Kongo’da Madenci Katliamı: Emperyalist Barbarlığın Çıplak Yüzü



Kongo’nun Kalando bölgesindeki madenci katliamı sadece çöken bir köprünün değil emperyalist-kapitalist düzenin insan yaşamını değersizleştiren yapısının çöküşünü açığa çıkarıyor. Kobalt ve bakırla “yeşil teknoloji” üreten dünya bu metallerin ardındaki sömürü zincirini gizleyemezken Kawama’da toprağa gömülen madenciler emperyalist yağmanın kanlı diyalektiğini bir kez daha görünür kılıyor


Selçuk Ulu

Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin güneyindeki Lualaba eyaletinde Kolwezi’ye birkaç saatlik mesafede bulunan Kalando-Kawama maden sahasında 15 Kasım’da yaşanan felaket yerel bir “iş kazası” değildi. Bu durum emperyalist-kapitalizmin damarlarında dolaşan kanın bir kez daha yüzeye fışkırmasıydı. Günler süren yağmurlar geçici bir köprüyü zayıflattı. Madenciler dar bir geçide yığıldı. Askerlerin ateş açtığına dair tanıklıklarla birlikte köprü bir anda çöktü. En az yetmiş işçi öldü. Bazı kaynaklar ölü sayısının daha fazla olduğunu söylüyor. Çamura gömülen bedenlere ulaşmak için aramalar sürüyor. Fakat bu enkazın altında yalnızca insanlar değil Kongo’nun dünya pazarlarına akıttığı stratejik cevherlerin üzerine bindirilmiş yapısal çöküş de yatıyor.

Kalando’daki maden resmi lisanslarla süslenmiş görünse de gerçekte çok katmanlı bir sömürü sahası. Çinli ortaklarla iş tutan şirketlerin çevresinde binlerce kaçak madenci çalışıyor. Bu insanlar kayıtsız, güvencesiz. korumasız derme çatma galerilere iniyor ve çoğu zaman kendi açtıkları toprağın altında ölüyor. Kimi zaman askerlerin ateşinden kaçarken vuruluyor. Kimi zaman şirketlerin özel güvenlik güçleriyle boğuşurken yaşamını yitiriyor. Kongo’nun maden bölgelerinde ölüm çalışmanın sessiz bir ortağına dönüşmüş durumda. Devletin tekelleri korumanın dışında yokluğu ağır bir sis gibi çökmüş. Bu sisin içinde bir yanda çokuluslu emperyalist tekellerin çıkarları diğer yanda yoksulluğun dayattığı çaresizlik sürünüyor.

O facianın yaşandığı saatlerde Kongo devletinin kobalt ajansı sosyal medyada büyük bir duyuru paylaştı. Ajans ilk 1.000 metrik ton izlenebilir artisanal kobalt üretimini başardıklarını ilan etti ve bunu “sürdürülebilir madencilik” ve “formalleşme” adı altında övünerek duyurdu. #Cobalt #Sustainability #Mining #BatteryMetals hashtag’leriyle paylaşılan bu reklam, Kalando’da göçük altında kalan işçilerin yaşamının değerini çarpıcı biçimde yok sayıyordu. Ölüm ve reklam aynı saatte yan yana geldi. Bu ironik tablo kapitalist sistemin çelişkisini gözler önüne seriyor: Sistem hem sömürüyor hem de kendini “sorumlu ve sürdürülebilir” göstermeye çalışıyor.

Bu tablo Marx’ın “meta fetişizmi” kavramını neredeyse elle tutulur hale getiriyor. Batılı tüketici için bir kobalt taneciği elektrikli araçların bataryasında parıldıyor. Bir telefon ekranı “ilerlemenin ışığı” olarak sunuluyor. Oysa bu metaların içine Kalando’da toprağa gömülen işçilerin nefesi ve ölümü sindi. Tüketici cebindeki cihazın içindeki kanı görmüyor. Kapitalist dolaşım emeği görünmez kılınıyor. Emekçi ise kendi emeğinin nereye aktığını bilmeden yabancılaşmanın çukurunda sıkışıyor. Madenin altında kalan bedenler bu kopuşun gerçek yüzü.

Facianın ardındaki ekonomik mantık kapitalizmin artık değer sömürüsünün en çıplak biçimi. Kayıt dışı madencilik sermaye için bir cennet. Güvenlik yok. Sigorta yok. Ücret güvencesi yok. Kongo’nun stratejik madenleri küresel pazarda değer kazanırken onları çıkaranlar yoksulluğun ve ölümün yükünü taşıyor. Sermaye maliyeti düşürmek için insan hayatını yok sayıyor. Üretim giderlerindeki her “tasarruf” işçinin ömründen koparılmış bir parçaya karşılık geliyor. Kalando’da çöken köprü aslında kapitalist üretim tarzının çöken mantığını simgeliyor. Kâr için örgütlenen sistem sonunda insanı gömen bir sisteme dönüşüyor.

Lenin’in emperyalizm tahlili bu trajediyi daha da berraklaştırıyor. Kongo küresel kapitalizmin en değerli hammaddelerine sahip. Fakat aynı anda dünyanın en yoksul ülkelerinden biri. Bu çelişki rastlantı değil. Çokuluslu şirketlerin özellikle Çinli devlerin artan varlığı yerli komprador burjuvazinin rolü ve devletin bilinçli olarak zayıflatılmış denetim gücü modern çağın yeni sömürgeci mekanizmalarıdır. Artık zenginlik tanklarla değil krediler ve şirket konsorsiyumları aracılığıyla gasp ediliyor. Kongo siyasi olarak bağımsız görünse de ekonomik olarak çokuluslu sermayenin uydusuna dönüşmüş durumda. Kalando’daki kontrolsüzlük de tam olarak bu emperyalist bağlamın ürünüdür.

Bu felaket aynı zamanda modern proletaryanın en kırılgan katmanını yani kapitalizmin “yedek sanayi ordusunu” açığa çıkarıyor. Artisanal madenciler hayatta kalmak için ölümle yarışan bir sınıf fraksiyonu. Güvence yok. Sendika yok. Sağlık hakkı yok. İş güvencesi yok. Yoksulluğun ittiği bu insanlar kapitalizmin hem en kolay sömürülen hem de en hızlı gözden çıkarılan işçileridir. Her ölen madencinin yerine geçmeye hazır bir başkası vardır. Bu durum sermayeye ücretleri bastırmak ve çalışma koşullarını geriletmek için gerekli zemini sağlar.

Tüm bu tablo Kalando’daki facianın bir “doğal felaket” olmadığını gösteriyor. Sorun üretim araçlarının özel mülkiyetinde. Sorun emeğin bir meta haline getirilmesinde. Sorun toplumsal zenginliğin emperyalist sermaye lehine örgütlenmesinde. Ne şirketlerin vitrine sürdüğü sosyal sorumluluk projeleri ne de devletin göstermelik önlemleri bu çöküşü durdurabilir. Çünkü sorun madenin altında değil sistemin üstündedir.

Kongo toprağında yatanlar yalnızca işçiler değil emperyalist kapitalizmin insan hayatını hiçe sayan karakteridir. Türkiye’de Soma’da, Ermenek’te, İliç’te ve daha nicelerinde hayatını kaybeden madencilerle birlikte düşünüldüğünde bu facia evrensel bir çelişkiyi gözler önüne seriyor. Doymak bilmez kâr hırsı insan yaşamının önüne geçiyor. Gerçek kurtuluş ancak emekçilerin zenginlikler üzerinde kolektif denetim kurmasıyla mümkün olur. Üretim kâr için değil toplumsal ihtiyaçlar için örgütlenirse bu korkunç döngü kırılabilir. Bu da ancak bir avuç tekelin, özel mülkiyetin iktidarına son vermekle mümkündür. Kalando’nun çöken köprüsü ve Soma’nın karanlık galerileri yalnızca yerel bir trajediyi değil kapitalist düzenin çürüyen mantığını haber veriyor. Kongo’da akan kan, Türkiye’de yitip giden hayatlar ve dünyanın dört bir yanındaki işçi ölümleri, sınıfın ortak yarasını ortaya koyuyor.