Devlet, Demokrasi, Öcalan



Öcalan’ın radikal çözüm olarak hayal ettiği “demokratik toplum”, ekoloji kavramı ile süslenmiş küçük-orta ölçekli sanayiye, tarıma ve kısmen de ortak üretim-Pazar amacıyla kurulan kooperatiflere dayanan küçük burjuva toplum hayalinden başka bir şey değildir


Kazım Bayraktar

Sömürülen ve ezilen sınıfların ve halkların ekonomik, sosyal, kültürel, demokratik siyasi hak mücadeleleri belli iktisadi-siyasi sistemler içinde tarih boyunca mevziler kazanarak-kaybederek ilerler. Ancak üretim ilişkileri (hukuksal deyimle mülkiyet ilişkileri) üretici güçlerin önünde engel haline geldiğinde son sözü devrimler söyler. Kapitalizmin yükselme döneminde gelişen üretici güçlerin emperyalizm çağında burjuvazinin elinde doğaya, insana ve tüm canlılara karşı yıkıcı güçlere dönüştüğü, kapitalist sistemin tarihsel sınırlarına dayandığı bir sürece tanıklık ediyoruz. Tarih devrimi ve onu hazırlayan üretici güçler-üretim ilişkileri çelişkisini dışlayan, ufku belli hakların kazanımıyla sınırlı “radikal” çözüm hayallerini boşa çıkararak ilerlemesini sürdürüyor.

Devrimci Proletarya dergisinin geçen sayısında (Eylül-Ekim tarihli 13. Sayı) bilim ve komün konularındaki düşüncelerini ele aldığımız Öcalan’ın radikal çözüm olarak hayal ettiği “demokratik toplum”, ekoloji kavramı ile süslenmiş küçük-orta ölçekli sanayiye, tarıma ve kısmen de ortak üretim-pazar amacıyla kurulan kooperatiflere dayanan küçük burjuva toplum hayalinden başka bir şey değildir. Ancak politik söylemini devlet ve kapitalizm karşıtlığı üzerine inşa ettiği için söyleme uygun kavram olarak tıpkı esin kaynağı Bookchin gibi komün/komünalizm kavramlarını kullanmayı tercih eder. Ne var ki bu kavramların gerçek tarihsel anlamları, kurguladığı iktisadi pazar toplumundan özsel olarak farklıdır. Ancak yapıbozumcu zihniyet bu farklılığı dert etmez. Nasıl olsa E. Laclau-C. Mouffe ikilisinin öğrettiği bir yöntem vardır. Buna göre önce yapısı bozulacak “alan” tespit edilir: “Gördüğümüz gibi, tam bir varoluşun koşulu, her farklılık konumunun özgül ve yerine başka bir şeyin konamayacağı bir moment olarak sabitleştirildiği kapalı bir alanın var olmasıdır.” [ E. Laclau-C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim Yay.  sf.204, bba] Ardından alanın özgüllüğü hedefe konulur: “Demek ki, bu alanın (toplumsal altyapı-üstyapı ilişkileri, tarihsel zorunluluklar, kapitalizmin ve sermayenin iktisadi hareket yasaları gibi Marksizmin ve tarihsel-materyalizmin bilimsel temelini oluşturan ilkeler-nba) bozulmasının yani ‘kapanma’nın önlenmesinin ilk koşulu, her konumun özgüllüğünün ortadan kaldırılmasıdır.”

Öcalan da aynen “usta”larının dediği gibi yapar. Komün kavramını yapıbozuma uğratılacak “alan” olarak ele alır ve kavramı gerçek tarihsel özgüllüğünden söker ayırır, ancak söylemine göre yeniden inşa edecek birikimi olmadığından hiçbir bilimsel açıklama yapmaz ve kendi zihniyet dünyasında oluşturduğu iktisadi pazar toplumuna yama gibi yapıştırıverir.

Sistemsel bütünlükten yoksun düşünceleri yamalı bohçaya benzeyen Öcalan, kendi icadı “yeni bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm” zihniyetine dayanak olarak kurguladığı “devlet ve komün ikilemi” konusunda da bir şeyler söyleme zorunluluğu duyar. Ama devletin yüzyıllara hatta binyıllara yayılan adım adım oluşumu hakkında ilgili bilim dallarının bilimsel-nesnel tespitlerinden hoşlanmadığı, dolayısıyla bilimsel bilgi dağarcığı bomboş olduğu için düşünsel bir sefalet daha sergiler:

Kabilebaşı devleti türetir. Çıkarları zedelenen kabile üyeleri de komünü oluşturur. Aslında gerçek de böyle. Çok basit. Ben böyle büyük bir keşif de yapmadım. Marx buna bilimsel keşif diyor, bunlar hikaye… Kabilenin bastıranı devlet haline geliyor, aşiret reisi her kimse onun sıradan üyeleri de kombun olarak sonra da aile olarak devam eder. Başındakiler de devletleşir. [ Öcalan, Perspektif, bba]

“Bilinen ya da mevcut bir şeyden düşünce gücüyle yeni bir şey bulma” demek olan “türetme” sözcüğünü anlamını bilerek kullandığını varsayar ve “tarihi zihniyetlerin belirlediği” iddiasını da dikkate alırsak Öcalan’a göre devlet “kabilebaşının zihniyeti”nden “türemiş” oluyor. “Çıkarları (hangi çıkar?-nba) zedelenen kabile üyeleri” hemen “karşı zihniyet” geliştirerek komün oluşturuveriyorlar (!). Devlet oluşmadan  önce toplumlar kendi içlerinde hiçbir çıkar çatışması olmaksızın onbinlerce yıl boyunca zaten komün halinde yaşayarak evrimleşmiyorlar mıydı? Seçimle işbaşına gelip gerektiğinde kabile üyeleri tarafından görevden alınabilen “kabile reisi” hangi gücüyle devleti “türetti?”  “Kabilenin bastıranı” da kim, neyin peşinde, niye bastırıyor? Zihniyetiyle tarih yaptığını iddia eden Öcalan, tarihi zihninde tasarladığı “devlet-komün ikilemi” kavramına uydurmak istiyor. Ama bilgi birikimi yetersiz, yöntemi idealist olduğundan saçmalıyor.

“Bilim, Komün, Öcalan” başlıklı yazıda gerçek tarihsel komünün birbirini var eden, birbirinden ayrılmaz dört unsurundan (kolektif emek, doğanın kolektif sahiplenilmesi, doğal eşitlik, insanal özgürlük) söz etmiştik. Öcalan’ın “bunlar hikaye” diyerek devlet ve tarih konusunda sergilediği ciddiyetsizliği, bir yandan “devletle bütünleşmeyi” savunurken diğer yandan zihninde kurguladığı “devletsiz demokratik-konfederalizm” fantezisini ele almadan önce komünal toplumların – başta H. Morgan olmak üzere insan bilimcilerin araştırma ve incelemeleri sonucunda tanıtlanmış – siyasal olmayan ancak komünün doğal özüyle özdeşleşen doğal demokrasisine bir parantez açmak zorundayız.

Devletsiz-Sınıfsız Doğal Demokrasi

Evrimin göçebelik aşamasında komünal toplum kendini doğrudan ve hep birlikte karar alarak yönetir. Onları bir arada tutan, birlikte karar aldıran şey ne Öcalan’nın savunduğu kendinden menkul bir Zihniyet, Ahlak, İrade, Anlam ne de klasik burjuva liberalizminin kurguladığı “Sosyal Sözleşme”dir. Birlikte üretim mücadelesinde eş zamanlı evrimleşerek gelişen bireysel beyinlerin ortak bilincinin – Öcalan’ın “kadercilik” diyerek çarpıttığı- maddi zorunluluğu (elbirliği halinde üreterek bir arada yaşamanın birlikte karar almayı zorunlu kılmasını) kavramasından, adı konulmamış doğal doğrudan-demokrasiden başka bir şey değildir.

Yerleşik yaşama geçilmesiyle birlikte üretici güçler sınırlı bir artı-ürün de sağlayarak geliştikçe kendi neslini yeniden üretmenin koşulları da gelişir, nüfus artar, karar alınması gereken konular çoğalır ve birlikte karar almak giderek yorucu ve olanaksız hale gelir. Ayrıcalıksız yetişkin tüm bireylerin oylarıyla seçime dayanan yeni bir yönetim tarzının belirlenmesi, aynı komünal kültürün yeni biçim altında devamı olarak gerçekleşir. Doğrudan demokrasinin yerini temsili demokrasi alır. Toplum seçtiği yöneticileri gerekli gördüğünde görevden alabilir. Seçme ve gerektiğinde görevden alma yönteminin Paris Komünü’nde de uygulanmış olması bir tesadüf değil komünün gerçek insanal özünden kaynaklanan bir benzerliktir.

İnsan tarihinde biçimlenen gerçek komünde üretim ile tüketimin arasına meta değişiminin, özel mülkiyetin (diğer bir anlatımla ticaretin, pazarın, ekonominin) girmediği doğrudan insan için üretimin doğal sonucu üretenlerin eşit paylaşımı olunca, ortak karar alma mekanizması da bu üretim-bölüşüm ilişkisine göre biçimlenir. Üreten, yaşadığı yeryüzü parçasını emeğinin nesnesi olarak doğal-mülk edinen ve yöneten aynı toplumsal özne olduğu için üretim, mülk edinme ve yönetim tarzı çatışmalı değil uyumlu, kural ihlali istisnaidir. Üretim pazar için değil insan için, yönetimin konusu da insan değil üretimdir, toplu yaşamın zorunlu kıldığı düzenleme ve kurallardır. İşte komünal üretim tarzının belirlediği bu maddi altyapı üzerinde -Öcalan üretimden bağımsız kendinden menkul zihniyet ve ahlak kurgulayadursun- öyle bir kültür, “zihniyet ve irade” biçimlenir ki: “… Ve böylesine bir toplum, ne [yaman -ç] erkekler, ne [yaman -ç] kadınlar yetiştirir; buna, bozulmamış yerlileri tanımış bulunan bütün Beyazlar, bu barbarların kişisel onur, doğruluk, karakter gücü ve yiğitliğine duydukları hayranlıkla tanıklık ederler … Bu çağın insanları, bize ne kadar gösterişli görünüyorlarsa, birbirlerine karşı o kadar alçakgönüllü idiler.” [F. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin Devletin Kökeni, Sol yay. sf. 114] Öcalan’ın iddia ettiği gibi “tarihi etkili zihniyetler ve iradeler” belirliyor olsaydı komünal toplumun bu güçlü “zihniyet ve iradesi” özel mülkiyet sistemine, onun ilk biçimi olan köleci topluma ve devlete geçişe izin verir miydi?..

Nüfus arttıkça büyüyen gensler kabilelere dönüşür, kabileler aşiret çatısı altında birleşerek daha büyük bir toplum oluşturur ve gensler kendi yönetimlerini muhafaza ederek seçimle oluşturulan bir üst organ altında konfederasyon biçiminde birleşirler. Ancak bu konfederasyon, Bookchin ve Öcalan’nın küçük-orta ölçekli pazar ekonomisine ve belediyeciliğe dayalı -Öcalan’nın devletle bütünleşmesini de önerdiği- demokratik konfederalizm/komünalizm kuruntusundan hem özsel olarak (üretim tarzından gelen devletsiz-sınıfsız özüyle) tamamen farklı hem de onbinlerce yıl boyunca tarihe damgasını vurmuş, aynı zamanda geleceğin komünist toplumunun kodlarını içeren tarihsel bir gerçekliktir.

“Ama unutmayalım ki, bu örgütlenme yıkılmaya adaydı” der Engels ve ticaret ile özel mülkiyetin çok küçük adımlarla devreye girmesiyle başlayan ve binlerce yıl süren bu yıkılışın tarihsel zorunluluğunu maddi koşullarıyla birlikte açıklar.

Trampada Başlayan Özel Mülkiyet, Özel Mülkiyetle Biçimlenen Devlet, Tarihi Tapınakta Arayan “Zihniyet”

Tarihsel-materyalizm biliminin tespit ettiği tarihsel zorunluluğu, diğer bir deyimle toplumsal tarihsel nesnel hareket yasalarını “Eskinin kader anlayışı” diye çarpıtarak reddeden Öcalan, Sümerlerin tapınağı Ziggurat’a ve tanrılara bakarak dinden/tapınaktan devlet, sınıf, kapitalizm türetir:

Tapınak olarak Ziggurat’ın en üst katı panteon (tanrılar birliği, hiyerarşik üst tabaka otoriteleri), onun altındaki kat rahip kralın (sistem yaratıcısı ilk yönetici hegemon) yeridir. En alt kat ise artık-değer-ürün üreten köleler ve zanaatkârlara ayrılmaktadır. Tapınak şehrin, devletin ve sınıfların ilk prototipi, döl yatağıdır derken, tüm uygarlık sistematiğinin formülünü de belirlemiş oluyoruz. En son Avrupa modeline kadar tüm uygarlıklar bu örneğin izini taşımaktadır. Onun için Sümer örneğine muhteşem orijinal kaynak demenin doğru olduğunu savunuyorum. Hiçbir versiyon, türev orijinali kadar çekici ve etkileyici olamaz diyorum.  [A. Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı Ziggurat, Demokratik Modernite Sayı 18]

Tarihi insanların nasıl ürettiklerine, nasıl yaşadıklarına değil mitolojiye bakarak çözmeye kalkışan Öcalan, Ziggurat Tapınağı’ndaki figürlere bakıyor, devletin de sınıfların da dinden doğduğu, tapınaklarda inşa edildiği sonucuna varıyor. Sümer’de yaşayan insanların gerçek iktisadi-siyasi-toplumsal ilişkilerini daha somut biçimde ifade eden Sümer Devleti’nin yazılı yasalarına dahi bakma gereği duymuyor.

Dinsel inanç ve kültür biçimlerini gösteren kalıntılar ait oldukları tarihsel sürecin maddi toplumsal koşullarının aydınlatılması için yapılan araştırmalarda bilimsel-nesnel malzeme olarak kullanılabilir ve işe yarayabilirler. Ancak insanlar, evrimin bilinç kazandıkları aşamasından itibaren duyularıyla algıladıkları ancak çözemedikleri, korktukları, hayranlık duydukları, acı çektikleri doğa ve toplum olaylarını dinsel inanç ve kültür biçimine dönüştürmekle kalmayıp hayalleri ve idealleriyle gerçekleri birbirine katıp karıştırarak düşüncelerinde her şeyi baş aşağı ifade ettikleri için, tarihsel-materyalist yönetme sahip değilseniz din ve kültüre bakarak tarihi yorumlamaya kalktığınızda sizin düşünceleriniz de baş aşağı gelmekten kurtulamaz. Tarihin akışını zihniyetlerde aramaya, tapınaklardan çözmeye kalkışan Öcalan’ın içine düştüğü durum tam da budur ve çok saldırdığı Marksizm’in şu tespitine aynen uymaktadır:

Bu bireylerin zihinlerindeki tasarımlar, gerek onların doğa ile olan ilişkileri hakkındaki, gerek kendi aralarındaki ilişkileri hakkındaki, gerekse onların öz doğaları hakkındaki fikirleridir. Şurası besbellidir ki, bütün bu durumların hepsinde bu tasarımlar, onların ilişkilerinin, gerçek eylemelerinin, üretimlerinin, alışverişlerinin, siyasal ve toplumsal (organizasyonlarının) davranışlarının -gerçek ya da hayali- bilinçli ifadeleridirler. Bunun tersi bir varsayımı ileri sürmek, ancak maddi olarak koşullandırılmış gerçek bireylerin tini dışında daha başka bir tini, özel bir tini (Öcalan’ın özel tini “Zihniyet”tir-nba) varsaymakla mümkündür. Eğer bu bireylerin gerçek yaşam koşullarının bilinçli ifadesi hayal ürünü ise, eğer onlar tasarımlarında gerçeği baş aşağı ediyorlarsa, bu olay da gene onların sınırlı eylem biçimlerinin ve bundan doğan daracık toplumsal ilişkilerinin bir sonucudur.

…Ve eğer, her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri bize camera obscura’da imişçesine baş aşağı görünüyorsa, bu olay da tıpkı nesnelerin gözün ağ tabakası üzerindeki tersliğinin, onun doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir. [Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Sol yay. sf. 47-48]

Ziggurat’taki hiyerarşik figürün en altında yer alan, Sümer yasalarında da tanımlandığı gibi özel mülkiyet nesnesi oldukları tartışmasız olan köleler ve devlete doğru biçimlenen yapılar o tapınak daha inşa edilmeden önce vardı. Dolayısıyla devlet kurulmadan ve özel mülkiyet nesnesi olan kölelikten en az bin yıl önce başladığı kesin olarak kanıtlanan (Öcalan’ın küçük pazar ekonomisinin de tarihsel başlangıcını oluşturan) özel mülkiyet ekonomisinin tarihsel gelişimi açıklanmadan devlet ve sınıflar çözümlenemez.

Özel mülkiyet tarihe trampa ile girer ve aynı zamanda emeğin ilk özel mülk edinilme biçimidir. Emekçi (komünal toplum) kendi emeğinin ürününü (donmuş emeği) başkasına (diğer komünal topluma) satmak üzere kendi ihtiyacından-tüketiminden dışladığında emeği ile kendisi arasındaki doğal-özsel ilişkinin (insan için üretimin) yerini meta (satmak için üretim) ilişkisi alır. Bu yeni ilişki biçiminde kendi emeği üründe -satılmaya hazır- donmuş emek olarak özel mülke dönüşür. Trampa gerçekleştiğinde, donmuş emeği üzerindeki mülkiyet hakkından feragat ederek başkasının emeğini donmuş olarak mülk edinir: “… bu mülkiyet, ayrıca modern iktisatçıların tanımlamasına mükemmelen uymaktadır, bu tanımlamaya göre mülkiyet, başkasının işgücünden serbestçe yararlanma yetkisidir….” [K. Marx- F. Engels, age sf. 63] Trampa aynı zamanda insanlar arasındaki doğal ilişkinin ekonomi ve hukuk biçimine dönüşerek kapitalizm çağında tarihsel doruğuna ulaşacak olan yabancılaşmanın da başlangıcıdır.

“Başkasının işgücünden serbestçe yararlanma yetkisi”, başkasının canlı emek gücüne el koymanın tarihsel yolunu açan özel mülkiyet yetkisidir. Bu yolun başında insan emeği artı-ürün ürettikçe, nüfus artıp ihtiyaçlar çoğaldıkça, önce aşiretler arasında başlayan trampa, komünal toplum içinde görev ve iş bölümü olarak gensler arasında kullanma-zilyetliği biçiminde paylaşılan (ancak ürünlerin tüm topluluk içinde bölüşüldüğü) topraklardan elde edilen artı ürünlere de sıçrar. İnsan için komünal üretim tarzı, ticaret ve özel mülkiyet için üretime dönüşürken, zilyet olarak kullanılan topraklar genslerin özel mülküne dönüşür.

Kendi yaşam araçlarını yeniden üretmeyi başararak insanal öz kazanmakta olan insan bilincinin, en küçük adımın binlerce yıl sürdüğü evrimin bu aşamasının ilkel sınırlı koşullarında her adımın toplumu nereye doğru götürmekte olduğunu kavramaktan, tarih bilincinden yoksun olarak üretimin (maddi altyapının) peşinden sürüklenmekte olduğunun, bu aşamada gerçeği baş aşağı edebilen hayaller, düşünce ve tasarımlar üretebildiğinin altını bir kez daha çizelim -ki Öcalan’ın ve diğer Marksizm karşıtlarının çarpıtarak hedefe koydukları- “maddi altyapının üstyapıyı nihai olarak belirlemesi” yasasının tarihsel kökeninin anlaşılması açısından önemlidir. Öcalan’ın tarihin belirleyici unsuru olduğunu iddia ettiği “Zihniyet” de, bu bilincin biçimleri olarak tezahür eden siyaset, din, kültür, ahlak, gelenek gibi unsurlarla birlikte üstyapıda biçimlenmekte ve dolayısıyla tarihi belirlemesi bir yana tarihsel koşulların gerisinden gelerek -zamanla katılaşıp tarihsel ilerlemeye direnç göstererek- değişime uğramaktadır. Öcalan’ın bir yandan bilim karşıtı öte yandan üretici güçlerin büyük burjuvazinin elinde -bilim ve teknolojiyi de tekeline alarak- devasa boyutlara ulaşan gelişmesi karşısında ürküp “halkçı”-küçük burjuva pazar ekonomisinde direten zihniyeti de tarihin zorunlu akışına direnen geri bir zihniyettir.

Üretimin ve ihtiyaçların artması, trampa için üretim tarzı daha fazla emek-gücü gerektirir ve sonuçta eskiden savaşta galip gelen kabilenin üyesi olma hakkı dahi tanınabilen savaş esirleri, emek güçlerine el koymak için özel mülkiyet nesnesine dönüştürülürler. Devlete doğru gidilen süreçte köle emeğine dayanan üretim dönemi başlar ve sadece savaş esirlerinin köleleştirilmesiyle sınırlı kalmaz. Meta-para-meta ilişkileri ve toprak üzerinde gelişen mülkiyet biçimi, borç ilişkisini, faizi, ticareti, tefeciliği geliştirir ve giderek özgür bireyler de ödeyemedikleri borçlarının karşılığı olarak köleleştirilir. Komünal “zihniyet” köleci özel mülkiyetçi “zihniyet”e böyle dönüşür.

Ticaretin, meta-para ilişkilerinin, özel mülkiyetin şu veya bu ölçüde geliştiği Kalinga, Ashanti, Ifugao, Cheyenne, Nuer, Tallensi, Shilluk, Lango, Bantu, Barotse, Shilluk, Polynesia gibi komünal toplumdan devlete geçiş sürecini yaşamakta olan kabile toplumlarında yapılan -Öcalan’ın hiç hoşlanmadığı- nesnel-bilimsel incelemeleri ve tespitleri veri aldığımızda, Engels’in ifade ettiği şu evrensel gerçekliği görürüz: “Yeni uygar toplumu, sınıflı toplumu başlatan şeyler -açgözlülük, zevk düşkünlüğü, cimrilik, ortak mülkiyetin bencil yağması- gibi en aşağılık çıkarlardır; eski sınıfsız toplumu kemiren ve yıkılmasını sağlayan şeyler -hırsızlık, zor, kalleşlik, ihanet gibi- en utandırıcı araçlardır.”

Öcalan ise özel mülkiyet sisteminin özü ile özdeşleşmiş bu gerçekliği; “Sayıları hiçbir zaman toplumun yüzde bir veya ikisini geçmeyen”, “artık-ürün potansiyeli geliştikçe yarıklara yerleşen fırsatçı kişilerin”,  “marjinal tefeci ihtikâr gruplarının” “toplumsal artıkları asalakça kemirerek sistematikleşen eylemliliği” olarak özel mülkiyet sistemine dışsal, istisnai, bazı ahlaksız insanların kötülüğünden ibaret bir şeymiş gibi ifade eder ve bu grupların “resmi toplum güçleri” tarafından “bastırılması”ndan (yani hem dışladığı hem de bütünleşmeyi savunduğu devletten) medet umar.[A. Öcalan, Kapitalizmin Döl Yatağı Ziggurat, Demokratik Modernite Sayı 18]

Ticaretin içinden gelen Engels’in şu tespiti Öcalan’nın fantezilerine vurulan tokat gibidir: “Ticaret, yasallaştırılmış dolandırıcılıktır.” [F. Engels, Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi, K. Marks’ın 1844 El Yazmaları’nın ekinde, Sol yay.]

Ticaretle birlikte başlayan uyuşmazlıklar, çıkar kavgaları, yeni düzeni ve kuralları ihlal eden eylemler giderek artar. Örf ve âdet biçiminde gelişen ilk özel hukuk, yargılama faaliyeti, kendiliğinden ve zorunlu olarak, ancak özel mülkleri en çok olan genslerin öncülüğünde ve onların elinde siyasal-hukuksal bir aygıt olarak biçimlenir. Soylulaşmakta olan bu gensler, komünal toplumun ortak silahlı halk örgütlenmesini de parçalayarak oluşturdukları kendi özel silahlı birliklerinin yaptırım gücüyle aynı zamanda yürütme erkine dönüşürken, kendi ekonomik çıkarlarının kurallarını (yasama) dayatır. Öcalan’ın uydurduğu gibi “kabile başının türetmesi” olarak değil.

Özel iktisadi-siyasi güçlere dönüşmüş genslerin elinde belirmekte olan üç siyasal erk, bir çatı altında merkezileşerek tüm topluma hükmetmek, köleleri zapturapt altına almak üzere belli somut yetkilerle donatılmış bireyler seçilerek (siyasal demokrasinin ilk biçimi) kurumsallaştırılır.

Bu kurumlarda görev alacak kişilerin (temsilcilerin) ve yetkilerinin belirlenmesi çatışmalı bir sorundur. Yetki/iktidar kavgaları kimi zaman (ara sınıfların da katıldığı) isyanlara dönüşürken gel-gitli süreçler içinde devletin doğum sancıları yaşanır.

Devlet, doğası gereği mülkiyete saldırarak var olan özel mülkiyet sisteminin tüm çıkar çatışmacı karakteristik özelliklerini bünyesinde yeniden üretip merkezileştiren, iktisadi altyapının belirlediği siyasal bir üstyapı olarak biçimlenmektedir. Bu aşama, bazı idealist kafaların sınıflar üstü algı yaratan “devlet aklı” dedikleri, aslında özel mülkiyet aklından başka bir şey olmayan, iktisadi-siyasi güç odaklarının birleşik merkezileşmiş ortak çıkar politikasının somut tarihsel-sınıfsal oluşum aşamasıdır.

Özel mülkiyetin karşıtını -mülksüzleştirmeyi- üreterek var olmasındaki çelişkili özdeşlik, siyasi üstyapıya demokrasi ve diktatörlüğün çelişkili özdeşliği olarak çıplak bir biçimde yansır. Bu özdeşliği perdeleyecek siyasal ve kültürel toplumsal katmanlar bu aşamada henüz oluşmamıştır. Toprak ve köle sahiplerinden oluşan egemen sınıfın bir eli köleleri zincire vururken diğer eli ekonomik altyapıdaki ortak çıkarları sistemleştirmek ve yönetmekle meşguldür.

Devlet tamamlandığında iki el de aynı yönetim yapısı içinde ve birbirinin varlık nedeni olarak özdeşleşir. Yurttaşlara/mülk sahiplerine demokrasi, kölelere/üretenlere diktatörlük.

Sümerler dahil tarihteki ilk devletlerin yazılı yasalarında özel mülkleri ve silahlı güçleri oranında devlet kurumlarında temsil edilen ayrıcalıklı sınıflar, emek güçleri için bedenlerine el koyulup köleleştirilerek metaya ve meta üretim aracına dönüştürülmüş insanlar, erkeğin elinde alım-satım nesnesi olan kadınlar ve çocuklar, servetleri gittikçe azalarak ara sınıfa dönüşen plebler, özel mülkiyet ekseninde oluşan bu iktisadi altyapıyı onaylayıp kurallara bağlayan demokratik meclisler, senatolar, konsüller, preatorlar, mahkemeler tarihsel materyalizm bilimini rehber edinenlere çok şey anlatır ama Öcalan’a hiçbir şey. O devleti “muhteşem orijinal kaynak” dediği tapınakta ve dinde aramakla meşguldür.

Devrimci Proletarya