Battığımız dalgalardan
Yükselecek olan sizler
Zaaflarımızdan söz ederken
Unutmayın
Karanlık çağı da
Sizlerin kurtulmuş olduğu.
(…)
Bertolt Brecht
Hafızamın daha şaşmaz olmasını isterdim; bizden sonra gelen/gelecek kuşaklar bizim deneyimimizden de öğreniyorlar çünkü. Süzüp ayıklıyorlar tortularımızı; doğrularımız baskınsa yanlışlarımızı pek görünmesini istemedikleri yerlere zulalıyorlar, örnek alacakları esinleyici eylemleri sabırla parlatıp pırıl pırıl hale getiriyorlar.
Hafızam şaşmaz olsaydı, Sezai yoldaşla kısa sürmüş birlikteliğimizi de büyük bir ihtimalle daha net çizgilerle hatırlayabilecektim. Yaşanırken bu denli derinlemesine duyumsanmayan bu anlar, ya kendinizle baş başa kaldığınız poliste, işkencede, hücrede kendilerini hatırlatmak, unutulmamak için adeta öne fırlıyorlar. Ya da o yoldaşlar sizi bırakıp gittiklerinde -biraz da zorladığınız- belleğinizden fırlayıp elini kolunu sallaya sallaya arz-ı endam ediyorlar. Gözyaşlarınızı tutmayı başarabilirseniz, bir bilim adamı sükuneti ve aklıyla çözümlersiniz olguları. Başaramıyorsanız şayet ya da yol veriyorsanız duygularınıza, üzerinden yıllar geçse de gözlerdeki ışıltıyı, gülümsemedeki hınzırlığı o günmüş gibi hatırlarsınız.
Yiğitliğin ve alçaklığın zirve yaptığı yıllardı; 12 Eylül’ün en karanlık günleri…
O yıllarda devrimcilik bir yaşam biçimiydi ve mücadele herkesi yerli yerine oturturdu; bunun şaşmazlığı konusunda -yıllar içinde sınanan ve her defasında doğrulanan- hükmünü yürüten sözsüz bir ön kabul neredeyse bütün devrimcileri, komünistleri keserdi. O zamanlar yoldaşlarla ilgili “efsaneler” dolaşmazdı ortalıkta -ne olumlu ne olumsuz! Merak, devrimci yaşama gözlerini yeni açmışların peşini bırakmazdı ama kimi şeyler asla paylaşılmazdı. Bunun gibi ilkesel “tabu”larımız olmasaydı, 12 Eylül yıllarında ayakta kalmamız olanaksızdı.
Bizler gibi mücadelede henüz toy olanlar, onlarla ile ilgili “gerçeklerin” çoğunu, yaşamlarına yaraşır ölümleriyle öğrenirdik. Bu -burjuvazi ve gericilerin propagandasını çokça yaptıkları-, araştırmayan, sormayan, sorgulamayan körü körüne biat eden bir tipolojiden çok, tarihsel-toplumsal-siyasal zeminde kıran kırana militan bir kavganın içinde ve onun gerekleri doğrultusunda öğrenilmiş, anlamına vakıf olunmuş, benimsenmiş ve özümlenip içselleştirilmiş bir komünistin davranış biçimiydi. Birçok yoldaşımın yaşamı ve mücadelesine ilişkin temel ya da ayrıntı niteliğindeki şeyleri öğrendiğimde bazen şaşırdığımı hatırlıyorum. Fakat sözgelimi, en az tanıdıklarımdan biri olmasına rağmen -aynı organda çalışmadık, aynı evde yaşamadık, aynı cezaevinde yatmadık, mahpusken yazışmadık- içlerinde en az şaşırdıklarımdan biri Sezai yoldaştır.
O zamanlar kimin neden devrimci olduğundan çok neden devrimci olmadığı merak uyandırır ve garip bulunurdu. Komünist/devrimci giysisi Sezai Ekinci’nin üzerine öyle güzel oturuyordu ki, bu onun neredeyse teni haline gelmiş doğal örtüsü sanılabilirdi. Başka türlü olmasını, onun için başka türlü bir hayat düşünemezdiniz.
Geçmişe elimizden gelen her şeyi yapabiliriz; onu kendimizce yeniden yorumlayıp anlatabiliriz, kimi olayları ya da kişileri yerden yere vurup aklımızca çürütebilir, kendimize göre insanüstü kahramanlar yaratır onlara olağanüstü güçler biçebiliriz. Geçmişi kendimizce belki ‘değiştirebiliriz’ ama onun sonuçlarını değiştirmek gelmez hiçbirimizin elinden… ‘O geçmiş’ ve o geçmişi geleceğe bağlayan köprünün onlarca halatından biri olan Sezai yoldaş, sicimlerin, yumakların, iplerin ve düğümlerin hareketinde kendini öne çıkarmayan kimi zaman dirayetli kaptan kimi zaman çalışkan tayfa gibidir.
Beni önce iyimserliği ve sükuneti çarpmıştı. Bunu yüzüne çok yakışan gülümsemesi destekliyordu.
8 Ağustos 1981, İstanbul’un Karagümrük semti… Bir gece önceki toplantıdan sonra diğer yoldaşlar evden ayrılmışlardı. Sezai yoldaş o gün evde kalacak, ertesi gün gidecekti. Onunla ilk kez işte böyle tam bir gün geçirecektim. Yoldaşları izlemek, bir şeyleri onlarla birlikte yapmak, sohbet etmek, çeşitli konulara ilişkin görüşlerini öğrenmek, reflekslerini görmek, kafada bir “anı defteri” oluşturmak çok güzeldi. O günü hep böyle hatırlıyorum.
Sabah kahvaltıdan sonra ikimiz de işbaşı yapmıştık. O okuyordu; yemek masasının üstündeki yayıntıları toplamış, dikkatini dağıtacak her şeyden arındırmış, etrafı sadeleştirmişti. Masa örtüsünde tek bir kırışık yoktu. Okuyor ve not alıyordu, kalemler bile sıraya girmiş okul öğrencileri gibi dizilmişlerdi. Bir yandan işimle uğraşıyor bir yandan gözümü ondan alamıyordum. Onun çok titiz ve düzenli olduğunu daha sonra öğrenmemiş o gün anlamıştım.
Faşizmin gemi azıya aldığı günlerdi, ama o, sanki bir kır evinin bahçesinde kendini işine vermiş bir bilim adamı sükunetiyle çalışıyordu. O anda kafasını meşgul eden başka hiçbir şey yok gibiydi; öyle olmadığını biliyordum ama kendisini çevreleyen koşullardan nasıl yalıtabildiğine şaşkınlıkla tanıklık ediyordum. Daha yeni bir operasyon yemiştik; Bahçelievler/Siyavuşpaşa’da gece yaptığımız OÇ [Orak-Çekiç TİKB’nin yayın organıdır] dağıtımı sırasında başka bir ilden buraya gelen bir yoldaş (**) yakalanmıştı. Gerçi bildiği ev hemen boşaltmış, gerekli diğer önlemleri almış, beklemeye başlamıştık. Hiçbir haber de yoktu, olumlu-olumsuz herhangi bir belirti de… Sezai yoldaş yakalananı tanıyordu. İzlenimlerini, yorumlarını ve beklentilerini sordum. Daha önce gözaltına alınmış mıydı, işkenceden nasıl çıkmıştı, “sağlam” bir yoldaş mıydı,.. gibisinden bir dizi soru…
Hiç kuşku yok ki bu türden sorulara matematik kesinliğinde yanıtlar verilemez. Belki böyle sorular sormak bile abestir; benimki deneyimsizlikten kaynaklanıyordu. Bu tür soruları insan içinden sorar ama pek dillendirmez. Ben dillendirmiştim işte!.. Evet, sert bir yanıt ihtimali de vardı, bunu göze almıştım. Sezai yoldaş çok sakin bir şekilde, yakalanan yoldaşın çözüleceğini sanmadığını söylüyordu. Örnekler veriyordu; bunu mutlak bir kesinlik olarak ifade etmiyor, güçlü bir olasılık olarak vurguluyordu. Faşist diktatörlüğün saldırılarına, faaliyetimizin içeriğine, alanlarda yapılması gerekenlere, vs. konularda sohbetimiz aktı gitti.
Okuduklarını, yaşadıklarını sindirmiş insanların doğallığı, rahatlığı ve güveni vardı üzerinde; bu rahatlık ondan karşısındakine akıyor, kişiyi gerilimlerinden arındırıyor, insana dünyaya meydan okuma cesareti veriyordu. Hepimizin canını dişine takarak tarihte bir çentik olmaya, sersemletilmiş işçi sınıfı ve kitle hareketini en az hasarla ayağa kaldırmaya, faşizme karşı ölümüne dik durmaya çalıştığımız “sıradan” günlerden biriydi işte… Kendi ölümü yakın, yoldaş ölümleri uzak geliyordu insana. Birçoğumuz açısından kaçınılmaz bu gerçeği adımız gibi bilmemize rağmen, kapımızı çalmadan hiçbir ölüme hazırlanılamıyordu.
Gün akşama devrilirken Sezai yoldaş benden leğen ve deterjan istedi, gömleğini yıkayacaktı. “Sabaha kadar kurumayabilir…” diye itiraz edecek oldum, “Ütüyle kuruturum” dedi. Normali yaşıyorsa, onu kimse kirli ya da ütüsüz bir gömlekle görmemiştir. Tiril tiril olmalıdır üstü başı, saçları ve traşı bir komüniste yakışır tarzda olmalıdır… İllegalite koşullarının gerektirdiği zorunlulukların dışında onun kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır temizlik ve düzen…
İyimserliği bana da bulaşmış; sabah onu geçirdikten sonra dilime bir türkü bile dolanmıştı. Gülümseyen yüzü, muntazam dişleri “her zorluğun üstesinden geleceğiz/ her şey yoluna girecek” edası, gerçekten çok üst üste gelen açmazlarla daraldığım bir sırada imdadıma yetişmişti. Bu sabah kendimi uzun zaman olmadığım kadar keyifli hissediyordum. Benim de dışarda işim vardı ve Fatih’teki Saraçhane Geçidi’ne indiğimde etrafta sabahki vahşetten hiçbir iz yoktu. Oysa o saatlerde Sezai Ekinci’nin tertemiz beyaz gömleği katillerin kanlı elleriyle kirletilmeye başlanmıştı. O sırada hiçbirimiz bunları bilmiyorduk.
Sezai yoldaşın, komünizmin özgürlük, iyimserlik ve insanlık dünyasından inanmış bir sınıf devrimcisinin bir gece önce direnişine umut beslediği zavallı, daha önce bu hatta gördüğü yoldaşlardan biri yine oralardan geçer hesabıyla oraya pusu kurdurmuş, ekip arabasının içinde boğazına kadar pisliğe batmış olarak avını bekliyordu.
Sezai Ekinci -kayıtlara geçen sahte kimlikteki adıyla Yakup BIYIK-, 136 gün sürecek işkence ‘serüvenine’ işte o evden güle oynaya çıktığı sımsıcak bir Ağustos sabahında başlamıştı: “Güzel bir yaz günü daha başlıyordu. Günlerden 9 Ağustos 1981, Pazar, sabah 08:00 sularıydı. Üzerimde kısa kollu, beyaz bir gömlek vardı. Topkapı tarafından Kadıköy yakasına gidecektim…” (Adressiz Sorgular‘dan…)
(*) “Karanlık Çağın Filizi” kitabından Oya Açan‘ın anlatımıdır
(**) Sözü edilen kişi, hain Adil Özbek‘tir. 1981’deki yakalanmasında çözülmüş, Sultanahmet ve Metris Cezaevlerinde yattığı kesitte itirafçılaştı, ihanetin teorisyenliğine soyundu. 1991 yılında TİKB tarafından cezalandırıldı.