H. Selim Açan
Yerleşik bütün denge ve kuralların altüst olduğu belirsizlik ve kaosla karakterize olan süreçlerde yönünü kaybetmemek tayin edici bir önem taşır. Denizciler bunu “pusulayı şaşırmamak” olarak tanımlar. Bunu başaramayanları tanımlamak içinse epey zengin bir dağarcık vardır. Argo ifadeyle “şakülün kayması” bana göre bu ‘dağılma’ halini en iyi tanımlayan deyimdir.
sendika.org sitesi geçtiğimiz Ağustos sonunda çok anlamlı bir girişimde bulundu: Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist stratejinin ne olması gerektiğine dair bir tartışma açtı. Devrimci sosyalist solun 2000 yenilgisi sonrası çekilmek zorunda kaldığı, daha da kötüsü zamanla kabullenip adeta içselleştirdiği etkisiz-iddiasız konumdan çıkış yönünde bir silkiniş yaratır umuduyla çok isabetli bir girişim olarak heyecanla karşıladık bu adımı.
Gel gör ki, ‘yeni bir yol’ açma heyecanı ve seferberliğine vesile olmak şurada dursun, birbirimizi anlamaya çalışma yönü bile zayıf kaldı. Tolstoy’un daha önce de andığım şu sözü durumun özetiydi bana göre: “Herkes durumdan şikayetçi ama herkes aklından memnun!..”
Haksızlık etmiş olmayayım, dikkate değer görüş ve öneriler de dile getirildi elbette. Henüz ete-kemiğe bürünmemiş olmakla birlikte sosyalist solu daha etkin ve görünür kılma yönünde bazı temas ve girişimlerin yürütülmekte olduğunun da farkındayız. Bunların hangi yönde evrilip ne sonuç vereceğini yaşayıp göreceğiz.
Lakin devrimcilikte ısrarlı sol cenah olarak mevcut durumumuz ve gidişin iç açıcı olmadığı gerçeği ortada durmaya devam ediyor. sendika.org’un öncülük ettiği tartışma süreci bu yönüyle de sarsıcı veriler sundu hepimize. Kendi adıma özellikle ‘örgütsüz solculuğun’ devrimci sosyalist sola akıl verme konusunda sergilediği ‘rahatlığı’ çok rahatsız edici buldum. Bunu da ara bir değerlendirmede dile getirdim (1).
Yanlış anlaşılmamak için altını çizerek hemen belirteyim: Partisiz bir devrimciliğin olamayacağını her fırsatta vurgulayan Leninist bir devrimcilik anlayışına sahip olsam da (2) her sosyalistin mutlaka partili olması gerektiği şeklinde kaba bir örgütlü mücadele anlayışına da sahip değilim. Tersine komünist bir parti ve hareketin, saflarına katılan kadro ve sempatizanların dışında kalan toplumun değişik kesim ve katmanları içinde ne kadar geniş sempati ve desteğe sahipse ‘devrime öncülük’ misyonunun hakkını vermeye o denli yakın olacağı görüşündeyim. Özellikle de partinin her zaman yetersiz kalacağı değişik alanlardaki uzmanlık birikimine olan ihtiyacının büyüklüğü ve genişliğiyle birlikte düşünülecek olursa partisiz aydınlar, sanatçılar, bilim insanları, araştırmacılar, akademisyenlerin düşünce ve katkılarının önemi kendiliğinden anlaşılır.
Fakat devrime ve sosyalizme sempati duyarak o uğurdaki mücadeleye katkıda bulunma çabasıyla harekete stratejik bir hat çizme iddiasını birbirine karıştırmamak gerekir. Birincisi bireysel tercih sınırları içinde kalınarak da mümkündür ama ikincisi örgütlü kolektif bir faaliyetin parçası olarak belirli bir sorumluluğun altına girmeyi de gerektirir. Hem bireysel takılma özgürlüğünü tercih edip hem de örgütlü kolektiflere neleri nasıl yapmaları gerektiği konusunda yol haritası çizmeye kalkmak kanımca ‘sınır ihlali’ne girer.
Rahatsızlığım da buradan kaynaklanıyor zaten. Bir yandan kendimiz dahil devrimci sosyalist yapıların mevcut durumunu gözümün önüne getiriyorum öte taraftan bu ‘sınır tanımazlığın’ çapını ve yaygınlığını, daha da kötüsü bu konumun nasıl “doğal” bir durummuş gibi benimsenip hiçbir rahatsızlık duyulmadan sürdürülmesindeki ‘rahatlığa’ bakıyorum. Sigorta o noktada atıyor. Aramızda nicel açıdan “en güçlü” yapılar dahil Türkiye solunda devrimcilikte ısrarlı örgütlerin istisnasız hepsinin bugün sıkıntısını en fazla çektikleri eksiklik kadro yetersizliği. Az-çok deneyimli kadroların sayısının parmakla sayılabilecek kadar az olması. Yürütülmeye çalışılan siyasal faaliyetin yükünün de büyük ölçüde bunların omuzlarına binmesi.
Bir taraftan yıllardır bu gerçeğin acısı ve sıkışmaları yaşanırken diğer yandan “Şu niye olmuyor… Bu niye yapılmıyor… Şunu yapmak lazım… Bu ihmale gelmez…” şeklinde akıl verenlerin büyük çoğunluğunun örgütlü mücadeleden ısrarla uzak duranlardan oluşması kabullenilir bir çelişki değil. Hele içlerinde siyasi sicillerini yakından bildiğim öyleleri var ki, bunların şundan 5-10 sene öncesine kadar nelerin “teorisini” yaptıklarını hatırlayarak utançtan yerin dibine girmeyi isteyecekleri yerde Marksist Papa pozlarında her mecrada boy gösterip devrimci sosyalist harekete akıl satmayı sürdürmeleri arsızlığın daniskası. Devrimci çevrelerin böylelerine ‘Bulunmaz Hint kumaşı’ muamelesi yapıp alan açmalarına ise çok daha büyük tepki duyuyorum. Bu örnekler bana hep bir Bektaşi fıkrasını hatırlatıyor:
Bektaşi yazın öğlen sıcağında kestireceği gölge bir yer ararken caminin avlusuna göz atar. Bir tabutun başında bekleşen gariban bir topluluk görür. İçlerinden biri koşarak yanına gelir, “Ocağına düştük baba erenler” der, “cenazemiz var fakat cenaze namazını kıldıracak imam ortalıkta görünmüyor. Gözünü seveyim sen kıldırıver şu namazı da ölümüz daha fazla rezil olmasın şu sıcakta” diye yalvarır. Bektaşi hem adamın hem de cemaatin haline bakar, gönülsüzce “tamam” der, “saf tutun”. Usulünce kıldırır namazı, tam cemaat tabutu omuzlamaya hazırlanırken “Durun bi dakka!” diye seslenir, sonra tabutun kapağını hafifçe aralayarak ölünün kulağına bir şeyler fısıldar. Herkesi bir merak alır. Ölüyü defnettikten sonra mezarlık dönüşü yine Bektaşinin tepesinde biterler. Sözcülüğü cenaze sahibi üstlenir. “Baba erenler” der, “sen ölünün kulağına ne dedin allasen?” Bektaşi sakin bir sesle yanıtlar: “Öte tarafa gittiğinde dünyanın hali nicedir diye soran olursa cenaze namazımı Bektaşi kıldırdı dersin, gerisini onlar anlar…”
Bu tartışma sürecinde tanık olduğumuz ‘şakül kayması’ keşke Bektaşilerin çokluğuyla sınırlı kalsaydı. Yıllarını devrimci mücadeleye adamış deneyimli kimi dostlarımızın bile sırf başkalarından farklı ve daha devrimci görünmek için ortaya attıkları tezleri görünce durumun vahameti ürkütücü hal aldı. Yıllardır CHP tabanını ve onun kuyruğuna takılanları teslim almış olan ufku ‘Tayyip karşıtlığı’ ile sınırlı muhalefet anlayışını keskin -üstelik içi boş- bir anti-faşist retorik sosuna bulanmış olarak devrimci harekete ‘çıkış stratejisi’ olarak önerilebilmesi bunun son örneği oldu.
Mehmet Güneş bize ne anlatıyor?
Mehmet Güneş’in sendika.org sitesinde yayınlanan yazısının başlığı bile içeriğinin sınırlılığı hakkında fikir veriyor: Ana halka: Saray’ı yıkacak anti-faşist cephe.(3)
Saray’da cisimleşmekle birlikte sınıfsal ve sistemsel temellerinden koparılarak salt “Saray’ı yıkmaya” (yani ‘Tayyip’in gitmesine’) indirgenmiş bir anti-faşizmin sığlığı üzerinde durmaya geçmeden önce o sınırlar içinde bile meselenin nasıl belirsiz bir ‘örgüt sorunu’na ve ‘salt askeri bakış açısı’na indirgendiği yazının girişinden itibaren kendisini gösteriyor:
…Günümüz Marksistleri, dünya çapında yükselen kitle isyanlarının gerisinde kalmış, yüzyıl önceki amentüleri tekrarlamakla yetinmiştir. Yeni bir yükseliş için, teorik dogmatizme karşı mücadele başa alınmalıdır. Önümüzde duran güncel strateji sorunu, her şeyden önce, hemen tüm ülkelerde, yıllanmış diktatörleri deviren, hükümetler yıkan, sarayları ateşe veren, bu yeni güçlerle nasıl ilişkilenileceğidir. (…) Bu isyanlar, sarayları yakıyor, diktatörleri yıkıyor. Ancak bu yüksek ve şiddet yüklü kendiliğinden öfkenin, kalıcı ve devrimci sonuçlar doğurması, yeni bir örgüt ve mücadele tarzını zorunlu kılıyor.
Stratejinin yenilenmesi en başta örgütün yeniden kurulması demektir. Örgüt sorununu klasik ve kitabi bakıştan kurtarıp, verili dünya gerçekliği içinde kavramak zorundayız.(…). Bir örgüt gerekiyorsa ve kalıcı olacaksa, kitaplardan ve klasik modellerden çıkıp gelmeyecek, bu cehennemi koşullarda ve verili durumdaki siyasal, sınıfsal çelişkilerin, var olan toplumsal potansiyelin, insan ve örgüt malzememizin içinden çıkacaktır. (…) Bugün de bu mücadeledeki en büyük ve vazgeçilmez silahımız, komünist partidir; ama 100 yıl öncesinin değil, bir model veya kurmaca değil, bugünün dehşete dönmüş çelişkileri içinden doğacak savaşan bir komünist partidir. (abç)
Buradaki ‘yenilenme’ çağrısının, emperyalist kapitalizmin geçirdiği değişimin Marksizm’in devrimci özüne ve yöntemine sadık kalarak bütünsel bir çözümlemesinden tutalım sosyalizm kavrayışımızın derinleşmesine kadar teoride bir yenilenme, taşlaşıp katılaşmakla kalmayıp günün acil ihtiyaçlarına dahi yanıt veremez hale gelmiş siyaset anlayışımız ve siyaset tarzımızda yenilenme zorunluluğu gibi asıl tayin edici boyutların adını dahi anmayıp salt örgüt sorununa indirgemesinde -adını andığı “teorik dogmatizme karşı mücadele”yi bile ona bağlıyor- bir çarpıklık yok mu sizce?.. Üstelik neoliberal dönemde “bütün büyük anlatıları ayağı sıkan eskimiş postallar” olarak tanımlayıp çöpe atılmasını öneren liberalleşmiş solculardan duymaya alıştığımız “Yüzyıl önceki amentüler”, “100 yıl öncesinin kurmaca modeli” tanımlamaları eşliğinde Leninist parti ve devrim anlayışını bordadan atmamız vazediliyor.
“Yerine ne konulsun” sorusunun yanıtını da bir türlü bulamıyoruz Mehmet Güneş’in yazısı boyunca. Varsa-yoksa “Saray’a karşı öfke dolu halkın içine dalmak”, “militan biçimler uygulamaya cesaret etmek”, “yıkıcı bir çağrıda bulunmak”… uzun lafın kısası savaşmak, dövüşmek, vurmak, kırmak… Bu yeni örgütlenme modeli şu şu şu esaslar üzerinde yükselmeli, şöyle bir programatik perspektife sahip olmalı, şu dönemsel talepleri öne çıkarmalı temelinde somut olarak ne önerdiğini merak ediyorsunuz, ancak ‘halkla bütünleşip vuralım-kıralım’ söyleminin dışına çıkan tek bir somut öneri bulamıyorsunuz. Daha da vahimi, Lenin’in Ne Yapmalı’da yerden yere vurduğu “Partiyle birlikte büyüyen parti görevleri” kuyrukçuluğunu bir adım daha ileri götürerek “bugünün dehşete dönmüş çelişkilerine karşı savaşın içinde doğacak komünist parti” zihniyetiyle karşılaşıyorsunuz. Parti inşası gibi bir konuda bile ‘öncülük’ ile süreçlerin arkasından sürüklenen ‘kuyrukçuluk’ yer değiştirmiş olarak çıkıyor karşımıza.
M. Güneş’in Leninizm’den kopuşu salt parti ve örgütlenme anlayışı, öncülük misyonunun anlamıyla devrimci kitle çizgisi arasındaki farkı silmesiyle sınırlı değil. Daha da ileri gidip proletaryanın bilimsel dünya görüşü olan Marksizm’den kopuyor. Düşünebiliyor musunuz, dostları ve çevresinin onu hâlâ ‘Marksist’ olarak bildiği M. Güneş, -isterse faşizme karşı demokratik devrimle sınırlı kalsın- devrimin örgütlenmesi sürecinde işçi sınıfının kazanılmasının tayin edici öneminin ısrarla vurgulanmasını “sınıf körlüğü”, “özcü ve kaderci bir anlayış”, “ekonomizm” olarak niteliyor!!! 1990’larda P-C ‘nin söylemi ve pratiğinde çok karşılaştığımız halkçı radikalizmi hortlatmaktan başka bir şey değil bu.
Öykünme bununla da sınırlı kalmıyor, faşizme karşı mücadelenin militan askeri biçim ve yöntemler de içermesi zorunluluğunu sanki sadece kendisi görüyor ve bugün sanki bir tek o dile getiriyormuş havasına bürünüyor. Faşizme karşı mücadelede solun tümüne mal ettiği yasalcı pasifist tutuma TİP’i örnek vererek başlıyor (gerçi paragrafın sonunda onu ve diğer reformistleri incitip ürkütmüş olmamak için “…eleştirilerimize rağmen bu partiler tartışmasız olarak dost ve müttefikimiz olarak devrim cephesindedirler” diyerek pamuklara sarmayı da ihmal etmiyor) arkasından “devrimci güçlerin tutumlarını da masaya yatıralım” dedikten sonra hiçbir ayrım yapmaksızın bütün devrimci güçleri faşizmin icraatları ve suçları konusunda “burjuva hukuku ve yasalar çerçevesinde kalan şikayetçi bir dille teşhirin ötesine geçmeyip ‘eski güzel günler’deki gibi burjuva hukukunu davet etmekle” suçluyor. İnsan zorunluluklar nedeniyle mekan olarak ‘uzaklarda’ olabilir de TDH gerçekliğine kafaca ve ruhça bu denli uzak ve yabancı olmamalı!.. Ayrıca bir konuda kalem oynatmaya kalkmadan önce o konuya dair yazılmış bütün eser ve makaleleri okumadan yazmaya başlamayan Marx’ı gel de bir kez daha saygıyla anma!..
M. Güneş Türkiye devrimci hareketinin bugünkü gerçekliğinin gerçekten farkında değilmiş gibi görünüyor. Faşizme karşı devrimci bir mücadelenin ‘olmazsa olmaz’ları arasında yer alan militan biçimlerin örgütlenip kullanılması zorunluluğu da bir yana sokaklarda her gün başka bir örneğini duyup tanık olduğumuz insanı öfkeden çatlatan gerici-faşist pervasızlıktan kadına yönelik şiddet ve mafya terörüne kadar meydanın o kadar da boş olmadığını ilerici-demokrat kamuoyuna gösterip yürekleri soğutacak bir pratik hâlâ sergilenemiyorsa bunun ‘bilmemekten’ değil ‘yapabilecek’ güç ve kadro derinliğinden mahrumiyetten kaynaklandığı nedense aklına gelmiyor. Sınırlı güçlerin birbirlerini tamamlayıp bütünledikleri devrimci bir odak ihtiyacının acilliği ve yakıcılığı dile getirilirken işin bu yönünün de uygun bir dille defalarca dile getirildiğinden de anlaşılan habersiz. Eğer öyle olmasa, “birçok çevre” genellemesi altında hiçbir ayrım içermeyen şu satırlar nasıl yazılabilir:
…Faşizme karşı mücadele sorunu doğru kavranmıyor; ‘faşizmi yıkacağız’ sloganı atan birçok çevre, neyle karşı karşıya olduğunun tam bilincinde değil. Bu konuda yazılanlar; birtakım talepler sıralanır, öneriler yapılırsa gerçekleşecekmiş gibi bir hayal alemini ifade ediyor. Bir iktidarı devirmek zor bir iştir, faşizmi yıkmak ise iki misli zor; karmaşık ve kanlı süreçlere gebedir. (…) Faşizmle mücadele hayat memat meselesi, varlık yokluk sorunudur. Bugün faşizm ve iç savaştan söz edenler, mutlak surette profesyonel ve öz savunma yapabilecek güçler yaratmak zorundalar. Ancak bu biçimde konumlanmış ve mevzilenmiş güçler, bugünkü egemenlik aygıtlarıyla mücadele edebilir. Bu tür hazırlıkları olmayanlar, yalnızca sivil siyasal mücadele yöntemleriyle sınırlı kalanlar, kendilerini faşizmin ve faşizmle iç içe devlet kuvvetlerinin insafına terk etmiş olurlar. (abç)
Kendisini biricikleştirme çabasının devamı olarak arkasından bir de şöyle meydan okuyor:
…Devrimci güçlerin yasadışı mevzileri zayıf, yasal mevzileri kuşatma altındadır. Her iki alanda da muazzam örgütlü, hazırlıklı ve tepeden tırnağa silahlı, katliamcı güçlere bu araçlarla karşı koyamayız. Faşizmi yıkmaktan söz ettiğimizde, karşımızdaki güçlerin bunlar olduğunu bilmek ve bu katliamcı sürülerle dövüşecek örgüt, mevzi, araç ve gereçleri hazırlamak için zaman kaybetmemeliyiz. Buraya kadar söylenenlere itiraz edenlerin önerilerini bekliyoruz. (abç)
Kendi adımıza buna itiraz edenler içinde olmadık hiçbir zaman. Bu zorunluluğu yeni akıl edenlerden de değiliz. M. Güneş cidden öğrenmek istiyorsa, tarihsel pratiğimizin ve Program başta olmak temel metinlerimizin yanı sıra 1994 Kasımında dönemin Devrimci Proletarya dergisinin 35. sayısında yayımlanmış Faşizm, Mücadele ve Antifaşist Mücadele Komiteleri (AFMK’lar) Üzerine Notlar yazısıyla ‘stratejik bir politika’ olarak 2004 yılında formüle edilmiş Emeğin Yumruğu (4) ve arkasından Ufuk Çizgisi dergisinin 20 Kasım 2007 tarihli 73. Sayısında yayımlanan Kardeşlik Müfrezeleri (5 ) belgelerine bakabilir.
Ufku anti-faşizmle, anti-faşizmi de Saray ve devletle sınırlı Mehmet Güneş, sendika.org’un önayak olduğu tartışma sürecinde yayımlanan yazılar içinde kendisine bu temelde yakın bulduklarını anıp atıf yapıyor. Fakat onların bazılarında da bir ‘kusur’ ya da ‘eksik’ bulmadan edemiyor. Örneğin Ali Ergin Demirhan’ın perspektifini doğru buluyor fakat “…Ancak dönemin taktiğini somutlamıyor ve bu konuda sosyalist hareketin iradi müdahalesini zamana havale ediyor, daha doğru bir ifadeyle kendiliğindenliğe bırakıyor” (abç) diye eleştiriyor.
Bu şerhi okuyunca insan, öne çıkarılmasını gerekli gördüğü talepleri, Saray’ı (ve devleti) yıktıktan sonrasında nelerin nasıl yapılması gerektiğine dair stratejik bir perspektifin en azından ipuçlarını, bu süreçte izlenmesi gereken örgütlenme ve mücadele biçimleri ile sloganlara dair kendisinin nasıl “somut bir dönem taktiği” önerdiğini görmek istiyor ama bulamıyor. … “Sosyalist hareketin iradi müdahalesini zamana bırakan kendiliğindencilik” eleştirisi yapıyor fakat kendisi “Saray’a karşı öfke dolu halkın hareketinin peşine takılmak” dışında ne öneriyor belirsiz.
M.Güneş aslında ‘’öncü’ olmakla ‘kuyrukçuluk’ arasındaki nitel farkın nereden kaynaklandığını unutmuş görünüyor. Yakın dönem tarihinden sadece öfke yüklü militan yönünü öne çıkardığı halk hareketlerinin soluğunun neden ve nasıl tıkandığını pek önemsemediği anlaşılıyor. İşbaşındaki taşlaşmış diktatörlükleri yıkma anlamında ‘siyasal bir devrimi’ başardıkları halde Tunus, Mısır, Sudan, Bangladeş, Nepal isyanlarının arkasının nasıl geldiğini belli ki umursamıyor. Bunlar üzerine düşünmek yerine Bulgaristan ve Nikaragua devrimleri gibi naftalin kokan örnekleri anıyor. Aslında aynı ders yani siyasal devrimi başarmayı esas almakla yetinen bir ufuk darlığının yetmezliği ve riskleri onlarda da kendini gösterdiği halde (üstelik Bulgaristan örneğinde ‘demokratik halk devriminin yetersizliğinin çabuk görülüp sosyalist aşamaya geçildiğini’ kendisi de aktarıyor) “ya sonra…” sorusunun yanıtı üzerine düşünmemeyi sürdürüyor.
Faşizme karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden ayrı ele alınamayacağı görüşü, dünya komünist hareketinde 1929’lardan beri altı çizilen temel bir yaklaşımdır. Özel koşulların sonucu olarak gündeme gelen Halk Cephesi pratiklerinin sonrasındaki evriminde yaşanan kaymaların temelinde de bu ilkesel yaklaşımdan uzaklaşma yatar. Günümüzde sadece tarihsel değil yeryüzündeki fiziksel sınırlarına dayanmış olan kapitalist emperyalizmin içinde debelendiği varoluşsal krizin derinliği ve sonuçları göz önüne getirilecek olursa bu ilişkiyi talileştirip en fazla zeytinyağı-su ilişkisi şeklinde kurmanın nasıl vahim bir dargörüşlülük olduğunu görmemek olanaksızlaşır. Faşizme karşı mücadeleyi en azından devrim perspektifiyle ele alan demokratik devrimci anti faşist mücadele anlayışı dahi günümüz dünya-tarihsel koşullarında eksiktir, yetersizdir. Günümüzde faşizme karşı mücadeleyi kapitalizmi temelden yıkmayı hedefleyen sosyalist devrimci bir perspektifle ele almayan yaklaşımları Marksist olarak kabullenme olanağı kalmamıştır.
Bununla bağlantılı olarak, stratejik perspektifinizin niteliği ve sınırları, faşizme karşı mücadele sürecinde sınıflar mevzilenmesini nasıl ele aldığınızdan izleyeceğiniz ittifak siyasetine, öne çıkaracağınız talep ve sloganlardan kullanacağınız mücadele ve örgütlenme biçimlerine kadar strateji ve taktiğinizin karakterini ve sınırlarını belirler.
Saray’a karşı mücadeleyi her şey haline getiren Mehmet Güneş’in faşizme karşı mücadele perspektifinde en başta faşizme karşı mücadeleyle tekelci burjuvazinin sınıf egemenliği ve kapitalizme karşı mücadele arasında nasıl bağlantı kurduğuna dair netlik şurada dursun belirti dahi göremiyorsunuz. Varsa yoksa her şeyiyle olgunlaşıp kıvama gelmiş bir öfke edebiyatı ve ona dayanarak dövüşelim, vuruşalım, savaşalım çağrısı. Bir de o mücadele sürecinde şekilleneceğini iddia ettiği bir partileşme anlayışı. Marksist literatürde ve dünya devrimler tarihinde ‘salt askeri bakış açısı’ olarak tanımlanıp defalarca eleştirilmiş içi boş bir keskinlik kısacası.
Türkiye devrimci sosyalist hareketi olarak daha fazla oyalanıp gecikmeksizin bir an önce “ya bir yol bulmamız ya da bir yol açmamız” gereken bugünkü etkisiz konumumuzdan çıkışımız ufku bu denli dar stratejik yönelimlere kalmışsa eğer ölmüşüz ağlayanımız yok demektir.
Dipnotlar:
(1) Esas Halkayı Ne zaman Yakalayacağız, https://sendika.org/2025/09/esas-halkayi-ne-zaman-yakalayacagiz-733882
(2) “…Lenin’in fikrine göre, büyük enternasyonalist sosyalist hareketinden, Rusya sosyalist hareketinden iyi yetişmiş birçok insan inançları ve teorilerine uygun kalmak istiyorlarsa bu örgütlerden ayrılmamak zorundaydılar. Kaldı ki Lenin bir örgütçü, bir eylemciydi; teoriye olan bağlılık ve düşkünlüğüne rağmen tam bir irade adamıydı. (…) partiden ve böyle bir yıkıntının ihtilalci (spazmodic) kavgalarından uzak kalmayı ve bunu meşru ve haklı gösterecek teorik bir çalışmayı hiçbir zaman düşünmedi. Parti denilen kuruluştan ortada ne kalmış olursa olsun, parti diye elde avuçta kalan üç beş bozguncu ve terörcü de olsa kuvvetli ve büyük bir kitle örgütü de olsa zulme, gadre, umutsuzluk ve yılgınlığa uğramış ve başka kimse kalmamış da olsa Lenin her daim partisinin adamıydı, partisinin yanındaydı. (…) günün birinde Marx’ın kızı ile damadının birlikte intihar ettiklerini (Lafargue’lar, 1908) duyan Lenin, karısına şöyle demiştir: “İnsan Parti için çalışamayacağını anlarsa, gerçekten korkmadan durumunu anlamalı ve Lafargue’ların yaptığı gibi intihar etmeli.”
İşte bu sözler Lenin’in öz düşüncelerini vermektedir. (…) Rusya’da, casuslar ve kırgınlık çöküntü ve gerilemenin başlıca nedenleriydi. Rusya dışında ise yakınlarının ve dava arkadaşlarının çoğu kendiliklerinden çekip gitmiş, bir kısmı ise şiddetli taktik ve stratejik görüş ayrılıkları yüzünden bizzat Lenin tarafından Bolşevik hizbi içinden atılmışlardı. Ama her şeye rağmen, örgütlenme doktrini ile yola çıkıp liderliğe gelen bu adam gene partisinin adamı olmakta devam ediyor ve ‘parti’ denilen şeyden Lenin’in anladığı, etrafında iki kişi de kalsa üç kişi de kalsa değişmiyor; izleyicisi az da olsa çok da olsa Lenin ve yanındakilerin kurduğu yönetici komitenin ‘parti anlayışı’ hep aynı kalıyordu. » (Bertram D. Wolfe, Devrimi Yapan 3 Adam, sf. 190-192, BFS Bilim Felsefe Sanat Yayınları, 1989 Ankara)
(3) https://sendika.org/2025/11/ana-halka-sarayi-yikacak-anti-fasist-cephe-736556
(4) https://arsiv.alinteri10.org/haber/17611?q=Eme%C4%9Fin%20Yumru%C4%9Fu
(5) https://arsiv.alinteri10.org/haber/6353?q=tarihsel
Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!