i ve kısaca cezaevi koşullarını anlatan, Yunus Özgür’ün kaleme aldığı bu hikayeyi yayınladı.

 

Gürültüyle açılan demir kapıdan içeriye girdiğinde her halinden anlaşılıyordu buraya yabancı olduğu. Gözlerindeki kaygı ve tedirginlik tüm vücut diline yansıyordu. Önüne doğru kenetlediği elleri ezilmişliğinin dışa vurumuydu adeta. Duyulmayacak kadar kısık bir ses tonuyla “protesto” demesinin ardından sarılıyoruz birbirimize.

 

Havalimanı şantiyesinden yeni bir işçi arkadaşımızın yanımıza getirilmesiyle 6 kişilik hücremizde hüzünlü bir bayram havası yaşanıyor. Hüznü bir tarafa koyup bayram havasını sürdürüyoruz. İşçi arkadaş, dostlarının yanında olduğunu anlıyor ve anlatmaya başlıyor nasıl getirildiğini. Ardı ardına sorduğumuz soruların yoğunluğundan olsa gerek cevapları kesik kesik ve kısa oluyor.

 

Sabah saatlerinde sahada çalışırken çağırıyorlar Emin’i. Formen, koğuşunun değiştirileceğini ve eşyalarını almasını söylüyor. Emin ve iki işçi arkadaşı daha topluyorlar eşyalarını her şeyden habersiz. Emin’in eşyası hepi topu iki poşet.

 

Koğuş değişikliği beklerken, Emin ve iki işçi kendilerini İGA’nın güvenlik binasında jandarmaların arasında buluveriyorlar. Sonrası malum; hakaret ve küfürler eşliğinde sorgu ve göstermelik bir mahkemenin ardından 2 gün Metris Cezaevi’nde kaldıktan sonra Silivri Cezaevi’ne sevk. Cezaevinde adettendir yeni gelene “Aç mısın? Sigara yakar mısın? Demli bir çay içer misin?” demek.

 

Velhasıl cezaevi yatmışlığımız olmasına rağmen adet madet hak getire. Havaalanı şantiyesinde bizden sonra neler yaşandığını anlamak için Emin’i tabiri caizse soru yağmuruna tutuyoruz. Emin Kürtçe şivesiyle cevaplamaya çalışıyor sorularımızı. Ondan öğreniyoruz koğuşlarda tahta kurularına karşı ilaçlama yapıldığını, servislere ilk birkaç gün ek servis eklendiğini, servis bekleme yerlerine yağmurdan korunma yerlerinin yapılmaya başlandığını ve birçok işçinin iş bırakarak memleketine geri döndüğünü.

 

Sonunda Emin’in aç olabileceği aklımıza geliyor ve soruyoruz “Aç mısın Emin?” Emin hiç itirazsız “Açım” diyor. Emin’e iyi bir sofra olmasa da elimizde ne varsa hazırlıyoruz. Masa yok, sandalye yok. Emin cam kenarında ayakta yiyor yemeğini. Takılıyoruz Emin’e “Nasıl, İGA’nın yemeklerinden iyi mi?” diye. Kafa sallıyor Emin iyi olduğunu anlatmak için.  Yemeğin ardından sigara ikram ediyoruz Emin’e. Sigara kullanmadığını söylüyor. Ama gözleri fıldır fıldır.

 

Evet, cezaevinde adet olan bir şeyi sormaktan kaçınıyoruz Emin’e. Demli bir çay. Demli bir çayı bırakalım, demsiz bir çay bile içiremiyoruz ona. En çok da bu koyuyor bize, çay, çay, çay… Geldiğimiz günden beri çay içememenin özlemi. Emin de bizim telden çalıyor “Ah bir çay olsa” diye. Sonra iyi bir çay nasıl yapılır sohbetine başlıyoruz çaya olan özlemimizi gidermek için. Közde çay mı istersin, kaçak ve tomurcuk karışımı çay mı, ince belli bardakta mı?

 

Pahalı olduğu için üç gündür almaya bir türlü karar veremediğimiz çay ısıtıcısını alıp almamakta hala kararsızız. Velhasıl Emin’e hala demli veya demsiz bir çay içiremedik. Sonunda en kötü karar, karasızlıktan iyidir diyerek kesenin ağzını açıp bir çay ısıtıcısı almaya karar veriyoruz. Fakat Emin’e çay içirmek sanıldığı kadar kolay değil. Haftada bir gün olan kantin gününü beklemek zorundayız. “Keşke şu kararı bir gün önce alsaydık” diye hayıflanmak buralarda hiçbir kar etmiyor.

 

En iyisi mi suyun bile kotayla verildiği bu yerde, nefes alıp vermenin dahi dilekçeyle karşılanacağı esprisini yaparak bir dilekçe çiziktiriyoruz “baş efendiye”, kantin gününün dışında çay makinası alabilmek için. 3-4 saat sonra dilekçede ismi yazılı olan hücremizin en yaşlısı ve tatlı dillisini çağırıyor “baş efendi”.

 

Omzuna vurarak “Sen halledersin bu işi, görelim seni, çay makinasını kap gel” diyerek en yaşlı ve tatlı dillimizi uğurluyoruz kurtlar sofrasına. 15-20 dakika sonra eller yukarda neşe içinde giriyor içeriye. “Tamamdır” diyor, “Bir dilekçe verip çay makinamızı alacağız”. Keyfimize diyecek yok. Çocuklar gibiyiz adeta.

 

Sabah sporunda koşu koşumuz olan arkadaş olayı biraz abartıp sağa sola tekmeler vurarak sevincini gösteriyor, jet hızıyla dilekçe yazılıp veriliyor gardiyana. Havalandırmada voltadayız ama kulaklar tetikte, kapıdan gelecek olan sesi bekliyor. Bu arada en yaşlımız ve tatlı dillimizin volta atışlarının değiştiğini fark ediyoruz. 1.65 boyuna rağmen “Dünyayı ben kurtardım” edasıyla sorunu nasıl çözdüğünü, baş gardiyanı nasıl tufaya getirdiğini anlatıyor kasıla kasıla.

 

Bir anda volta kesiliyor ve donuyoruz olduğumuz yerde, evet kapı sesi. Koşuyoruz koğuş kapısına, fakat yanlış alarm, yemek dağıtımı. Suratlar düşük ama yemeği almayı da ihmal etmiyoruz. Yemeği afiyetle yememizin ardından yine voltadayız.

 

Emin volta atarken “Bir çay olsa şu başımın ağrısı gidecek” diye mırıldanıyor mırıldanmasına ama asıl içinden geçen “Lan koskocaman üç tane adamsınız burada, konuşmaya gelince maşallah kapitalizm, işçi hakları filan bilmediğiniz yok, iş çaya gelince tırtsınız” oluyor. En yaşlımız ve tatlı dillimizin ise Emin’in bu mırıldanmalarına cevabı, “Tamam Emin hallettik sayılır, bugün çayları hep birlikte höpürdeteceğiz” oluyor.

 

Sonunda kapı açılıyor ve kantinci para kotamızın (haftalık 300 lira harcama kotası) sadece masa ve sandalyeye yettiğini, çay ısıtıcısını ancak bir hafta sonra alabileceğimizi söylemesiyle beraber hücrede bir panik havası yaşanıyor ki sormayın. Emin sessiz sedasız bir köşeye çekilip yere çömelerek başını dizlerine yaslıyor. Hücremizdeki neşe kaynağımız olanımızın ise ağzını bıçak açmıyor. Koşu koşumuz ise “Nasıl böyle bir şey olur?” diye kantinciyle münakaşa ediyor. “Tamamdır işi hallettim” diye kasıla kasıla volta atan en yaşlımız ve tatlı dillimiz ise ortalarda görünmüyor. Sonradan onun avukat görüşünde olduğu aklımıza geliyor.

 

Saatin 17.00’i vurmasına yarım saat var. Saat 17.00 dedimiydi kantin kapanır ve ejderha olsanız o kantinden iğne girmez hücrelere. Evet, bugün demli veya demsiz bir çay içebilmenin tek koşulu en yaşlı ve tatlı dillimizin kantin kapanmadan hücreye dönmesi.

 

Tabii ki bu da yetmiyor ulaşamadığımız çay makinasına ulaşabilmek için. Bir de en yaşlımız ve en tatlı dillimizin hesabına para yatmış olması gerek. Hücremizde gergin bir bekleyiş ki sormayın. Geçen her dakika bizi çay makinasından uzaklaştırıyor. Yaklaşık 1 saattir avukat görüşünde bulunan (hala 1 saattir orada ne yaptığını anlayamadık) en yaşlımız ve en tatlı dillimiz sonunda kapıdan giriyor, “çay ısıtıcımız nerede” diye. Çay ısıtıcısının geldiğini düşünerek kasıla kasıla yürüyor yine. Durumu en kısa haliyle anlatıp hızla bir dilekçe daha yazıyor ve kapıya yükleniyoruz “gardiyan gardiyan” diye.

 

Kantinin kapanmasına son 15 dakika. Gardiyan ortalıklarda görülmüyor. Gardiyan ortalıklarda görülmüyor. Panik halinde acil butonuna basıyoruz. Daha önce bastığımız acil butonu nedeniyle gardiyanlardan aldığımız uyarıya kulak asmıyoruz. Buralarda acil butonuna acil hasta olduğu zamanlarda basılıyormuş. Eee bizim çay makinasına bugün ulaşmamız gerekiyor, bundan acili olmasa gerek. Gardiyan “yine mi bastınız şu butona” der gibisinden asık bir suratla mazgalı açıyor. Meramımızı anlatıp tutuşturuyoruz dilekçeyi eline. Gergin bekleyişimiz devam ediyor.

 

Voltadayız fakat kulaklar pür dikkat kapıdan gelecek tıkırtıda. İnceden bir ses geliyor ara maltadan. Koşturuyoruz kapıya, ses var ama ne görüntü ne de çay makinası yok. Kapıdaki küçük cama yaslanıp bakıyoruz sağa sola. Evet, azmin elinden çay makinası kurtulamıyor; işte çay makinamız yerde duruyor. Sonunda alacağız onu içeriye. Son bir gayret kapıya yükleniyoruz. 5-10 dakika sonra gardiyan geliyor. Çay makinamızı içeri almak istediğimizi söylüyoruz. Gardiyan bunun için dilekçe yazmamız gerektiğini söylemese de yetkili gardiyanı beklememizi söylüyor. Olsun diyoruz, ne de olsa bu akşam hem biz hem de çaysızlıktan başı ağrıyan Emin’e demli bir çay içireceğiz umuduyla başlıyoruz voltaya.

 

Emin’in dili çözülüyor, ne de olsa çay makinası az ötede bizi bekliyor. Demli çayın kokusu da voltamıza eşlik ediyor adeta.

 

Emin 35 yaşlarında, 4 çocuk babası. Ağrı’dan 2,5 ay önce İstanbul’a çalışmaya gelmiş. Gurbetçi yani. Önce Dudullu taraflarında bir benzin istasyonunun yapımında çalışmış. Daha sonra kalacak yer sorunu yaşayınca bir tanıdığının aracılığıyla 3. Havalimanı şantiyesinde 15 gün önce işe başlamış. İlkokul 2’de okulu bırakmak zorunda kalarak şantiyelerde çalışma yaşamına atılmış 12 yaşlarında. Emin 17 kardeş olduklarını anlatıyor gülerek. Annesi babasıyla 16 yaşlarında evlenmiş. En çok da en büyüğü 9 yaşında olan çocuklarını özlediğini anlatıyor. Ailesine kimin bakacağı sorusu Emin’in gözlerini yaşartıyor volta atarken. Emin bir de tutuklanmasına anlam veremiyor bir türlü. “Hakkımızı istedik bizi tutukladılar” deyip duruyor. Ömrü boyunca yoksulluk içinde ailesini geçindirmenin derdinde olan Emin, ilk kez böyle bir şey yaşadığını anlatıyor şaşkınlıkla.

 

İGA’nın güvenlik binasında Emin’e görüntülerini seyrettiriyorlar. Emin yüksek bir yere çıkmış eliyle kararsız duran işçileri çağırıyor eyleme katılmaları için. Emin hüzünle gülerek “hakkımızı istedik ellerimize kelepçe vurdular” diyor. Emin’in keşkeleri çok; keşke formenin peşinden gitmeseydim, keşke çalışmak için İstanbul değil de İzmir’e kardeşimin yanına gitseydim deyip hayıflanıyor. Ama Emin’in ağzından “keşke eyleme katılmasaydım” cümlesini duymuyoruz. Volta atarken Emin’e bakıyorum. Sınıf mücadelesinin ne kadar acımasız ve amansız olduğunu bildiğim halde ”ya bu adamdan ne istediniz de buraya getirdiniz” diyerek inceden bir küfür savuruyorum.

 

Voltamız hızlanıyor, sanki bir yere yetişmek istercesine bir o yana bir bu yana adeta koşturuyoruz. Eee ne de olsa cezanın törpüsüdür, mahkumun sırdaşıdır volta. Bir anda kulaklar dikeliyor kapı sesine doğru. Bizim için dünya bir anda duruyor. Sonunda çay ısıtıcısına kavuşuyoruz. Büyük özlem son buluyor. Fakat inceden bir moral bozukluğu da yaşamıyor değiliz. Şöyle demlikli, yakışıklı bir çay ısıtıcısı beklerken elimize hani şu dışarda kullandığımız ketıllardan tutuşturuyorlar. Olsun diyoruz moralimizi bozmamak için. Sıcak su olduktan sonra çay demlemesini de biliriz biz.

 

Hoplaya zıplaya takıyoruz ketılımızı fişini prize. Ketılda ses seda yok.

 

Başka bir prize takıyoruz yine olmuyor, başka bir priz, yine olmuyor. Suratlar bir karış. Sanki dünya başımıza yıkılmış da biz hücre duvarları arasında kalmışız. Yükleniyoruz hep birlikte hücremizin demir kapısına. “Gardiyan, gardiyan!” Gardiyandan çıt yok. Acil butonuna uzanıyor parmaklar. Gardiyan beş dakika sonra, “Yine ne var?” moduyla karşımızda. Hep bir ağızdan “Prizlerde elektrik yok” diyoruz. Gardiyan açmaya gidiyor şalteri. Ketılımız prize takılı ve biz üşüşmüşüz başına. Fakat bizim ketılda tık yok. Şimdilik idareden umudu kesiyoruz ve kendi yöntemlerimizle çalıştırmaya çalıştırıyoruz ketılımızı. Kısacası, umut fukaranın ekmeği, ye fukaram ye.

 

En sonunda hücremizin tüm şartellerini attırıyoruz. Yani pirince koşarken bulgurdan da oluyoruz.

 

Evet, bugün de demli ya da demsiz bir çay yok bize. Sanki bütün dünya birleşmiş de bize çay içirtmemeye çalışıyor. Hepimiz suç işlemiş çocuklar gibi bir köşeye çekilip masanın üzerinde duran ketılımızı seyre dalıyoruz. “Olsun ne de olsa içeceğiz yarın bu çayı” diyerek kendimizi avutuyoruz. Sonra ketılımızın ne kadar kaliteli olduğu üzerine yorumlarda bulunuyoruz yapacak bir şey kalmayınca. Gün bitiyor. Artık hiçbir yöntem kar etmez ketılımızı çalıştırmaya: saat 17.00’yi geçiyor. Yavaş yavaş volta atmaya devam ediyoruz günün yorgunuğunu ve stresini atmak istercesine.

 

Emin’in kafasında binbir soru dolaşıyor volta atarken. “Neden bizi içeri attılar da patronları atmadılar?” diyiveriyor. Can alıcı soru sorulmuştu. İşte Emin bu soruyu sormakla büyük bir hata yaptığını sonradan kavrayacaktı ama söz ağızdan çıkmıştı bir kez. Volta hızlanıyor, sesler daha bir gür çıkmaya başlıyor Emin’in sorusunun cevabı verilirken. O an Emin’i gözümde Matrix misali canlandırıyorum. Emin kırmızı hapı seçmişti ve sonuçlarına katlanacaktı tabii ki.

 

En yaşlı ve tatlı dillimiz kapitalizmin temel yasasını anlatmaya başlıyor. Ardından koşu koçumuz alıyor sazı eline. Ardından “Bu fırsat kaçmaz” diyerek en neşelimiz başlıyor anlatmaya. Emin’in kafa allak bullak. Sohbetin sonunda, koğuşa ilk girdiğinde kısık ve tedirgin bir ses tonuyla neden dolayı geldiğini anlatmak için yalnızca “Protesto” diyebilen Emin olayı kavradığını göstermek için “Tamam, anladım, bu düzeni kökünden değiştirmek gerek” diyor kararlı bir ses tonuyla.

 

Volta bitiyor, masaya oturuyoruz. Hayrını göremediğimiz ketılımız dolabın üstünde. Ara ara gözlerimiz kaliteli ketılımıza takılıyor. Emin masada oturuyor ama buralarda değil sanki. Gözleri buğulanmış: Ağrı’daki çocuklarını ve eşini düşünüyor muhtemelen. Bir de tandırda pişen mis kokulu ekmeği. Takılıyoruz Emin’e “Hayrola Emin nerelerdesin” diye. Emin tebessüm ediyor sadece.

 

Emin 1.85 boylarında iri yapılı bir vücuda sahip. Alimallah taşı sıksa suyunu çıkarır tiplerden. Fakat görünüşünün tam aksine yufka mı yufka yürekli. Hani karıncayı dahi incitmeyecek insanlar vardır ya, tam da öyle işte. Emin masa başında anlatmaya başlıyor bugün görüş kabininde kardeşiyle yaşadıklarını.

 

Sonra utana sıkıla görüş kabininde gözyaşlarını tutamadığını, duygusal bir yapıya sahip olduğunu söylüyor gülümseyerek. Sabah sayımında veriyoruz dilekçeyi gardiyanlara. Hücremizin elektrik sorununun çözülmesini talep ediyoruz dilekçe ile. Yeni bir gün, yeni bir başlangıç ve yeni umutlarla doluyuz ketılımızı çalıştırmak ve demli bir çay içirebilmek için Emin’e. Bir söz vardır hani, azimle bilmem ne yapan taşı delermiş diye, bizimkisi de o hesap. Dilekçe yazmaya tam gaz devam ediyoruz o elektrik bu hücreye gelecek diye. Sizin anlayacağınız dilekçeler havalarda uçuşuyor. 3 gün boyunca dilekçe yazmaktan vazgeçmedik, illa da Emin’e demli veya demsiz bir çay içireceğiz. Geri adım yok! Bu hücrede çay demlenecek.

 

Bugün itibariyle dilekçe yazmaya ara veriyoruz. Yanlış anlaşılmasın, Cumartesi-Pazar dilekçe verilmiyor olmasından ara vermemiz. Yoksa, dilekçe yazmaktan A4 kağıdına ve mürekkebe harcadığımız paranın ketılı almak için harcadığımız para miktarını geçeceğinden korktuğumuz için değil. Velhasıl kararlıyız bu hücreden çay demlemeden çıkmamaya.