Çok tartışılan bir konudur ‘hayatın anlamı’… Herkes kendince verir bu felsefi sorunun yanıtını Yaşadıklarının ortaya çıkardığı sonuçlar olarak, bilgi ve bilincinin izin verdiği ölçüde, amaç ve hedeflerinin sınırları çerçevesinde şekillenir bu tanım.
Yaşamı anlamlı kılan şeylerin belki de en başında geleni, kendi kararlarımız doğrultusunda yaptığımız seçimler ve tabii onların sonuçlarını göğüsleyebilmekte gösterdiğimiz kafa açıklığı ve irade gücüdür. Bunun yaratacağı ruhsal ve bilinçsel özgürlüğü hiç kimse sizden alamaz!
İnsanın kendi yolunu belirlemesi, koşulların bütün elverişsizliğine rağmen hedeflerinin ardından gitmesi, ufkunu gündelik olanla, basit ve kolay ulaşılabilir olanla sınırlamaması ne büyük bir meziyettir. Hayata boyun eğme değil hayatı değiştirmenin peşinde olanların yoludur bu yol; Lale’nin yolu…
Bu sistemle ölümüne kavgalı, baş eğdiremedikleri bütün kadın yoldaşlar gibiydi, ne fazla ne eksik… Sadece biraz daha gençti, tez büyümüş, erken devrimcileşmişti. Çok çabuk buluşmuştu devrim ve komünizm ideali ve örgütüyle.
15’inde bir afişleme eyleminden dönerken polis çevirir yollarını, çatışma çıkar. Sol koluna gelen bir kurşun bütün sinirleri parçalar. Polislerin, el kadar ‘çocuğun’ militan duruşuna duydukları öfke yüzünden, zamanında müdahale edilmez o kola, Lale bir onur nişanı gibi ölümüne kadar taşımıştı ‘söz dinleyen’ o sol elini: “Kurşun yaralarıyla delik deşik olmuş kolunun altından usulca sallanan sakat eli, Lale’nin en güçlü yanıydı. Hayata meydan okuyuşunun göstergesiydi. Yüreği ve bilinciydi; pes etmemenin simgesiydi, netlikti belirsizlikler içinde…”
Yıllar içinde eğitmişti sol kolunu, doğuştan engelliymişcesine doğallaştırıp güçlendirmişti onu hızla büyümesini istediği evladı gibi. Yardım tekliflerine kızar, diş geçirebildiklerine efelenirdi bu yüzden. Sonra gelsin cezaevi günleri…
Bayrampaşa, dışarısı; Eskişehir, dışarısı, Ümraniye, Kartal, Bayrampaşa… Duvarların ardında tutsaklık günleri, duvarlara sıkışıp kalmayan, hücrelere hapsedilemeyen militan komünist coşku ve gelecek bilinci…
Lale, ‘96 Süresiz Açlık Grevi-Ölüm Orucu Direnişi’ne destek eylemlerinden birinde gözaltına alınır. Gözaltı süresi boyunca ağır işkencelerden geçer. Ama işkenceci katillere istedikleri hiçbir bilgiyi vermez.
“Askı noktasında beni sınadıklarını biliyorum. Kolum üzerinde çok duruyorlar. Benim zayıf noktam olabileceğini düşünüyor olmalılar. Oysa şubede hiçbir zaman ‘askıya alınmam’ rahatlığını duymadım. Tersine bunu kullanacaklarını bildiğim için hep hazırlıklıydım. Hem askıya alınmadan da ağır işkencelerden geçebilirdim. Asıl mesele, devrim ve sosyalizm yüce idealiyle yürüdüğümüz bu yolda düşmanla karşı karşıya kaldığımız bu psikolojik savaş alanında da bayrağı yere düşürmemekti. Ben bunu yapacaktım.
O ana kadar duymadığım bir ses gelip omuzlarımdan aşağıya bastırıyor: ‘Sapasağlam bu, hem kırılırsa Baltalimanı’na götürür baktırırız, asalım…’ diyor. Yukarıya çıkarıyorlar, bir kez düz askıya alınıyorum. Hiçbir tepki vermiyorum. Askıya alınmayı hep istiyorum ama zevkine varamadan birilerinin ‘ne yapıyorsunuz kırılacak’ sözlerinden sonra indiriliyorum.
Bu kez ‘saçlarından asalım’ diyorlar. Saçlarımı tepeden toplayıp bir bezle birlikte düğümlüyorlar. Havaya kaldırıyorlar. Saçlarımın vücudumu taşıyacağını düşünmüyorum ama ayaklarım yerden kesildi. Saçlarım derimle birlikte kopuyordu sanki. Bazen uzun bazen kısa olmak üzere defalarca indirip kaldırıyorlar. Bu arada düğümü sağlamlaştırmayı da unutmuyorlar.
İndirip yere yatırıyorlar, ayaklarımı havaya kaldırıp patlayana kadar falakaya çekiyorlar. Tüm güçleriyle vurduklarından vücudum geriye kayıyor. ‘Ne o konuşacak mısın…’ diyorlar. Tüm bacaklarım uyuşuk, var gücümle vücudumu ileriye doğru itip ‘devam edin’ diyorum. Sonra bırakıyorlar. Ayaklarımı ıslattıktan sonra tekrar devam ediyorlar.”
Basitti ona göre bu durumun ve direnme bilincinin yanıtı: “Ne küçük burjuva gurur ne de kör bir inat. İnanç ve ideallerimi koruma uğruna alabildiğine inat, alabildiğine gurur.”
‘yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde
adı bile çıkmamış dudaklarından
doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde…‘
Bütün zorlu ve gerilimli süreçlerden açık ve ikirciksiz bilinci, kendini yenileyip geliştirmeye karşı doyumsuz tutkusu sayesinde geçti Lale. Ne başka bir dünya vardı kafasının bir yerinde ne de ‘sakin ve huzurlu’ günler özlemi… Onun ihtiyaç duyduğu, geleneğin şimdiki zamanı kuşatan taştan sınırını aşmak, özgürce seçilen bir amaç doğrultusunda sınırsız bir geleceğe yürümekti.
Gerek ömrünün uzun yıllarını geçirdiği ‘içerde’, gerek fasılalar halinde ziyaret ettiği ‘dışarda’ ulaşabildiği herkesi bu kavgaya örgütleme çabası onu karakterize eden yanların en başta geleniydi. Bu anlamda o sadece bizim yoldaşımız değildi, herkesin yoldaşıydı.
Giriverirdi dünyanıza davetsiz, her insanı ayrı ayrı yaşayabilesin diye zorluklarında, dertlerine deva olabilmek için kafa patlatırdı, yüzeysel bir dinleyici değil sorun çözücüydü. Uzun süredir onu beklemişsiniz gibi hissederdiniz. Herkeste temas edilebilecek bir nokta, yakalanabilecek bir ilmek olduğunu bilirdi. Herkesin içinde, hayatında olur, onların yoldaşına dönüşürdü.
“Bu insanlar için mi mücadele ediyorsunuz?!.”, “Bu insanlar için mi ölüyorsunuz?!.”, “Bunlar mı devrim yapacak!!!” diyen her türden düzen içi itiraza, sinirlendiğini belli etmemeye çalışarak sabırla yanıt verirdi. İnsanın her şeyin üstünde zihin ve bilinç olduğunu, doğanın değil, tarihin ürünü olduğunu özellikle de kendi yaşamından çok iyi biliyordu çünkü. “Tamamen bu insanlar başaracak. Bir gün kanatlanacaklar, dağlar kalkıp doğrulacak…”
Çalışkanlığı, işten gocunmaması, gözü kapalı girilen meydan okumaların gediklilerinden biri oluşu, elinden gelen neyse sakınmasız ortaya koyuşu onu herkesin yoldaşı yapardı. Herkes gibi olmaz ama onları bulundukları yerden bir adım öne çekebilmek için, ruhundaki mücadele ateşini taşırdı en ücra köşelere, en kayıtsız görünen bireylere…
Gülümsemesi kadar kaşlarını çatıp hesap soruşu da aynı dostça kabulle karşılanırdı. Tercihlerinde, kararlarında, tutumunda samimi ve yürekten gelen bir inanmışlıkla davrandığını bilirdi herkes. Bazen görmüş geçirmiş bir bilge, bazen daha dünkü çocuktu.
Ölüm Orucu’nun ilerleyen günlerinde elinden kitap, kalem kağıt düşmemişti. Durmadan mektuplar yazar, hayallerini, özlemlerini anlatır; her hücreye selam gönderir, uçarı bir yelkenliyle hiç bilmediği sulara açılırdı. Zamanının az kalmış olabileceğini düşünenlerin sabırlı telaşı vardı onda.
Öncekilere hiç girmiyorum, 19 Aralık cezaevleri saldırısı sırasında gözlerinden öfke, bedeninden sabırsızlık, bilincinden militanlık fışkırırken hep en öndeydi. Barikatta, nöbette, sağlıkçıların yanında, durgunlaşanların omuz başında… Ondaki coşku da, direniş azmi de bulaşıcıydı.
Gazdan göz gözü görmezken ayağa fırlayıp “İstanbul” şiirini belki de en güzel, en duygulu, en inanmış okuyan, aynı kavgadakilere coşku ve cesaret alevleri saçan Lale’ydi. Çın çın öten sesiyle koğuşun havalandırmasındaydı sanki.
İşte bu yüzden kimse unutamaz Lale’yi, geleceğin çizgilerini taşıyanlardan birini. Herkes kendince sever bu gencecik ama ‘doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde’ olan kadını. LALE adını her duyduklarında, Vedat Türkali’nin İstanbul şiiri, çok sevdiği sarı güller, mezarının başında çalınmasını istediği Rodrigo’nun Gitar Konçertosu gelir. Ve şu dizeler dökülür yoldaşlarının dudaklarından:
“Seni ‘BİZ’den ne bu kapı, ne bu duvar ayıracak, ne bu kara kara gelen ölüm!”