Suriye’de HTŞ yönetimiyle SDG arasında imzalanan anlaşmayla yeni bir dönemin kapısı aralandı. Gerçi anlaşmanın içeriği gibi sürecin bundan sonraki seyri de hâlâ belirsizliklerle dolu. Hem tarafların dünya görüşleri, talepleri ve beklentileri arasındaki uçurumun büyüklüğü hem de Türkiye başta olmak üzere bu anlaşmadan hoşnut olmayacağı için süreci sabote etmeye çalışma olasılığı yüksek güçlerin çokluğu nedeniyle bu süreç daha çok su götürür.
Ancak şu anki görünüm itibarıyla bu anlaşmayla Kürtler sadece Rojava yerelinde değil Şam’daki merkezi yönetimde de belirgin bir güç ve statü sahibi haline geldiler. BAAS iktidarları boyunca Suriye’de kimlik sahibi dahi olamayan Kürtler adına bu elbette büyük bir kazanımdır. Yalnız bunun Kürtler için anlamı ve önemini dikkate almayan eleştiriler ne kadar önyargılı ve haksız bir yaklaşım anlamına gelirse HTŞ gibi eli kanlı cihatçı bir çeteyle koalisyon anlamına gelmekle kalmayıp Rojava devriminin ruhunu oluşturan halkçı paradigmanın “Artık bu devletin her şeyine ortağız” (Salim Müslim) coşkusuyla fiilen terkedilmesi anlamına geldiği gerçeğinin üzeri de örtülemez.
Tarafları bu anlaşmaya korkularını koz olarak kullanan ABD’nin ikna ettiği çok açık. ABD ve müttefikleri, Ortadoğu’da yeni düzen inşası kapsamında Esad rejimini yıkarak gerçekleştirdikleri mıntıka temizliğinin ardından güç ve dikkatlerini tümüyle İran üzerinde yoğunlaştırabilmek için Suriye’de içlerine sinecek bir istikrar sağlamanın peşindeydiler. Bunun için hem olası yeni çatışma dinamiklerini soğutacak hem de Şam’da HTŞ’yi dengelemekle kalmayıp Suriye’nin bütününü yönetme kapasitesinin sınırlılığını giderecek bir formül arayışındaydılar. SDG-HTŞ arasındaki koalisyon anlaşması şu an için bulunan formülü yansıtıyor.
ABD’nin Kürt tarafını, Trump’ın Suriye’den çekilme niyetini şantaj aracı olarak kullanıp Rojava’nın da Gazze gibi bu kez Türkiye tarafından yakılıp yıkılması olasılığından duyduğu korkuyu istismar ederek tavize zorladığını görmek çok zor olmasa gerek. “Çağın Manifestosu”, “Yeni Bir Milat”, “21. Yüzyılın sorunlarını çözecek yeni bir paradigma” gibi ölçüsüz övgüler eşliğinde olmadık anlamlar yüklenen İmralı Çağrısı’nın tartışılması sırasında PYD Başkanlık Kurulu üyesi Foza Yusif, 1 Mart’ta ANHA Ajansı’na verdiği demecinde bu korkuyu çok net ifadelerle dile getirdi (https://yeniyasamgazetesi9.com/foza-yusif-onder-apo-tasfiye-politikalarinin-onune-gecmek-istiyor/).
Bu anlaşmayla Türkiye’nin her seferinde bahane olarak kullandığı gerekçe elinden alınarak Rojava’ya yönelik işgal ve imha hazırlıklarının önüne yeni bir set çekilmiş oluyor. Fakat bunun sağlayacağı garantinin ne kadar süreceği henüz belirsiz. Daha önemlisi, kadın devrimi özelliğiyle tanınan bir mücadelenin HTŞ gibi kadın düşmanlığıyla karakterize olan cihatçı bir çeteye meşruiyet kazandıracak bir koalisyonu kabullenmesi başta olmak üzere “karşılığı/bedeli ne oldu?” sorusu da tabii yanıt bekliyor.
ABD-İngiltere ikilisinin İsrail ve Türkiye’nin kolaylaştırıcılığı sayesinde açtıkları yoldan engelsizce ilerleyerek Şam’da Suriye yönetiminin başına oturttukları Colani ve HTŞ çetesinin Suriye’nin tamamına hakim olup yönetemeyecekleri başından beri belliydi. Bu cihatçı çapulcu sürüsü bunu başaracak güçten de deneyimden de kadrolardan da yoksundu. Üstelik bukalemun gibi sürekli kabuk değiştirdiği halde değişmeden kalan Selefi cihatçı ideolojisi ve kanlı siciliyle İsrail’in yanı sıra bölgenin gerici rejimleri açısından da potansiyel baş belası gözüyle bakılan geçici bir piyondu. Alevilerin yoğun olduğu Sahil bölgesinde kimlerin neden şimdi başlattığı şu an için meçhul son katliam pratiği bu fanatik dinci takım hakkında duyulan kuşkuları ve güvensizliği tekrar alevlendirdi. Öte yandan Colani ve tayfası, Kürtlerle uzlaşma yoluna gitmeyecek olurlarsa çıkacak yeni bir iç savaşı göze alabilecek durumda da değillerdi. SDG’nin içten çürümüş Esad ordusu gibi kolay lokma olmadığını biliyorlardı. Üstelik uzlaşma yerine savaş yolunu seçecek olurlarsa iplerini ellerinde tutan efendileri tarafından inşa edilmeye çalışılan imajları da yerle bir olacaktı. ABD ve ortağı İngiltere ikilisi büyük olasılıkla onların da bu korkusuna oynadı.
SDG ile HTŞ arasındaki Şam Anlaşması’nın şu an için en büyük kaybedeni Türkiye. Erdoğan iktidarı, Kürt özgürlük mücadelesine ağır bir askeri-siyasal ve moral darbe indirmek amacıyla yıllardır yutkunarak beklediği Rojava’yı işgal planlarını bir kez daha askıya almak zorunluluğuyla karşı karşıya kalmadı; HTŞ yönetimi üzerinde iddia ettiği ölçüde nüfuz sahibi olmadığını gördü. Anlaşmanın öngördüğü askeri, idari ve ekonomik entegrasyonun biçimi ve sınırları şu an için çok net olmasa da sadece SDG’nin değil Kürt siyasi partilerinin de kayıtsız-koşulsuz tasfiyesinde ısrarlı olan Türkiye’nin hevesi kursağında kaldı. Dahası Kürtler askeri ve siyasi özerkliklerini muhtemelen belirgin biçimde koruyarak Suriye’nin merkezi yönetiminde de söz sahibi haline geldiler.
Başta da söylediğimiz gibi beklenmedik bir anda imzalanan Şam Anlaşması, içi henüz tam olarak doldurulmamış bir çerçeve anlaşma. Herbir maddenin içeriğini somutlamak üzere kurulacak ortak komisyonların önüne dokuz ay konuluyor. Dünyanın bugünkü koşullarında Ortadoğu gibi coğrafyada dokuz ay az bir süre değil. Üstelik çok sayıda elin karışacağı ve karıştırabileceği bir süreç olacak bu süreç. HTŞ’nin sadece SGD’ye değil Batılı emperyalist güçlere verdiği tavizleri de benimsemeyen, dahası savaştan beslenmeye alışmış irili-ufaklı cihatçı çetelerin kendi aralarında çatışmalar dahi yaşanabilir. Dolayısıyla sürecin olası seyri ve sonuçlarına dair şimdiden kesin hüküm cümleleri kurmak yanlış olur.