H. Selim Açan
TÜSİAD’ın göreli ve ucuz demokratizminin arkasında, tekelci sermaye bloku içinde eski rakipsiz egemen konumunu kaybetmekten kaynaklanan ‘korku’ yatıyor. O asıl olarak bu korku yüzünden hem yeni iktidar yapılanması içinde kendisine belirli bir güvence ve hareket imkânı kazandıracak “kuvvetler ayrılığı” üzerinde ısrar ediyor hem de eli zayıflamış eski hegemonik bir güç olarak Kürtlere, Alevilere, İslamcılara, kadınlara -ve tabii liberal budalalara- ‘şirin’ görünerek etrafında olabildiğince geniş toplumsal destek halkaları oluşturma hesabını güdüyor. Bu zokayı yutmaya dünden hazır bazı ahmaklar da bizlere hala, “hegemonyasını başka türlü yürütme imkânı kalmadığı için liberal demokrasiye yönelerek müzakereci, katılımcı, temsil mekanizmalarının önünü açan blok halinde yekpare bir tekelci burjuvazi” tabloları çiziyor.
Önce şu TÜSİAD’ın korkusuna biraz daha yakından bakalım: Bu korku yüzünden TÜSİAD tarihinde ilk kez geçen yıl kendisine başkan bulamama sıkışması yaşadı. TÜSİAD’ın geleneksel işleyişine göre Arzuhan Doğan Yalçındağ‘ın yerini Doğuş grubunun patronu Ferit Şahenk’in alması gerekiyordu. Ancak AKP Hükümeti’nin, yağlı yeni yatırım girişimlerinin önünü kesmekle kalmayıp altından kalkamayacağı büyüklükte vergi cezaları bindirerek belini büktüğü Aydın Doğan’ın başına gelenleri gördükten sonra Şahenk, yıllardır hazırlandığı o koltuğa oturmaktan tırstı. Çünkü TÜSİAD’ın başına geçecek olursa hükümetle sık sık karşı karşıya gelme mecburiyetinde kalacaktı. TÜSİAD içinde de eski mutlak hegemon konumlarını giderek yitirmekle birlikte belirli bir etkinliğe hala sahip tekelci sermaye gruplarının basıncıyla AKP Hükümeti’nin bunlara duyduğu tepki arasında sıkışacaktı. Şahenk yan çizince, önce Anadolu ve Akfen gruplarının nabzı yoklandı, onlar da bu işe yanaşmayınca, TÜSİAD adına mayın katırı olma ihalesi Boyner’lere kaldı.
Gizli hayranlarının alttan alta “demokrasi idolü” muamelesi çektiği Ümit Boyner açıkça itiraf ediyor korktuklarını: “…Kimi kızdırırım korkusu yüzünden konuşurken çekiniyoruz” diyor. Bunun nasıl ‘genel’, ‘yaygın’ ve ‘büyük’ bir korku olduğunun altını da şu sözlerle çiziyor: “Türkiye’ye dayanılmaz bir korku hakim ve bu ortam hepimizi boğuyor… Bu korku dayanılmaz bir korku. Bu korku, medya içinde de otosansürü ateşliyor. Toplum içinde herkes kendini daha dikkatli konuşmak zorunda hissediyor. Konuşurken çekiniyoruz, kelimeleri seçmeye çalışıyoruz…” [HaberTürk Ekonomi’de yayımlanan 16 Mart 2011 tarihli söyleşiden]. Bu korku, liberal budalaların “demokrasinin öncü gücü” olarak gördükleri TÜSİAD patronlarının içine öyle bir işlemiş durumda ki, TÜSİAD kendisinin hazırlattığı Anayasa önerilerinin bile arkasında duramıyor artık. Hükümetin tepkisinden de önce kendi içindeki muhalefetin baskısı üzerine tükürdüğünü yalamak zorunda kalıyor.
Bir zamanlar hükümetler kurup hükümetler yıkan kudretli TÜSİAD patronlarını bile bu denli korkutan ne?.. Özgün işlevi işçi sınıfı ve emekçi yığınları baskı ve denetim altında tutmak olan siyasal iktidar aracı olarak burjuva devletin, ekonomik bir güç ve araç olarak da taşıdığı önem ve işlev yatıyor bunun temelinde. Siyasal iktidar gücünün ekonomik bir terbiye ve rekabet aracı olarak kullanılmasının somut örnekleri olarak Uzan’ların, Aydın Doğan’ın, Karamehmet’in başına gelenler ortada. Geçen Eylül’deki Anayasa referandumu öncesinde “evet”ten yana açık bir tavır koymadığı için TÜSİAD’a yönelik “Taraf olmayan bertaraf olur” tehdidinin bir benzerinin 12 Haziran seçimleri öncesinde, sırf “CHP’nin kazanabileceği” yönünde bir tahminde bulunduğu gerekçesiyle bir zamanların kudretli patronlarından İnan Kıraç’a yönelik olarak tekrarlanması, tekelci sermaye bloku içinde bile “rıza”nın artık nasıl üretildiğine dair açık göstergelerdir.
Burada sorun sadece anayasa ve rejim yapılanması konusundaki yaklaşım ve tercih farklılıklarından kaynaklı ya da sadece bundan ibaret bir farklılık değil. Bu konudaki farklılık ve çatışmayı doğuran daha derindeki belirleyici neden, tekelci sermaye bloku içindeki güç ilişkileri ve dengelerde yaşanan değişimdir. Anayasa konusundaki farklılık ve sürtüşmelerin temelinde de bu vardır ve bu bir demokrasi kavgası değil iktidar savaşımıdır. Tayyip Erdoğan’ın şu sözleri, meselenin özünü özetler: “Türkiye’de sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı… İstanbul sermayesi bizimle para kazanmada anlaştı ama siyasette anlaşamadı. (Ama) Çok da önemsemiyorum… Türkiye’de yeni sermayedarlar ortaya çıktı. Çokta güzel oldu…” [10 Eylül 2010 Milliyet].
Dünyaya kafalarında oluşturdukları kalıpların at gözlüğü içinden bakmaktan vazgeçemeyen kimi taş kafalılarsa, bu kadar açık ve çıplak gerçekler üzerine olsun biraz durup düşünecekleri yerde, aynı ezberleri papağan gibi tekrarlayıp duruyorlar. Anayasa Profesörü Ergun Özbudun’un hem TÜSİAD’ın anayasa komisyonunda hem de AKP’nin 2007′de hazırlattığı anayasa taslağını hazırlayan ekipte yer alması gibi kıytırık bir teğet ilişkisinden hareketle, “aralarında bazı sürtüşmeler çıkacak olsa da bunun eskisi kadar şiddetli kavgalara dönüşmeyeceği, uyum içinde yekpare bir blok olarak hareket eden tekelci sermaye adına TÜSİAD’ın yol göstericiliğinde çoğulcu, katılımcı, müzakereci bir anayasa yapım süreci yaşayacağımız” masalları anlatıyorlar hala.
Tayyip Erdoğan ve arkasındaki sermaye kesimleri siyasal gücün daha fazla merkezilesip yoğunlaşacağı bir sistem olarak başkanlık sistemi peşinde olduklarını saklamazlarken, TÜSİAD yönetiminde etkinliğini koruyan tekelci sermaye kesimlerinin buna ısrarla karşı çıkıp “güçler ayrılığı” üzerinde bu kadar durmalarının nedeni, tekelci sermaye bloku içindeki bu denge değişikliklerinden kaynaklanan çıkar farklılıklarıdır. Yani karşımızda hepsi aynı telden çalan yekpare bir sermaye bloku yoktur. Tekelci burjuvazinin genelini bir tarafa bırakalım, TÜSİAD’ın kendi içinde bile böyle bir bütünlük yoktur. Sınıf mücadelesini bir kenarda oturup seyretmekten farklı olarak süreçlerin akışına sosyalist proletaryanın bağımsız sınıf çizgisi ekseninde müdahale çabası ve yönelimi içinde olan devrimci politik güçler açısından bunlar, üzerinden atlanabilecek önemsiz detaylar değildir. [Sürecek]
*****
Kapımızdaki günler -V
Liberal demokrasi pazarlayıcıları burjuvazinin “burjuva parlamentonun çekim gücünü yükseltmeyi amaçladığı” iddiasındadırlar (30 Temmuz 2011)
Ordan burdan duydukları kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla önlerine geleni “burjuva demokrasisini matah bir şey olarak görüp yüceltmekle” yaftalamaya çalışan ama gerçekte hem burjuva demokrasisi hem de faşizm konularında siyasete yeni başlayanların bilgi düzeyini aşmayan bir cehalet içinde yüzenlere sorsanız, burjuva demokrasisinin özünü “genel oy ve parlamento” oluşturur. Halbuki bunlar, burjuva demokrasisinin esasını oluşturmak şurada dursun, burjuvazinin henüz muhalefette olduğu feodal mutlakiyetçiliğe karşı savaşım döneminde bile asıl olarak onun toplumsal müttefiklerini çoğaltma amacıyla kullandığı propagandif birer motif özelliğine sahiptir. Burjuvazinin egemen bir sınıf haline gelmesinden sonrasında ise işlevleri hep daha da sınırlı kalmıştır. Genel oy hakkı ve parlamentoyu Marksizm bu yüzden, “burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğünü örtmeye yarayan incir yaprağı” olarak tanımlar. Nitekim neoliberal dönemde, ‘demokrasinin yeniden yapılandırılması’ sırasında da bordadan ilk bunlar atılmışlardır:
…Burjuvazi ve onun kendilerini ‘neoliberal’ olarak tanımlayan uşakları, bütün aldatıcı ve ikiyüzlü karakterine rağmen burjuva temsili demokrasinin günümüzde artık ‘yönetemeyen bir demokrasi’ haline geldiği görüşündedirler. Onlara göre bu sistem, ülke yönetiminde görüş ve taleplerinin esasında kaale alınmaması gereken marjinal toplumsal kesimleri dahi siyasette bir güç ve ağırlık sahibi haline getirmekte, bunların partileşmesine ve seçimlere katılmasına izin vermekle gereksiz yere çok sayıda partinin ortalıkta boy göstermesine ve oyların parçalanmasına zemin hazırlamakta, sonuçta da güçlü hükümetler yerine zayıf ve istikrarsız koalisyonlara mahkum olunmaktadır. (…) Bu mantıkla getirilen öneriler, tabii ki sadece bir seçim sistemi değişikliğiyle sınırlı değildir. Mantığın temelinde, burjuva demokrasisinin pratikte zaten fiilen kullanılamaz halde olan biçimsel bazı haklar veya mekanizmalarının dahi ‘demokrasiyi yozlaştıran ve yönetemez hale getiren etkenler’ olarak görülmesi yattığı için, çok partili bir düzen yerine iki partili bir siyasi partiler düzenine geçişin zorlanmasından hükümetlerin ve parlamentonun yetkilerinin sınırlanmasına, iktidar gücünün merkezileşmesini sağlayacak başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine geçilmesinden bazı toplumsal kesimlerin açıkça’ siyasetin dışına itilmesi’nin önerilmesine kadar vb. birbirini tamamlayıcı bir dizi öneriden oluşan kapsamlı bir ’sistem değişikliği’ önerisiyle çıkmaktadır bu görüş genelde karşımıza…” (Devleti Yeniden Yapılandırma Yönelimi Üzerine I-, Devrimci Proletarya, 3. Sayı, Şubat 1999)
Liberal demokrasi pazarlayıcıları ise hâlâ, yeni anayasanın, hatta onun yapım yönteminin bile (onlara göre bu kesinlikle “müzakereci ve katılımcı bir yöntem” olacak!!!) “burjuva parlamentonun çekim gücünü yükseltmeyi amaçlayan yönelimler” olduğu iddiasındadırlar. Üzerine o kadar yaygara yaptıkları neoliberal demokrasinin içyüzü yanında amacı ve hedefleri konusunda da gerçeklerden bu denli kopuk bir sübjektivizm ve cehalete ancak “pes” denir!..
Burjuva liberal demokrasinin Marksist açıdan en kısa tanımı, “işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde diktatörlük, burjuvazi için demokrasi ve özgürlük” şeklindedir. Burjuvazi açısından bu demokrasi ve özgürlük, sahip olduğu ekonomik güç ve üstünlükten dolayı görünürdeki aldatıcı eşitlikten daha fazla ve daha etkin yararlanma olanağına sahip olmaktan ibaret değildir. Bu, işin, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara kıyasla burjuvazinin sınıf olarak sahip olduğu genel avantaj ve imkân boyutunu oluşturur. Ancak meselenin bir de burjuvazinin kendi iç ilişkileri açısından demokrasinin anlamı ve işlevi boyutu vardır. Bunun özünü, egemen sınıf bloku içinde burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki ilişkilerin hangi kurallar çerçevesinde, hangi mekanizmalar aracılığıyla, nasıl düzenleneceği konusu oluşturur.
Kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadığı sürece, blok halinde hareket eden yekpare bir burjuvazi de olamaz. Azâmi kâr hırsı ve rekabet nedeniyle en hayati ortak çıkarları konusunda bile o kendiliğinden bir araya gelerek birleşik bir sınıf tavrı izleyemez. O zaman, aralarındaki bütün ekonomik ve siyasi farklılıklar ve bundan kaynaklanan rekabete karşın burjuvazinin sınıf olarak bütünlüğü ve birleşik hareketi nasıl sağlanacaktır? Ayrıca, kapitalizmin temel yasalarından biri de gelişmenin eşitsizliğidir. Eşitsiz gelişme, burjuvazi içindeki güç ilişkileri ve dengelerde de sürekli bir değişimi beraberinde getirir. O zaman siyasi iktidar gücünün buna uygun olarak yeniden paylaşımı hangi esaslar çerçevesinde, hangi mekanizma ve araçlar yoluyla, nasıl gerçekleştirilecektir? Daha önceleri zayıf konumda ve azınlıkta olanın güçlenmesi ve çoğunluk haline gelmesi durumunda iktidarın el değiştirmesi nasıl gerçekleşecek, öte yandan azınlıkta kalanın çoğunluk haline gelebilme imkânları ve güvencesi de içinde olmak üzere azınlıkta kalan kesimler hak ve çıkarlarını hangi mekanizmalar aracılığıyla nasıl savunup koruyabileceklerdir? Burjuvazinin sınıf olarak diktatörlüğünün değişik biçimleri arasındaki farkı, burjuvazi açısından asıl olarak bu soruların yanıtları oluşturur.
“Kuvvetler ayrılığı” ilkesi işte bu işlevi gören mekanizmaların başında gelir. Burjuva karşı devrim kampı içinde azınlıkta kalan kesimlere de belli bir hareket ve etkinlik alanı açarak özel çıkar ve ihtiyaçlarını politik bakımdan da koruyabilme olanağı sunar. Burjuvazinin farklı kesimleri, tek tek burjuvalar ve tekeller açısından işin bu yönü, iktidarın sınıf olarak kendi sınıfının elinde olmasından çok daha önemlidir. Onun için bu uğurda elinden geleni yapmaktan geri durmaz, gerekirse çok sert savaşlara girmekten çekinmez. “Kuvvetler ayrılığı” prensibi, bu özelliğiyle, burjuvazinin sınıf olarak politik bütünlüğünü koruyup ortak genel çıkarlar doğrultusunda birleşik hareket etme zeminini güçlendiren bir emniyet subabı işlevini görür. Bu işlevinden ötürü de, burjuva demokrasisinin burjuvazi açısından en önemli özelliğini ve farkını oluşturur.
Türkiye’deki geleneksel iktidar yapılanması içinde daha önce rakipsiz hegemon konumdalarken 1980 sonrası yaptıkları atakla kendilerinden daha hızlı gelişip güçlenen İslamcı sermaye kesimleri karşısında güç ve mevzi kaybeden TÜSiAD yönetiminde etkin kadim tekellerin “güçler ayrılığı” üzerinde bu kadar ısrarlı olmalarının gerekçesi, bu ilişki ve bağlantıların farkında olunduğu taktirde anlaşılır. TÜSİAD demokratizminin arkasında yatan nedenler ve bununla güdülen amaç, o zaman daha berrak görülüp doğru temellere oturtulur. Aksi taktirde, açıkça ya da fiilen bu demokratizmin kuyruğu, destekçisi ve pazarlayıcısı konumuna düşmekten kurtulunamaz. [Sürecek]