Kapitalizmin Ekosidal Mimarisi: Cehennemi İnşa Etmek



Yangınlar çevresel felaketlerden çok daha fazlasıdır: Onlar kâr ve egemenlik dürtüsünün tatmini üzerine kurulu bir sistemin emperyalist kapitalizmin adaletsizliklerini görünür hale getiren acı deneyimler olarak yaşanıyor


Selçuk Ulu

Los Angeles’ın gökyüzü 7 Ocak 2025 sabahı Santa Ana rüzgarının taşıdığı küllerle turuncu bir perdeye büründü. Palisades ve Eaton’daki alevler şehrin varoşlarını bir anda cehenneme çevirdi. Haftalarca söndürülemeyen yangında 37 bin 469 dönümlük bir alan ateş topuna döndü, yirmi dokuz insan can verdi, 17 bin ev kül oldu, 50 milyar dolarlık hasar ortaya çıktı. Diğer canlılara dair bir bilgi paylaşılmadı bile… Bu rakamlar yalnızca bir doğal afetin değil kapitalizmin doğayı dönüştürme projesinin çöküşünün somutlanmış haliydi.

Karl Marx’ın ‘metabolik bölünme’ kavramı insanın doğayla kurduğu organik bağın kapitalist üretim ilişkileriyle nasıl parçalandığını anlatır. Bu kopuş doğanın vahşice sömürüsünü bir “ilerleme” mitine dönüştüren sistemin aynı zamanda kendi mezarını kazdığı bir süreçtir. Kapitalizm doğayı sabit bir kaynak değil dinamik ve talan edilebilir bir sermaye deposu olarak görür. Felakete dönen yangınlar bu dinamiklerin nasıl bir ekosid (ekolojik kıyım) mekanizmasına dönüştüğünün sembolüdür. Su kaynaklarının özelleştirilmesi, yangın koridorlarının lüks konutlarla işgali ve itfaiyecilerin modern köleliği sistemin insan-doğa çelişkisini kemikleştirmesinin bir tablosu olarak çıkıyor ortaya.

Bu yangınlar ve etkileri kapitalizmin doğayı “terraforming” benzeri bir yaklaşımla dönüştürme çabasının sonucudur. Ancak burada terraforming Mars’ı kolonileştirme hayalinin ötesinde dünyayı sermaye birikimi için rant alanı olarak daha elverişli hale getirme projesidir. Bu proje çoktandır ekosistemleri yok eden bir ateş çemberine dönüşmüş durumda.

Su yaşamın kaynağıdır. Ancak kapitalizmde su bir meta bir spekülasyon aracı bir iktidar mücadelesinin nesnesi olarak kullanılıyor. Kaliforniya yangınlarında itfaiyecilerin üç milyon galon suya erişim mücadelesi bu gerçeğin trajik bir yansımasıydı. Los Angeles Su ve Güç Departmanı’nın (LADWP) açıklaması sistematik bir çürüme ve çöküşe işaret ediyordu: “Talebin dört katı kadar suya ihtiyaç vardı ama musluklardan su akmıyordu.”

Resnick Ailesi: Suyun Özelleştirilmesi ve Küresel Su Savaşları

Resnick Ailesi, özellikle Kaliforniya’daki su yönetimi üzerindeki etkisiyle bilinir. Stewart ve Lynda Resnick, tarım ve gıda sektöründe büyük bir tekel olan The Wonderful Company‘nin sahipleri olarak 130 bin dönümlük tarım arazilerine sahipler. Bu araziler büyük ölçüde badem, nar, limon ve portakal üretimi için kullanılmakta. Bu ürünler, özellikle fıstık gibi büyük miktarda su gerektiren tarımsal ürünlerdir ve bu nedenle suyun mutlak kontrolü Resnick Ailesi için hayati bir meseledir.

Resnick’ler su kaynaklarını depolamak ve fiyatları kontrol edebilmek için özel barajlar, rezervuarlar ve sulama sistemleri inşa etmişlerdir. Bu durum devletin su politikalarını yönlendirme gücüne sahip olmalarına neden olmuştur. Öyle ki Kaliforniya’daki kuraklık dönemlerinde küçük çiftçiler ve yerel halk su kıtlığı yaşarken, Resnick’lerin geniş arazileri için su bolluğunun olması zenginlik ile yoksulluk arasındaki uçurumun bir yansıması olarak çıkar karşımıza.

Ayrıca Resnick Ailesi, Metropolitan Water District of Southern California (MWD) gibi büyük su yönetim kuruluşlarıyla güçlü bağlara sahiptir. MWD gibi kuruluşlarla işbirliği yaparak suyun kullanımı konusunda büyük avantajlar elde ettikleri ve piyasayı yönlendirdikleri bilinen bir gerçektir. Bu durum suyun alabildiğine adaletsiz dağılımına yol açarak suyu bir meta olarak değerlendiren kapitalist mantığın bir uzantısından başka bir şey değil.

Kamusal su kaynaklarının özel sektöre devredilmesi sadece Kaliforniya’da değil tüm dünyada suyun özelleştirilmesine dair daha büyük bir trendin parçasıdır. Su giderek büyük sermaye tekellerinin kontrol ettiği bir varlık haline gelirken bu durum halkın temel yaşam hakkı olan suya erişimini alabildiğine kısıtlamaktadır.

Kaliforniya’daki su krizine ek olarak dünya çapında Nestlé, Coca-Cola gibi dev tekellerin de su kaynaklarını özelleştirdiği biliniyor. Nestlé’nin Afrika’daki içme suyu kaynaklarını satın alması, Coca-Cola’nın Hindistan’da yerel su kaynaklarını kurutması gibi örnekler su krizinin küresel boyutta nasıl bir savaş alanına dönüştüğünü gösteriyor. Resnick Ailesi’nin Kaliforniya’daki faaliyetleri bu büyük tablonun sadece yerel bir yansımasıdır.

Spekülasyon ve Kâr Elde Etme Mekanizması

Resnick’ler su fiyatlarını manipüle ederek kuraklık dönemlerinde bile kâr elde etmeyi başarmaktalar. Bankacılık sektörü ve emlak piyasasındaki spekülatif yöntemler artık su gibi temel kaynaklar için de kullanılıyor. Kaliforniya’daki çiftçiler ve yerel halk suya erişmek için yüksek fiyatlar ödemek zorunda kalırken, Resnick’ler suyu büyük rezervuarlarda depolayarak fiyatların yükselmesini bekleyip ve böylece suyu daha pahalıya satıyorlar.

Bu strateji kapitalizmin krizleri fırsata çevirme doğasının tipik bir örneğidir. Kuraklık gibi doğal afetler su kıtlığı yaşayan kesimler için bir felaket olurken suyu kontrol eden tekeller için kârlı bir yatırım aracına dönüşmektedir.

Resnick Ailesi’nin su üzerindeki hakimiyeti, yalnızca Kaliforniya için değil dünya genelinde giderek büyüyen su krizinin göstergesidir. Su kaynaklarının özelleştirilmesi ve büyük tekellerin elinde toplanması yalnızca tarımsal üretimi değil aynı zamanda halk sağlığını, yaşam kalitesini ve ekonomik eşitsizlikleri de derinleştiren bi rol oynuyor. Su üzerinde egemenlik savaşları yeni dönemdeki en büyük mücadele alanlarından biri olmaya aday gözüküyor.

Elon Musk’ın Teksastaki Lityum Rafinerisi: Suyun Metalaştırılmasının Küresel Bir Simgesi

Elon Musk’ın Corpus Christi, Teksas’taki lityum rafinerisi projesi, kapitalizmin doğal kaynakları nasıl sermaye birikim aracına dönüştürdüğünün çarpıcı bir örneğidir. Tesla’nın bu tesisinin günde 8 milyon galon su tüketmesi planlanırken bölge halkı kuraklık nedeniyle duş sürelerini kısaltmak ve su tasarrufu yapmak zorunda kalıyor. Öyle ki Teksas’ın güneyindeki bölge 2025 itibarıyla “acil durum” seviyesinde kuraklık yaşıyor. Halka araba yıkamak ve çim sulamak yasaklanırken musluk başında geçirilen süreler kısıtlanıyor.

Tesla’nın günlük 8 milyon galonluk talebi Robstown’daki 3 bin 804 hanenin toplam su tüketiminin (1,1 milyon galon) 8 katına denk. Bu miktar her gün 8 futbol sahası büyüklüğünde 10 metrekarelik bir havuzu dolduracak kadar su demek.

Tesla su anlaşması olmadan projeye başlamış ve inşaatı hızla ilerletmişti. Musk’ın “düzenlemeler projeleri yavaşlatıyor” şeklindeki açıklamaları, neoliberal politikaların doğal kaynakları nasıl piyasa dinamiklerine teslim ettiğinin somut bir göstergesi. Ayrıca Musk’ın Donald Trump ile kurduğu ittifak bu tesislerin vergi indirimleri ve hızlı onay süreçleri ile desteklendiğini ortaya koyuyor.

Los Angeles yangınlarında itfaiyecilerin suya erişememesi gibi, Teksas’ta da suyun özel mülkiyette tutulması insanın ve tüm canlı yaşamıyla doğanın değil sermayenin hayatta kalma stratejisini öne çıkarıyor. Tesla’nın su talebi kuraklıkla mücadele eden halkların temel ihtiyaçlarını gasp ediyor.

Bu örnek suyun küresel ölçekte nasıl bir mücadele alanına dönüştüğünü gösteriyor. Kaliforniya’daki Resnick ailesi gibi su tekelleri Teksas’taki Tesla projesiyle benzer bir mantıkla hareket ediyor. Sermaye tekellerinin özel çıkarları kamusal kaynakları kontrol ederek krizleri kâra çeviriyor. Yoksul halk, işçi ve emekçiler ise en temel ihtiyaçlardan mahrum bırakılıyor.

Kapitalist Kentleşme: Yangın Coğrafyalarının İnşası ve Sınıfsal Tahakküm

Kapitalist kentleşmenin en çarpıcı örneklerinden biri olan Los Angeles, 20. yüzyılda “su hırsızlığı” üzerine inşa edilmiş bir şehir olarak, ekolojik sömürünün ve sınıfsal tahakkümün kesiştiği bir alanı temsil eder. Owens Gölü’nün kurutulmasıyla başlayan suyun özelleştirilmesi süreci, yalnızca tarım tekellerinin değil, emlak sektörünün de belirleyici bir dinamik haline gelmesine yol açmıştır. 21. yüzyılda bu süreç, yangın riskli bölgelerdeki lüks konut projeleriyle devam etmekte ve kentsel genişlemenin ekolojik felaketlerle nasıl iç içe geçtiğini göstermektedir. Los Angeles’ın büyüme hikâyesi, doğal ekosistemlerin sistematik olarak yok edilmesi üzerine kuruludur. Şehrin gelişimi yalnızca bir nüfus artışı hikâyesi değil, aynı zamanda kapitalist rant politikalarının doğayı ve toplumu nasıl dönüştürdüğünün bir öyküsüdür.

Los Angeles’ın zengin mahallelerinden Pacific Palisades ve Eaton Canyon’da yükselen milyon dolarlık villalar, yangın ekolojisi açısından kritik alanlara inşa ediliyor. Kaliforniya’nın Akdeniz iklimi ve bitki örtüsü, yangınları ekosistemin doğal bir döngüsü olarak barındırır; ormanlar, çalılıklar ve otlaklar belirli aralıklarla yanarak kendilerini yeniler. Ancak sermaye, bu doğal döngüyü görmezden gelerek, yangın bariyerlerini tahrip eden büyük konut projelerini desteklemekte ve şehri yangınlara karşı daha savunmasız hale getirmektedir. İnşaat projeleriyle ormanlık alanların yerini alan asfalt yollar, kuraklığa dayanıklı çalılıkların yerini alan su tüketimi yüksek bahçeler ve doğal yangın döngüsünü kesintiye uğratan kentleşme, yangınların daha sık, daha büyük ve daha yıkıcı hale gelmesine neden oluyor. Burada sermayenin doğayı yalnızca ucuz bir girdi olarak görmesi ve ekolojik riskleri dikkate almadan yalnızca kârı hedeflemesi belirleyici faktördür.

Bu süreç elbette yalnızca Los Angeles’a özgü bir durum değil. Avustralya’da 2019-2020 yıllarında yaşanan devasa yangınlar, benzer bir tablonun farklı bir coğrafyadaki tezahürüdür. Sidney ve Melbourne gibi büyük kentlerin çevresinde yükselen lüks banliyöler, ormanlık alanlara doğru genişlerken yangın riskini azaltan yerli ekosistemlerin yok edilmesine neden olmuştur. Yerli halklar, binlerce yıldır yangın yönetimi teknikleriyle doğayla uyum içinde yaşarken, modern kapitalist kentleşme bu geleneksel bilgi sistemlerini gözardı etmiş toprağı ve bitki örtüsünü kontrolsüz bir şekilde dönüştürerek yangınları daha ölümcül hale getirmiştir. Bu yangınlarda zengin mahalleler devlet tarafından hızla tahliye edilip korunurken yoksul ve marjinalleştirilmiş topluluklar felaketin en ağır yükünü taşımak zorunda bırakılmıştır.

Kapitalist kentleşme, yalnızca doğal afetleri tetikleyen bir süreç olmakla kalmaz, aynı zamanda bu afetlerin sınıfsal ve sosyal eşitsizliklerle nasıl iç içe geçtiğini de gösterir. Kentsel genişleme yalnızca ormanları ve su havzalarını tahrip etmekle kalmaz aynı zamanda afetlerin yükünü sistematik olarak işçi sınıfına, emekçilere ve yerli halklara yükleyen bir mekânsal hiyerarşi kurar. Los Angeles’ta yangınlara en açık bölgelerde düşük gelirli Latin ve Siyah topluluklar yaşarken lüks banliyöler devlet destekli tahliye ve yeniden inşa projelerinden faydalanmaktadır. Benzer şekilde Avustralya’da yerli halkların yaşadığı bölgeler yangınlarla baş başa bırakılırken beyaz orta sınıf mahalleler için büyük bütçeli restorasyon projeleri devreye sokulmuştur. Yangınlar yalnızca doğal felaketler değil kapitalist kentleşmenin yarattığı politik-ekolojik krizlerdir.

Bu tablo, kentsel büyümenin sermaye birikimi için doğal varlıkları nasıl tükettiğini ve ekolojik tahribatın sınıfsal ve sosyal hiyerarşiler içinde nasıl yönetildiğini açıkça gösteriyor. Sermaye doğayı yalnızca dinamik bir kaynak olarak ele alırken yangını da önlenebilir bir tehdit olarak değil “yönetilebilir” bir maliyet unsuru olarak görmektedir. Ancak bu süreç, uzun vadede felaketleri kaçınılmaz hale getirmektedir. Bugün Los Angeles’ta, Avustralya’da ya da Akdeniz kıyılarında gördüğümüz yangınlar sadece iklim değişikliğinin bir sonucu değil aynı zamanda kapitalist kentleşmenin ve rant politikalarının bilinçli bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.

Polis Devleti ve İtfaiyenin Tasfiyesi: Afet Kapitalizminin Şiddet Mekanizması

Los Angeles Belediye Başkanı Karen Bass’ın 2024 bütçesinde itfaiye departmanına 17,5 milyon dolar kesinti yaparken polis departmanına 126 milyon dolar ek kaynak sağlaması, Naomi Klein’ın Şok Doktrini kitabında tanımladığı “afet kapitalizmi”nin tipik bir örneğidir. Bu strateji, kriz anlarında kamusal hizmetleri zayıflatırken devletin şiddet aygıtını güçlendirerek sermayenin çıkarlarını korumayı amaçlar. Sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamak için yangınlar, depremler ve diğer doğal afetler, yalnızca bir felaket değil bir yönetim aracı haline gelir.

Bu bütçe kesintileri, doğrudan yangınla mücadeledeki kapasiteyi daraltırken, toplumsal hareketleri bastırmaya yönelik güvenlik önlemlerini güçlendirmektedir. İtfaiyenin finansal çöküşü, 2024 yılında departmanın bütçesinin 837 milyon dolardan 820 milyon dolara düşürülmesiyle somutlaştı. Görünüşte küçük bir kesinti gibi görünse de, bu rakam yangın eğitim programlarını, ekipman alımlarını ve fazla mesai ödemelerini doğrudan etkiledi. İtfaiye Şefi Kristin Crowley, Aralık 2024’te yayınladığı bir notta, “Büyük ölçekli acil durumlara hazırlık kapasitemiz ciddi şekilde sınırlandı” diyerek bu kesintinin yaratacağı hayati risklere dikkat çekti. Yangınlarla giderek daha sık ve şiddetli bir şekilde karşı karşıya kalan bir kentte, bu kesintiler sivil halkın can güvenliğini tehlikeye atan bir stratejik tercih haline geldi.

Buna karşın, polis departmanına ayrılan bütçenin 1,9 milyar dolara çıkarılması, sermaye düzeninin afet anlarında bile kolluk kuvvetlerine yaslanarak güvence altına alındığını gösterdi. Bu artışın önemli bir bölümü, yangın sırasında tahliye bölgelerinde “yağma önleme” operasyonlarına ve toplumsal kontrol mekanizmalarına yönlendirildi. Afet anlarında bile devlet, halkın güvenliğinden çok mülkiyetin korunmasını önceliklendirerek kapitalist kentleşmenin doğasını bir kez daha gözler önüne serdi.

Yangınlar şehri sardığında, yangın söndürme ekipleri su bulamazken, polis helikopterleri semada devriye gezdi. Yanan mahallelerden yükselen dumanların altında, siren sesleri sermayenin zaferini ilan ederken, itfaiyecilerin çaresizliği sistemin çöküşünü sembolize ediyordu. Toplumsal krizlerin giderek derinleştiği bu dönemde, devletin öncelikleri, hayat kurtarmaktan çok sermayeyi korumak üzerine kurulu bir düzenin aynası oldu. Yangınları kontrol altına almak için suya ulaşamayan bir şehirde, kurşun ve coplar her zamankinden daha erişilebilirdi.

Modern Kölelik: İtfaiyeciler, Mahkûmlar

Kapitalizm en ağır ve en tehlikeli işleri toplumun en savunmasız kesimlerine yıkar bu süreçte emeği mümkün olduğunca ucuza getirerek krizleri fırsata çevirir. Los Angeles yangınlarında da bu dinamik değişmedi. 15 dolarlık saat ücretine çalışan federal itfaiyeciler ve günde 5 dolara mahkûmlar alevlerin ön saflarında mücadele ederken üst sınıflar için güvenli tahliye rotaları oluşturuldu ve milyonlarca dolarlık mülkler devlet eliyle korundu.

Bu yangınlarda Kaliforniya’da 400 mahkûm, kelimenin tam anlamıyla modern köleler olarak çalıştırıldı. 13. Anayasa Değişikliği’nin “kölelik yasağı” istisnası, cezaevlerindeki mahkûmların zorla ve ücretsiz ya da sembolik ücretler karşılığında çalıştırılmasının önünü açıyor. Hapishaneler, emek gücünü baskı altında tutmak için devasa bir rezerv işçi havuzu işlevi görerek kapitalizmin sömürü mekanizmalarını sürekli güncelliyor. Özellikle siyahi ve Latin kökenli mahkûmlar bu sistemin en büyük yükünü taşırken, yangın söndürme işi, ABD tarihindeki convict leasing (mahkûm kiralama) sisteminin güncellenmiş bir versiyonu olarak işliyor.

Convict leasing, 19. yüzyılda köleliğin kaldırılmasının ardından Güney eyaletlerinde yeniden tesis edilen bir kölelik biçimiydi. Siyahi mahkûmlar demiryolu inşaatlarında, madenlerde ve çiftliklerde kölelik koşullarında çalıştırıldı. Günümüzde ise, cezaevi sistemindeki bu tarihsel süreklilik yangın söndürme alanına taşındı. Devlet, topluma kazandırma bahanesiyle mahkûmları yangınlara karşı en ön safta görevlendirirken bu iş için uygun eğitime, ekipmana veya sigortaya erişim sağlamıyor. Yangın söndürme operasyonlarında hayatını kaybeden mahkûmlar, devlet tarafından adeta “görünmez” hale getirilerek birer istatistikten ibaret kılınıyor.

Bu emek sömürüsü yalnızca mahkûmlarla sınırlı değil. Federal itfaiyeciler, saatlik 15 dolara canlarını ortaya koyarak ağır mesai saatleri, sosyal güvencesizlik ve sürekli işten çıkarılma tehdidiyle çalışıyor. Devletin asli görevlerinden biri olan afet yönetimi ve yangın söndürme hizmetleri bile giderek daha düşük ücretli ve güvencesiz bir çalışma alanına dönüştürülüyor. Bu sistemde yangın söndürenler, kendi geleceklerini de yangınlara teslim ediyor. Sermaye düzeni onları “harcanabilir insan” olarak konumlandırırken burjuvazinin mülkiyeti, koruma altına alınan asıl şey haline geliyor.

Çarpıcı Gerçek: Bir itfaiyeci, yangın söndürürken saatte 15 dolar kazanırken, Elon Musk saniyede 15.000 dolar kazanıyor. Bu karşılaştırma, kapitalist sömürü sisteminin ne kadar derinleştiğini ve değer hiyerarşisinin nasıl inşa edildiğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.

Kapitalizm, sadece doğal kaynakları ve emeği sömürmekle kalmaz, aynı zamanda krizleri birikim fırsatına çevirerek kendini yeniden üretir. Los Angeles yangınları sonucunda 50 milyar dolarlık bir ekonomik kayıp öngörülmesi bu süreçte hangi aktörlerin zarar gördüğünü ve hangilerinin kâr ettiğini ortaya koyuyor. Sigorta şirketleri, risk primlerini artırıp milyarlarca dolarlık gelir sağlarken yeniden yapılanma firmaları ve inşaat tekelleri bu yıkımdan doğrudan faydalanıyor.

Bu döngü David Harvey’in “krizden birikim” teorisinin birebir örneğidir. Sermaye felaketleri yalnızca yönetmekle kalmaz aynı zamanda onları sermaye birikiminin bir aracı haline getirir. Yangınlar evleri kül ederken emlak piyasasında fiyatlar yeniden şekillendirilerek, düşük gelirli kesimler, emekçiler bölgeden uzaklaştırılarak yerlerine yüksek rant getiren lüks projeler inşa edilir. Felaket kapitalist dönüşüm için bir fırsata dönüştürülür.

Fosil Yakıt Şirketleri: İklim İnkârı ve Yeşil Badana

Yangınların ardında sadece yanlış, çarpık kent planlamaları veya yetersiz itfaiye bütçeleri yok. Fosil yakıt tekelleri iklim değişikliğini hızlandırarak bu felaketleri daha sık ve yıkıcı hale getiriyor. ExxonMobil ve Chevron gibi enerji tekelleri on yıllardır iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel gerçekleri gizlerken aynı zamanda “yeşil enerji yatırımları” yaparak kendilerini çevre dostu şirketler gibi pazarlıyor.

Bu stratejiyi greenwashing (yeşil badana) olarak biliriz: Tekeller bir yandan gözü dönmüş kâr hırsıyla çevreye zarar verirken diğer yandan sürdürülebilirlik projeleriyle imajlarını temizlemeye çalışır. 2010’larda ExxonMobil’in iklim değişikliğinin etkilerini ortaya koyan iç araştırmalarını kasıtlı olarak gizlediği ortaya çıkmıştı. Bugünse aynı tekel “karbon nötr” hedeflerini duyurarak küresel kamuoyunu manipüle etmeye devam ediyor. Bu yalnızca bir halkla ilişkiler stratejisi değil kapitalizmin kendi yıkıcılığını meşrulaştırma çabasıdır.

Kapitalizmin krizleri her zaman eşitsiz bir şekilde dağıtılır. Hangi toplulukların afetlerden en fazla zarar gördüğüne bakmak sistemin sınıfsal ve sosyal tahakkümünü anlamanın anahtarıdır.

Los Angeles’ın Güney Central bölgesi ağırlıklı olarak Latin ve siyah nüfusun yaşadığı, endüstriyel kirliliğin ve yangın riskinin en yüksek olduğu alanlardan biri. Bu topluluklar, hem çevresel adaletsizlik hem de polis şiddetiyle mücadele etmek zorunda kalıyor. Yangınlar başladığında, tahliye önceliği her zaman beyaz ve varlıklı mahallelere veriliyor. İtfaiye ekipleri hangi alanları koruyacağını ekonomik önceliklere göre belirlerken emekçiler kaderlerine terk ediliyor.

Bu tablo kapitalizmin yalnızca doğayı değil toplumsal yapıları da nasıl tahrip ettiğini gösteriyor. Yangınlar çevresel felaketlerden çok daha fazlasıdır: Onlar kâr ve egemenlik dürtüsünün tatmini üzerine kurulu bir sistemin emperyalist kapitalizmin adaletsizliklerini görünür hale getiren acı deneyimler olarak yaşanıyor.

Los Angeles yangınları kapitalizmin doğayı ve insanı nasıl bir “kâr makinesine” dönüştürdüğünü gösteriyor. Suyun metalaştırılması, ormanların yok edilmesi ve lüks konutların yangınlara davetiye çıkarması bu sistemin nasıl bir çürüme içinde ve sürdürülemez olduğunun kanıtıdır. Ancak bu kriz aynı zamanda bir fırsattır: Toplumsal mülkiyet, ekolojik planlama ve sınıfsız bir toplum vizyonu insanlığın ve doğanın kurtuluşunun yolunu açan yegane yoldur. Marksizmin öngördüğü gibi Üretici güçlerin özgürce geliştiği bir toplum ancak doğayla uyum içinde var olabilir.”