NANA



Cehennemden her kaçışta bir cennet ihtimali vardı, cennete ulaşamasa da.


Yıldız Mün

On yıl boyunca çalışıp biriktirdiği servetini ceketinin iç cebinden sarkıttığı kesesine rulo yapmıştı. Kendince garantiye almıştı onu bu ülkeden kurtaracak olan parayı. İnsan kaçakçısı Yanni’ye vermişti paranın büyük kısmını. Yanni yarım yamalak İngilizcesiyle “her şeyi hallettim ben. Sen sadece bana ödeme yapacaksın” demiş olsa da yol boyunca şoföre ve hiç tanımadığı iki adama para ödemek zorunda kalmıştı. Eski bir Reno marka arabanın bagajında varacaktı Türkiye’ye. Uzun savaş gecelerinde hastalanmış en az altı kilo kaybetmişti. Bunun için seviniyordu neredeyse. Çünkü bu bagaja çocuk kadar cüssesiyle ancak sığardı.

Ağustosun en sıcak günleriydi. Gece yolculuğu yapacaklardı. Gecenin daha da serin olacağını düşünüp avunuyordu. Suriye sınırında bir benzinlikte buluşacaklardı. Göçmen oldukları belli olan en az otuz kişiyle günlerdir onları almaya gelen tırı ve arabayı bekliyorlardı.

Yanına hiçbir eşya almamasını tembih etmişlerdi. Öyle de yapmıştı. Gece olmuş sözleştikleri saat yaklaştıkça kıpırdanmalar, fısıldaşmalar artmıştı. Aralarında üç de kadın vardı. Birinde marka bir spor ayakkabısı vardı. O sıcakta gözlerinin dahi zor göründüğü geleneksel giysisiyle Afganlı olduğuna hükmetmişti. Diğeri spor kıyafetlerinin üstüne bağladığı başörtüsü ve gözlerinin güzelliğiyle kendini belli eden kimseye aldırmadan belli zamanlarda sırt çantasından çıkardığı makyaj çantasındaki küçük aynaya bakarak makyaj yapan bir İranlıydı. Diğeri cılız bedeni ve siyah bitişik karakaşlarından anlaşılabileceği üzere Gürcüstan’dan bir Kürt kızıydı.

Yanında oturan bir de siyah adam vardı. Ne işi vardı burada, yanlışlıkla mı karışmıştı aralarına, nereye giderdi, derdi neydi?

Her insanın öyküsünün kendi öykümüze benzediğini düşünme yanılgısıydı bizi merak etmekten alıkoyan. Bir sığınağa toplanmış onca erkeğin birbirine benziyormuş gibi görünen anatomileri onların aynı öykünün kahramanlarına benzediği anlamına gelmiyordu elbet.

Ama en çok şu siyah adam dokunmuştu içine. Sürünün içinde kara koyun gibi duruyordu.

Gece saat iki olmuş hala gelen giden yoktu. Duvara başını yaslayıp ayakta uyumaya çalışanlar vardı. Acıkmıştı. Günlerdir boğazından kuru ekmekten başka bir şey geçmemişti. Parayla bir şey almak istese bile alacak yer yoktu. Savaşın en yoğun olduğu bölgeden üstü çadırlı inşaat kamyonuyla geçmişler dünya kadar çimento tozu yutmuşlardı. Özellikle kadınların siyah giysileri boz bulanıktı.

İçeri iki adam girdi. Kürtçe konuşuyordu, tırla gidecek olanları tek tek adlarıyla çağırdı. Tır herkesi bindirdikten sonra hiç beklemeden hareket etti. Tır hareket etmeden önce çıkıp tıra baktı. Tırın orta yerine bir soba çapında delik açmışlardı. Muhtemelen onca kalabalığın nefes alması için açılmış havalandırma deliğiydi.

Az sonra geride kalanlar için başka bir araba geldi. Kaptan elindeki listeden isimleri okuyarak “sen şöyle otur, sen arkaya geç” diye talimatlar verdi. En sona o ve siyah adam kalmıştı. “Siz de bagaja hadi çabuk olun” diye eliyle çabuk çabuk işareti yapıyordu.”Ben bagaja girmem,” dedi yarım yamalak Türkçesiyle.

Girmezsen burda kalırsın, sizi mi çekecem bee” deyip bagajı örttü direksiyonun başına geçecekti ki arkasından seslendi “tamam abi tamam da, bu zenciyi sokma bari”. “Yer yok kardeşim, VIP mi burası Allah Allah?

Mecburen girmişlerdi bagaja. Burun buruna bir batında iki cenin gibi sıkışık yatmışlardı. Az sonra arabanın motoru çalışmaya başladığında, bagaj ısınmış, durulmaz hale gelmişti. Nefesi daralmaya başlamış, kıpırdama şansları olmadığı için sinirleri de bozulmuştu. Bir süre sonra sabit yatmaktan kemikleri acımıştı.

Çat pat İngilizcesiyle adının Nana olduğunu Nijerya’dan ta buralara kadar geldiğini, insan tacirlerinin onu dolandırdığını ettiği küfürlerden anlamıştı. Başka da bir söz etmemişlerdi yol boyunca.

Sınır olduğunu tahmin ettiği bir yerde durmuşlardı. Kaç saat orda öylece -arabadan çıkmadan- bekletmişlerdi. Hepsinin yüreği ağzında “bu iş buraya kadar” umutsuzluğuna kapılacak denli umutlarını orda bırakmak üzereyken “geç” komutunu duymuşlardı. Bir askerin “geçemezsiniz” dediği yerde insan ticaretine ortak olan askerlerden biri müdahale etmiş “bırak geçsinler” demişti.

Sınırı geçmişlerdi. Seslerden, askerlerin komutlarından öyle anlaşılıyordu. Sınırı geçtiklerinde arabanın içinden sevinç nidaları yükselmiş, herkes diğerlerinin anlayıp anlamadığını umursamadan kendi dilinde bir şeyler söylemişti.

Yanında iki büklüm yatan siyah adama bütün samimiyetiyle “çok şükür” demiş ama adam o her zamanki suskunluğunu bozmadan yanıtsız bırakmıştı. Zaten sevinebilecek durumda da değildi. Bir insanın sevinmesi ya da mutlu olabilmesinin ön koşulları vardı. İhtiyaçlarını karşılamış olması gerekirdi ama bunca saatlik yolda bir türlü tuvalet molası vermemişlerdi. İnsanın olağanüstü koşullarda olağanüstü tepkiler verebilmesine şaşırdı. Fazlasıyla dayanmıştı. Biraz daha dişini sıkmak istese de artık sabrının sonuna gelmişti.

Annesinin karnını tekmeleyen bir bebek gibi fazla oynatamadığı ayaklarıyla bir kaç tekme savurup bekledi. Artık altına yapmak üzereydi. İdrarını tutmaktan gözlerinden yaşlar geliyor, kasıklarına sancılar giriyordu. Yeniden tekmeledi. Araba sert bir frenle durdu. Bagajın kapağı hışımla açıldı.

Hanginiz tekmeliyo lan yine n’oldu” diye bağırdı sahip. Siyah adamın üstünden atlayarak aşağı atladı.

İnsan taciri gecenin karanlığında yakasından yapıştı. Ayakları yerden kesilmişti.

Abi bırak gidiyor,”

Ne gidiyor lan?”

Bir süre nefesleri birbirine karışmış bir halde öylece durdular. Tacir yakasını bıraktığında yere düştü hızla karanlık yolun kenarına geçti, işeme sesi duyuluyordu. Arabanın içindekiler hatta siyah adam bile çıkmış, herkes ihtiyacını gideriyordu. Yanlarından bir kamyon geçti. Tacir gür sesiyle “Hadi sallanmayın yeter,” diye seslendi. Herkes yeniden eski pozisyonunu almıştı.

Ne kadar yol katetmişlerdi? Neredeydiler? Gerçekten İstanbul’a mı gidiyorlardı? Ne zaman varacaklardı?

Elini başının altına koymuş güzel şeyler düşünmek istiyor ama bir türlü güzel bir gelecek tablosu gelmiyordu aklına. Ardında bıraktığı iki kardeşinin katledilmesiyle başlamıştı macerası. Kardeşleri ve kendisi direnişçiydi. Tüm dünyanın gözleri önünde boğazlarını keserek katletmişti IŞİD çeteleri tarafından. Şehir her gün istila ediliyor, bir cihatçıların eline geçiyor, bir direnişçilerin. Şehir barbarların elindeydi, yüzlerce sivilin üstüne ateş açılmış, çoluk çocuk yaşlı genç öldürülmüştü. Hastaneler çalışmaz hale gelmişti. Kimsenin can güvenliği yoktu. Yakınları olanlar şehri boşaltmışlar başka şehirlere başka ülkelere göç etmişlerdi. Onun da Türkiye’de sadece dayısı vardı. Başka kimseyi tanımıyordu. Avrupa’ya gitmesi için daha çok parası olması gerekiyordu. Ailesi vardı ardında bıraktığı, karısı ve iki kızını kendisi yerleştikten sonra yanına alabilecekti.

Yirmi beş saat olmuştu bagajda hapsolalı. Her yanı çürümüştü. Kendi kıpır kıpır yerinde durmazlığının yanında bir heykeli andıran siyahın iradesine hayranlıkla baktı. Ama soluk alış verişini bile duyamıyordu. Hem karanlıktan hem gece kadar siyah adamın teninden dolayı hiçbir şey seçemedi. Siyah adam gülebilseydi eğer bembeyaz dişlerini görmek olası olabilirdi belki. Keşke gülseydi bir kez değiştirebilirdi bu karanlık tabut gibi bagaj. Kendisini bir insana bu kadar yakın durumdayken, hiç bu kadar yalnız hissetmemişti. Bir de para karşılığı birlikte olduğu o fahişeyle de bu kadar boşluk ve yalnızlık hissetmişti. Anlamsız kendi kendine oynadığı bir senaryoya başkalarını neden dahil eder ki insan? Umut işte! Aynı yazgıyı paylaşanlarla bile yalnızlığı gitmiyor insanın. Bak şu kara deriliye, hiç şikayet etmeden, hiçbir söz etmeden kaderine razı gelmiş, varla yok arası sessizliğiyle nasıl da bebekler gibi uyuyordu.

İnsan gerçekten yalnız kaldığında, kimsesiz kaldığında yalnızlığın pençesine düşmüyor. Yanında sandıklarının boşluğu da insanı en büyük yalnızlığa sürüklüyor. Tıpkı şu siyah adamın ilerlemeyen zaman gibi zamanı daha da ağırlaştırmasına şaşmıştı. Kokmuş bir ayakkabı gibi burnunun dibinde varoluşunu sezdirmeden sürdürüyordu. Önüne geçemediği bir merakla parmağının ucuyla dokundu. Ses çıkmadı. Yeniden dürttü. Yine bir tepki gelmedi. “Uyuyor demek ki” diye düşündü. Ağrıyan kolunu başının altından çekmeye çalıştı ama tutulmuştu. Üşüdüğünü hissetti. Demek ki dağlık bir bölgedeydiler. Hiçbir ışığı sızdırmayan bu tabuttan çıkmak için nelerini vermezdi ki. Verilecek beş kuruş parası kalmamıştı oysa. Tek düşündüğü sağ salim bu tabut gibi bagajdan çıkmaktı.

Araba birden durdu. Kendine doğru ayak seslerini iyiye yoramayacağını anladı. Kalbi gümbür gümbür atıyordu. Ters giden bir şey vardı. Ayaklarına kadar inen bu titreme neden olsundu ki? Gözlerini sımsıkı kapattı. “Allahım yardım et n’olur” dedi bagajın içinde dolaşan sesini yadırgayarak sustu. Siyah adamdan hiçbir tepki gelmedi.

Bagaj kapağı açılmıştı; gözleri gün ışığıyla kamaşmış, “Çıkın dışarı,” diye bir gestapo subayı gibi haykırıyordu Sahip. Bagajdan çıkması için siyah adamın çıkması gerekiyordu. Eliyle iteledi hafifçe. “Hey hemşerim, kalk hadi.” Yanıt gelmedi. “Ne uyurmuşsun kardeşim ha!..”

Bu kez sahip iteledi. Ama bana mısın demedi siyah adam

Ölmüş lan bu zenci” diyerek sunturlu bir küfür savurdu.

Ne demek ölmüş onca yolu bir ölüyle mi geldim ben,” diye haykırdı.

Sen mi öldürdün yoksa! Allah belanızı versin! Başımı belaya sokacaksınız”. Bu arada diğerleri arabadan inmişler, meraklı gözlerle Nana’ya bakıyorlar, kadınlar başörtülerinin ucuyla gözyaşlarını siliyordu.

Sahip şoföre “Tut şunun ayaklarından” dedi. On şaşkın ve meraklı gözün bakışları altında sıska gibi görünen ama çelik gibi sert kaslı cesedi ormana kadar taşımayı başardılar. Yere yatırdıkları siyah adamın ceplerini karıştırdıklarını gördü en son.

Her zamanki suskunluğun rengi değişmiş daha koyu bir renk almıştı. Boğazında bir yumruk tıkanıp kalmıştı.

Bagajda siyah adamın durumuna bürünmüş öncekine kıyasla daha rahattı şimdi. Kısa bir an için sevindiğini farketti. Sanki “iyi ki ölmüş” diyecekti. Sonra nereden nasıl geldiğini bilmediği bir ağlama tutturmuştu. Siyah adamın ölmesine değil daha çok bir hayvan ölüsü gibi bir kenara atılmasına ağlıyordu. Gençti daha ve kimbilir hangi umutlarla düşmüştü yola. Öleceğini bilseydi çıkar mıydı yola acaba? Çıkardı. “Ben olsam çıkardım,” diye düşündü. Cehennemden her kaçışta bir cennet ihtimali vardı, cennete ulaşamasa da.

Herkesin verdiği para kadar onun parasının da hükmü vardı. Hiç olmazsa o para kadar değer verilseydi. Çoluğu çocuğu haber beklerdi mutlaka. Annesi ne çok ağlardı duyunca. Anne deyince ağlamasını kesmiş kendi annesi gelmişti aklına. “Söz ver” demişti “hiç kimsenin kılına dokunmayacağına, söz ver yoksa bir anlamı yok bu savaştan kaçmanın oğlum” demişti. “Söz” demişti, “söz!”

Annesi biliyordu. Kent meydanındaki o boş apartmanın en üst katında caddeye bakan duvarı delip bir makinalıyla sabaha kadar cihatçı çetelerin üstüne cephane boşalttığını. Ve oğlunun ne kadar iyi bir nişancı olduğunu. Makinalı tüfeğiyle ölüm saçarken sabahın seherinde annesini o duvarları mermilerden delik deşik olmuş onu koruyan duvara yaslanmış gördüğünde küçük dilini yutacaktı. Az önceki keskin nişancı gitmiş ana kuzusu bir evlat vardı annesinin karşısında. Isınmış makinalı tüfeğini susturmuştu annesinin bakışları altında. Annesi sonra eklemişti. “Git buradan. Mümkün olduğu kadar uzaklara git. Yaşaman için bu şart.

Araba birden durdu. Bagaj yine açıldı. “Hadi hemşerim,” dedi “buraya kadar yol. Bundan sonrası kolay zaten,

Bagajdan fırladı. Birden sahibin gırtlağına yapıştı. “Bana kolay deme kardeşim. Biz kolaydan anlamayız.” Ön koltuğa geçti oturdu. Şoföre yan gözle bakıp “Sür bakalım,” dedi

İstanbul Beyoğlu’na geleli altı ay olmuş az da olsa Türkçeyi öğrenmişti. Eskici dükkanı olan dayısının dükkanında ikinci el eşyalar alıp satıyordu. Kamyona taşımaya çalıştığı büyük buzdolabının altında iki büklüm olmuş, omuzlarından bağladığı ip etini acıtmıştı. İlk kaldırıp sırtına yüklediği zaman zorlanmaktan bacakları titremişti.

Dayısı her zamanki şakacılığıyla “Lan Hüseyin,” dedi. “Sen onca yolu hamallık etmek için mi geldin? Sizin memlekette hamallık yok muydu yeğenim?

Beyoğlu’nda karın tokluğuna kendi gibi hamallık yapan siyahları her gördüğünde hep yol arkadaşı siyah adam gelirdi aklına. Yolun kenarına atılan bedeninden artık bir eser kalmadığını düşünüp her şeyi kılıfına uydurmayı bilen “insan tacirleri ordusu” geldi aklına. Ne zaman siyahi adamları görse Nana’yı anımsardı. Sanki kendi öldürmüş gibi suçluluk duyardı. “Benim Nana’mı tanıyor musunuz?” diye sormak ister, her karşılaştığı siyah adamı “Nana” sanarak bakakalır, aynı kaderi paylaşanları birleştiren düşüncesiyle “ben de sizdenim” derdi gülümseyerek.