Selçuk Ulu
Yeryüzünün bağrından sökülen toz zerreleri… Kimi zaman bir füze başlığında yol bulur kendine, kimi zaman bir yapay zeka çipinde.
Bu, doğanın en derinlerinden gelen bir savaşın öyküsü. Samaryumla yazılmış, terbiyumla mühürlenmiş, lütesyumla susturulmuş bir öykü.
Ve bu öykünün satır aralarında emperyalizmin paslı dişlileri dönmeye devam ediyor.
Çin 4 Nisan 2025 sabahı elindeki bazı nadir toprak elementlerinin ABD’ye ihracını kısıtladığını ilan etti. Samaryum, gadolinyum, disprosyum ve daha niceleri…
Bunlar sıradan madenler değil bunlar modern çağın stratejik damarları.
Pekin’in açıkladığı yeni gümrük kararları, emperyalist rekabetin çoktandır doğanın atomlarına kadar sirayet etmesinin bir tezahürü.
21. yüzyılın emperyalist çarkları artık yalnızca toprağa çakılmış süngülerle değil mikroçiplerin silikon vadilerinde, atomik kristallerin laboratuvarlarında dönüyor. Lenin’in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması eserinde vurguladığı gibi tekelci sermayenin dünyayı yeniden paylaşma hırsı bu kez samaryumun manyetik alanlarında, lütesyumun kızıl ışıltılarında tecessüm ediyor. Çin’in nadir toprak elementlerini ABD’ye karşı bir jeostratejik silaha dönüştürmesi, kapitalizmin can çekişen emperyalizm evresinde kaynakların nasıl “yeni sömürgecilik” aracı haline geldiğinin canlı bir göstergesidir.
Çin’in dünya nadir toprak üretiminin yüzde 90’ını kontrol etmesi, Lenin’in “tekellerin dünya ekonomisine hükmetme eğilimi” tezini adeta kristalize ediyor.
Bu elementler, savaş uçaklarının sinir ağlarından uzay teknolojisinin nöronlarına dek emperyalist hegemonyanın maddi altyapısını oluşturuyor.
Tıpkı 20. yüzyılda petrolün Ortadoğu’da yarattığı jeopolitik depremler gibi 21. yüzyılda lantanitler, küresel kapitalizmin yeni çatışma eksenini belirliyor.
ABD’nin Çin’e yönelik yüzde 54’lük tarifeleri tekelci rekabetin şiddetini gösterirken Çin’in gadolinyum ve disprosyum ihracatını kısıtlaması Lenin’in “emperyalistler arası eşitsiz gelişim” yasasının güncellenmiş bir provasıdır.
Emperyalizmin tarihi, doğal kaynakların metalaşma sürecinin tarihidir. 20. yüzyılın petrol kuyuları, 21. yüzyılda itriyum madenlerine evrildi.
Çin’in 4 Nisan’daki ihracat kısıtlamaları yalnızca bir ticaret hamlesi değil rakip finans kapitalin küresel dolaşımını felç etme tehdididir.
Nasıl ki 1973 Petrol Krizi Batı’ya diz çöktürdüyse Çin’in terbiyum ve skandiyum üzerindeki tekel gücü emperyalist rekabette önemli bir avantaj sağlıyor. Lenin’in “sermaye ihracı” kavramı artık yalnızca fabrikalara değil lityum batarya tedarik zincirlerine yöneliyor.
Teknolojik Hegemonya ve Sömürgeciliğin Yeni Haritası
ABD’nin Grönland’da nadir toprak arayışları, Afrika’da “çeşitlendirilmiş tedarik” kisvesi altında yeni sömürgeci pratikleri, emperyalizmin “dünyanın toprak paylaşımının tamamlanması” sonrasındaki yeni evresine işaret eder.
Japonya ve AB’nin stratejik rezerv inşası, kapitalist blokların nasıl birbirini kemiren canavarlara dönüştüğünü gösteriyor.
Ancak bu mücadele yalnızca devletler arasında değil, işçi sınıfının teriyle kazılan madenlerde, Bolivya tuz göllerinde lityum için direnen yerli halklarda, Kongo’da kobalt madenlerinde köleleştirilen çocuklarda somutlaşıyor.
Bolivya’da özelleştirmeye karşı yükselen sendikal hareketler ya da Kongo’da madenlerde hayatını kaybeden çocuk işçilere karşı uluslararası dayanışma ağlarının örgütlenmesi bu düzene karşı filizlenen alternatif yaşam arayışlarını görünür kılıyor.
Lenin’in “emperyalizm = işçi sınıfının bölünmesi” tezi bugün teknoloji proletaryasının küresel hiyerarşisinde yeniden yazılıyor.
Bir yanda silikon vadilerinde algoritmaları kodlayan mühendisler, diğer yanda tozlu galerilerde nadir toprak elementlerini sırtlayan maden işçileri: Sermaye emeği mekânsal olarak ayrıştırarak eşitsizliğin geometrisini büyütüyor.
Çin-ABD gerilimi kapitalizmin yapısal krizinin bir tezahürüdür. Nadir topraklar üzerindeki savaş, emperyalizmin “savaşsız dönemlerde savaşa hazırlanma” mantığının dijital çağdaki izdüşümüdür.
Aynı zamanda bu savaş teknolojik faşizmin de haritasını çizmektedir. Kuantum çipleri yalnızca bilgi işlem gücünü değil gözetim toplumlarının yeni araçlarını da üretmektedir. Emperyalizm artık yalnızca sömürge toprakları değil insan bilincini de hedef alıyor.
Ancak unutulmamalıdır her neodimyum mıknatısı, her europyum fosforu nihayetinde emeğin sömürüsüyle topraktan koparılıyor.
Emperyalist kapitalizm çağında hiçbir şey salt “ticaret” değildir. Her alışveriş sermayenin küresel dolaşımının bir diyalektiğidir. Bir nadir toprak elementi ne kadar mikroskobikse, etrafındaki çıkar çatışmaları o kadar devleşir. Tıpkı lantanitlerin doğada birbirine kenetlenmiş halde bulunması gibi emperyalizmin çelişkileri de iç içe geçmiştir.
Sınıfsal sömürü, ekolojik talan ve jeopolitik hegemonya ayrışmaz bir bütündür. Lenin’in “emperyalizmin asalak karakteri” tam da bu simbiyotik yıkımda gizlidir.
Çin’in maden ocaklarından Kongo’nun kobalt tünellerine, Grönland’ın buzul çöllerine uzanan bu savaş, proletaryanın alınteriyle sulanan topraklarda filizlenen direnişin de habercisidir.
Lenin’in de ısrarla altını çizdiği gibi “Emperyalizm asalaklaşan ve çürüyen kapitalizmdir.” Ama bilinmelidir ki çürüme yeni yaşam biçimlerinin mayalanmasını engellemez.
Çünkü her çürüme bir toprağa dönüşür ve o toprakta geleceğin özgür dünyası için yeni tohumlar çatlar.
Ve o tohum her defasında bir işçinin eliyle su bulup filizlenir.