Türkiye’deki irili ufaklı devrimci sosyalist güçlerin yaşadıkları büyük güç kaybı (nedenlerinden bağımsız olarak) ortadadır. Reformist solun sosyal şoven bir kumaştan dokunmuş olması da işler çetrefilleştikçe daha da netleşmektedir. Bu açıdan, Kürt özgürlük hareketinin hem sosyalist güçlerle daha içerden etkileşim içinde olması, onlardan güç alması, Türkiye işçi ve emekçilerinin tarihsel gericilik birikiminin en iğrenç ifadesi olan şovenizm ve Kürt düşmanlığından uzaklaşarak ezilen ulusun özgürlük talebini somut olarak desteklemesi koşullarından söz etmek mümkün değildir. Zaten bu söz konusu olsaydı bugün başka şeyler konuşuyor olacaktık. Bu eşitsiz gelişim içerisinden Kürt özgürlük hareketinin esas dayanaktan yoksun kalmasının azımsanmayacak bir ağırlığı ve hareketin politika ve taktiklerini belirleyen bir etkisi vardır.
Güçlü bir bölgesel halk desteğinden yoksunluk başta olmak üzere tablo böyle olunca, Kürt özgürlük hareketi gerçekleri kendi paradigmasına uydurma çabasıyla çoğu zaman ciddi kayıplar ve kırılmalar yaşamakla karşı karşıya kalmaktadır. Bu çok ciddi ideolojik kaymalar şimdilik devrimci dinamiklerin sönümlenmesi biçimini almamıştır. Keza güçlü tarihsel direnişçiliği ve onun yarattığı birikim, dayandığı esas güçlerin sınıfsal karakteri ve tarihsel çıkışının sosyalist damardan beslenip o damarı azımsanmayacak ölçüde korumuş olması bugün de hareketin kendisini devrimci temelde üretebilmesini mümkün kılan önemli bir dayanaktır.
Fakat esas koşullar olmadan (özellikle güçlü bir bölgesel demokratik hareket ve ittifaklar anlamında) ve daha ciddi handikaplarla karşılaştığında hayatı paradigmaya uydurma eğilimi yarın onu daha ciddi handikaplarla karşı karşıya bırakacağı gibi çok daha vahim ideolojik-siyasi kaymalara da açık hale getirebilir.
Rojava’da ABD ile kurulan zorunlu taktiksel ilişki, Kobanê direnişinin etkileyici gücü yanında dünya haklarının bu direnişi sahiplenmesi üzerinden gelişti. Bu sahiplenme esas olarak kendi gücüne dayalı direnişçilik ve halkların bu direnişçilikten etkilenmesi, ona saygı ve sempati duyması temelinde yükseldi. Bu olmasaydı ABD Suriye’de hegemonya kurmak için IŞİD’in ilerleyişine seyirci kalmayı sürdürecek ve bugün HTŞ örneğinde tanık olduğumuza benzer şekilde bu gerici güçle iş tutacaktı. Fakat beklenen olmadı. Kobanê direnişindeki netlik, bu netliğin dünya hakları nezdinde yarattığı sempati, enternasyonal dayanışmanın çeşitli biçimlerde gelişmesi eşitsiz koşullarda yürütülen savaşta IŞİD’in belinin kırılmasıyla sonuçlandı.
ABD bu gerçeklik karşısında bölgesel hegemonya arayışında Kürtlerle taktiksel bir ittifaka bir bakıma mecbur kaldı, fakat emperyalistlerin sınıfsal tutumları Rojava’da oluşan özerk yönetimi siyasal olarak tanımama biçiminde devam etti. Her zamanki gibi istedikleri zaman eğip bükebilecekleri belirsiz bir ilişkiydi bu ilişki.
Gelinen noktada Suriye’de ve aslında bölgesel dengelerin tümündeki farklılaşmalar, ABD’deki siyasal değişiklikler bu ilişkiyi de zorlamaktadır. Türkiye’nin yayılmacı hayalleri, henüz hiçbir devletin siyasal olarak tanımadığı Rojava’daki fiili statüyü ortadan kaldırmak için yanıp tutuşması ve bu konuda elindeki tüm kartları masaya sürdüğü gibi tavizlere de hazır olduğunu deklare etmesi dört bir yandan sarılmış Kürtler açısından ciddi riskler barındırmaktadır.
Kürt özgürlük mücadelesi bugün çok kritik bir tarihsel kavşaktadır. Bu dönemeçte gerek Türkiye’deki sosyalist-ilerici-demokratik güçler gerekse bölgedeki ilerici hareketler ve dünya halklarının öreceği barikatların gücü hissedilmezse sadece Türk burjuvazisinin özlemi olmayan Rojava’nın yerle bir edilmesi hayalinin gerçekleşmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir.
Bu noktada asıl korkutucu ihtimal, yine aynı dayanaklardan yoksunluğun belirleyiciliğiyle Kürt özgürlük hareketinin yarattığı bembeyaz sayfayı ABD ve İsrail’le kuracağı sağlıksız ilişkilerle lekelemesi, elde ettiği kazanımları fetişleştirerek sıkıştığı noktada ilkelerinden taviz vermesidir. Ki bu da ölümün başka bir biçimidir. Fakat gücünü aşan nedenler yüzünden dövüşerek alınan bir yenilgiden farklı olarak bu siyaseten çok daha ağır ve yıkıcı tarihsel bir yenilgi olur.
KÖH, en elverişsiz koşullarda tavizsiz duruşuyla kendisini var eden bir hareket oldu. 1980 askeri faşist diktatörlüğünün üzerinden kısa bir süre geçmişken, dışarda yaprak kımıldamaz hale gelmişken nesnel koşulların elverişli olup olmadığına bakmaksızın ilk kurşunu sıkma cesareti gösterdiği için bugün vardır. Kazanım hanesini büyütebilmesinin esas sırrı hep bu netlik, nesnel duruma teslim olmama, kendi özgücüne dayanma motivasyonuyla hareket ettiği kritik eşiklerdir. Bugün Rojava’da da aynı sınavla karşı karşıyadır. Koşullar kendisi için ne kadar elverişsiz olursa olsun bu netlik ve özgüce dayanan devrimci duruş ona kazandıracaktır. Yenilse bile aslında kazanan o olacaktır.
Bu açıdan Kobanê direnişi yeterince öğreticidir. Şimdilerde koşulların hem çok elverişsiz hem de emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki çelişkiler dolayısıyla “elverişli” olması gibi bir tarihsel eşiktedir. Bu eşikte çubuğu ikincisine büktüğü, çatlaklardan yararlanmayı onlara taviz vermek üzerinden kurduğu oranda kendisini, Rojava Devrimi’ni, o devrimde somutlaşan anlam ve değerleri de imha etmesi işten bile olmayacaktır. Çatlaklardan devrimci tarzda yararlanmak, ilkeli ve özgüce dayalı bir tutumla mümkün olabilir. Bu olmadığında Rojava Devrimi’nin kaderi herhangi bir ulusal kazanım derekesine düşecektir.
Rojava yönetiminin ABD ve İsrail gericiliğiyle kimi ilişkileri, diplomatik girişimleri, açıklamaları kaygı vericidir. Özellikle Kürt milliyetçi kesimlerinin Rojava’daki statünün her ne pahasına olursa olsun korunması yönündeki telkinleri, Filistin’de soykırım gerçekleştiren İsrail’in himayesini ‘normal’ bir şeymiş gibi propaganda etmeleri, Rojava yönetiminden kimi siyasetçilerin de statünün korunmasını bu ilişkiler üzerinden sağlanabileceği algısı yaratan girişimleri her şeyden önce bölge halkları (Kürt, Arap, Fars ve Türk) arasındaki tarihsel önyargıları hortlatıp güvensizlik ve düşmanlık duygularını alevlendirme riski açısından son derece tehlikelidir. Biz komünistler açısından tarihin her döneminde esas olan emperyalizm ve bölge gericiliklerinin planlarıyla aramıza belirgin bir mesafe koyup haklar arasındaki düşmanlığı teşvik edecek-derinleştirecek tutumlardan uzak durmaktır.
Fakat “Ne pahasına olursa olsun kazanılan statünün mutlaklaştırılması mı o statünün ideolojik ilkeler temelinde korunması mı?” sorusu ve Kürt hareketinin bu soruya pratikte vereceği olası olumsuz yanıtlar ne kadar önemliyse, yüz yıllardır bir parça özgür vatan hayali kuran, gelinen noktada onu bile değil siyasal varlıklarının kabulünü isteyen Kürtleri bu noktada oturduğu yerden/tribünlerden eleştirmek de o kadar ayıptır. Ezen ulusa mensup devrimciler, ilericiler, demokratik güçler bu noktada eleştiriye soyunurlarken önce yüz yıllardır ezilen bir ulusun ezeli özlemlerini ifade eden bu taleplerin herhangi bir emperyalist güce ya da bölge gericiliklerine dayanmaksızın elde edebilmesi için kendisine düşen görevleri ne ölçüde yerine getirdikleri sorusunu da yanıtlamalıdır.
Kürtlerin kazandıkları statünün ideolojik ilkeler temelinde korunabilmesi, kendilerinin ilkesel duruşları kadar Kürdistan’ın dört parçasındaki ilhakçı ulus devletlerin işçi ve emekçileri başta olmak üzere dünya halklarının destek ve dayanışmasıyla mümkündür.
Tüm nesnel ve öznel koşullarla birlikte düşündüğümüzde KÖH’ün demokratik konfederalizm olarak formüle ettiği paradigmanın ütopik karakteri açıktır. Bu paradigmanın sınıf ekseninden uzaklığı bir yana, bu haliyle bile emperyalist kapitalizmin hüküm sürdüğü koşullarda yaşam bulma şansı demokratik devrim koşullarını gerektirir.
Özgürlük hareketi her ne kadar Marksizm-Leninizm’in ulusların ayrılmak dahil kendi kaderini tayin hakkını yaşanmış kimi olumsuz deneyimler üzerinden eleştirse de ulusal sorunların en sağlıklı çözümü halen bu formülasyondadır. Nitekim özgürlük hareketinin sınıfsal özünü farklı tanımlasa da formüle ettiği “demokratik konfederalizm” de aslında bu formülasyonun deforme edilmiş ifadesidir. Keza Marksizm-Leninizm’in çok uluslu devletlerde ezilen ulus konumundaki uluslar açısından en makul çözümün bölgesel özerklik olduğu vurgusunu akılda tutmak gerekir. Fakat bunun hayat bulacağı koşulların devrimle mümkün olduğunu unutmamak kaydıyla.
Gelinen noktada biz Marksist-Leninistler yaşanan süreçle nasıl ilişkilenmeliyiz:
* Bizim için aslolan halklar arasındaki önyargı ve güvensizlikleri derinleştirecek girişim ve pratiklerden kaçınmak, bunu derinleştirecek her türlü gericilikle aramıza mesafe koymaktır. Her şeyden önce gözeteceğimiz sorumluluk budur. Kürt halkının ezeli özlemleri, o özlemlerini gerçekleştirmek için ödediği bedeller, onlarca yıldır yaşadığı baskı ve zulme rağmen davasını ısrarla sürdürmesi, bırakalım sosyalist-komünist olmayı tutarlı demokratlar açısından da ayrılma hakkı dahil ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını gerektirir. Tutarlı bir demokratizmin bu asgari gereğine uzak durmakla kalmayıp ulusal hareketlerin heterojen yapısından kaynaklanan hata ve yanlışları merkeze koyarak üstenci bir tavırla ahkam kesmek şovenizmin dik alasıdır. Kendi burjuvazisinin kuyruğuna takılmakla kalmayıp halklar arasındaki önyargı ve güvensizliklere kan taşımak anlamına gelir.
* Ezen ulus komünistleri, emek sermaye çelişkisini perdeleyen, ezen ulus proletaryasının şovenizmle zehirlenmesine zemin sunan, onu yozlaştırıp kendi sınıfsal çıkarlarının karşısında konumlanmaya taşıyan bu sorunun çözümü için özel bir duyarlılıkla yaklaşmalı, propagandalarını da bu tarihsel sorumlulukla yapmalıdır. Bu ilkesel yaklaşımdan hareketle, en başta ezen ulusa mensup devrimci ve reformist kesimler içindeki sosyal şoven yaklaşım ve eğilimlerle arasına çok net mesafe koymalı, onlarla arasındaki sınırların belirsizleşmesine asla meydan vermemelidir! Kendisini çoğu kez ‘sosyalizmin çıkarları’, ‘işçi sınıfına dayalı sınıf devrimciliği’, ‘anti emperyalist yurtseverlik’ maskesinin arkasına saklanarak gösteren sosyal şovenizmin bütün tür ve görünümleriyle uzlaşmaz mücadeleyi başa yazmalıdır!
* Bugün Kürt ve Türk proletaryası iç içe geçmiştir. Özellikle yoğun emek sömürüsüne dayalı işkollarında Kürt işçiler ağırlıktadır. Proletarya saflarındaki bu iç içelik iki halk arasında doğal bir kaynaşmanın, olumlu anlamda karşılıklı “asimilasyonun” nesnel zeminini sunmaktadır. Kürt işçiler şimdiye kadar sınıfı bölecek ayrı sendikalarda örgütlenmedi, bu gerici milliyetçi tutuma tarihlerinin hiçbir döneminde bulaşmadı. Özellikle inşaat ve tarım işçileri özgülünde kimi tekil örnekler sık sık yaşansa da Kürt işçilere yönelik ırkçı şoven saldırılar da fabrikalarda ve işyerlerinde çizgileşmedi. Emek temelli bir aradalık, iki ulustan işçilerin özellikle de ezen ulusa mensup işçilerin daha saldırgan bir zehirlenme içine girmelerini engelleyen önemli bir dayanaktır.
Bu gerçeğin diğer yanını da Kürt işçilerin ulusal taleplerindeki duyarlılıklarını emek-sermaye mücadelesiyle birleştirmeleri oluşturur. Kürt özgürlük hareketinin geçmişten beri en zayıf karnı budur. Yerinden zorla göçertmelerle birlikte kitlesel olarak kentlere akan Kürt emekçilerinin bu büyük proleterleşme dalgasına uygun politikalar geliştirilmedi. Mevcut sendikalar içinde de ulusal taleplerle sınıfsal taleplerin devrimci sentezine dayalı yaratıcı bir yaklaşım sergilenmedi. İşçi ve memur sendikalarındaki yurtsever kadrolar, sınıf hareketinin genelini dinamize edecek ilkeli devrimci bir politik yaklaşım yerine kendi dar gündemleriyle sınırlı faydacı bir hat izlediler. Bu dar görüşlülük hem o kurumları zayıflattı hem de her iki ulustan işçi ve emekçiler içinde ulusal olanla sınıfsal olanı sentezleme kültürünün gelişip kökleşmesini engelledi. Aynı zaman halklar arasındaki önyargı ve güvensizlikleri de pekiştirdi.
Bu açıdan Kürt örgütlük mücadelesinin bu noktadaki zayıflıklarına göz yummamak, dostça uyarı ve eleştirileri sürdürmek halklar arasındaki ilişkilerin demokratikleşmesi, ilerici bir muhteva kazanması açısından önemlidir.
* Kürt özgürlük hareketi, Suriye’deki son gelişmelerden sonra büyük bir tarihsel sınavla karşı karşıyadır. Onun emperyalistler ve bölge gericilikleriyle ilişkilerini sağlıksız bir zeminde derinleştirerek telafisi ilerde bile zor yıkıcı sonuçlar doğuracak adımlar atmasını önlemek amacıyla dostça eleştirellik ne kadar gerekliyse hareketin nereye evrileceği henüz belirsiz kimi taktik yalpalamalarını bahane ederek düşmanca salvolara tutmak da o kadar yanlıştır.
Kürt ve Türk halkları, diğer parçalardaki ezen ulus devletlerinde olduğu gibi birbirinden koparılamaz bir organik bütünleşme yaşamıştır. Özgürlük sorunu ve özlemi ne kadar derin ve büyükse gerçekleşmesi de o kadar zordur. O açıdan da gelişmelerle konjonktürel bazda ilişkilenmek, açık arayıp anında mahkum etmek önümüzdeki süreçlerde aradaki mesafeleri açmak dışında bir işlev görmez. Dilimize, yaklaşım ve tutumlarımıza özen göstermek zorundayız. Bu, yapılan yanlışlar, stratejik hatalar karşısında tutumsuz kalmak anlamına gelmez. Tersine bu konuda net ve açık olmak samimiyet gereğidir. Ayrıca o samimiyet kullanılan dilde de kendisini hissettirmelidir.
Kürt Ulusuna Özgürlük!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
(*) tikb.org