“Yanmakta Olan Oduna Bir Demir Aletle Dokunmak”



Onunla arkadaşlığımız ve yoldaşlığımız devrimci mücadelenin yeniden yükseldiği 70’li yılların ikinci yarısında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde başladı. Mezun olduktan sonra 12 Eylül askeri faşist darbesine karşı avukatlığı mücadeleye araç kılarak omuz omuza yürüdük


Av. Kazım Bayraktar

Hüsnü’yü de (Öndül) ölümsüzlüğe uğurladık.

Onunla arkadaşlığımız ve yoldaşlığımız devrimci mücadelenin yeniden yükseldiği 70’li yılların ikinci yarısında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde kurulan Huk-Der ve üniversite gençliğinin Ankara kapsamında örgütü olan ADYÖD’ün faşizme karşı mücadelesine kadar uzanır. Mezun oluncaya kadar öğrenci gençliğin militan mücadelesinde yer aldı Hüsnü.

Mezun olduktan sonra 12 Eylül askeri faşist darbesine karşı avukatlığı mücadeleye araç kılarak omuz omuza yürüdük. Bizden önce avukatlığa başlayan arkadaşımız Aykut (Başçıl) ile birlikte Kızılay Sümer Sokak’ta apartmandan bozma bir iş hanının bir odasını kiraladık.

Ankara Hukuk’ta mücadele içinde yoldaşlaştığımız Ahmet’in de (Çağlar) birkaç ay sonra katılımıyla dört avukat yaklaşık bir yıl tek odalı büroyu kullanarak başladık 12 Eylül yargısı ile hesaplaşmaya. Darbeden bir yıl sonra Tuğrul (Çakın) abinin önerisi ve katılımıyla aynı sokakta Makine Mühendisleri Odasına ait, darbe yılları boyunca mücadele merkezimiz olacak bir apartman dairesine taşındık. 

Askeri faşist sıkıyönetim mahkemeleri, faşist “rehabilitasyon” merkezlerine dönüştürülmüş hapishaneler önde gelen mücadele alanımızdı. Bu karanlığın içinde, işkencelerden geçirilerek hapsedilmiş insanlara yanlarında olduğumuzu hissettirmek, dış dünya ile bağlantılarını sağlamak, yaşadıklarına tanıklık etmek, kayıtlara geçmesini sağlamak, tarihsel mücadele ile kazanılmış hukuksal yol ve yöntemleri yıkılmış Anayasal düzenin yıkıntıları arasında ısrarla savunmak faşizme karşı mücadelenin o yıllarda oldukça önemli bir parçasıydı. 

1981 ortalarına kadar avukatlık “mesaimiz” İstanbul 1. Ordu Komutanlığı’na bağlı Selimiye kışlasında, 4. Kolordu Komutanlığı’na bağlı Ankara Mamak’ta, Ege Ordu Komutanlığı’na bağlı İzmir’de kurulan sıkıyönetim askeri mahkemelerinde ve Metris, Bayrampaşa, Mamak askeri hapishanelerinde geçiyordu. Kürdistan’da neler olup bittiğini dolaylı duyumlar dışında bilmiyorduk. Diyarbakır’daki avukatlara yönelik yoğun baskı ve tehditler, bazılarının polis tarafından aranır duruma düşürülmesi gibi nedenlerle davayı takip edecek avukat bulmakta zorluk yaşanmıştı. 1981 ortalarında PKK ana davasını takip etmemiz istendiğinde, hiç tereddüt etmeden kabul ettik. Kemal Pir, Mazlum Doğan, Rıza Altun, Mehmet Hayri Durmuş, Mustafa Karasu, Akif Yılmaz, Ali Çicek ile birlikte sonradan eklenenlerle yaklaşık 25 kişinin savunmasını üstlendik. 

Diyarbakır’a adımımızı attığımız andan itibaren polis takibi ile karşılaşınca 12 Eylül faşizminin Kürtlere yönelik “ayrıcalığı” ile fiilen tanışmış olduk. Vekaletlerini aldığımız isimler dava savcısının ve Diyarbakır polisinin dikkatini çekmişti. Batıda tanık olduğumuz baskı ve zulüm, Kürtler söz konusu olunca sınırsız bir vahşete dönüşüyordu. Bu davada en çok emek veren Hüsnü oldu. 

Demokratik Modernite dergisine yazdığım bir yazıda yer vermek için tanık olduğu önemli olayları yazmasını istedim. Hüsnü’nün “Ah Diyarbakır” diyerek başladığı yazısından birkaç paragraf:

1981 Temmuzu’nda ve sonrasında Diyarbakır Cezaevinde durum vahimdi. Artık bir dakika mı desem en fazla üç dakika mı desem, avukat-müvekkil görüşmelerinin süresi böyleydi. Biz Mamak’tan ve Metris’ten biliyoruz 12 Eylül zindanlarını. Ama Diyarbakır çok daha ağır koşulların yaşandığı bir yerdi. 5 No’lu cezaevi avukat görüş yerine giderken ‘Türkçe konuş, çok konuş’ levhası vardı.  Görüşme sırasında avukat olarak bizim arkamızda iki asker ve müvekkilin arkasında iki asker bizi dinliyordu. Ve daha birkaç cümle etmeden avukat bey süre tamam diyorlardı. Askeri mahkeme 7.Kolordu içindeydi. Askeri araçlarla getirilen tutuklular, bir keresinde tanık oldum, birbirine bağlı şekildeydiler ve araçtan inerken birbirleri üstüne düştüklerini gördüm. 

Açlık grevleri ve ölüm oruçları gündeme geldi 1981, 1982 ve 1984 yıllarında. Mustafa Karasu’nun babasıyla Diyarbakır’daydık. Babasına cezaevi idaresi tarafından, ‘oğlun öldü, cenazesi hastane morgunda , gel al’ demişler. O da morgda oğlunu aramış. Sonra da hastanede oğlunun yaşadığını öğrenmiş. Hüzün sevince dönüşmüştü. Diyarbakır’dan Ankara’ya otobüsle birlikte döndük.

Benim o karanlık dönemde unutamadığım annelerden birisi de Hatice Altun’dur. Çok sayar ve severdik birbirimizi. 5 yıl önce kaybettik. Cenaze töreninde sağ olsunlar ailesi benim de birkaç söz söylememi istedi. Ne diyeyim, işte bir vesile daha doğdu, ellerinden öperim Hatice ana…”

Hüsnü neşeli mizacı ve girişkenliğiyle ayrı bir moral motivasyon katıyordu.

PKK merkezi davasında önde gelen müvekkillerimiz Diyarbakır zindanında uygulanan vahşete ve gerçek anlamda insanlık suçlarına karşı mücadelede ölümsüzleştiler

1983 yılında, ‘68 kuşağının avukatlığını yapan İbrahim amca (Açan) da büromuza katıldı. Onun birikim ve deneyimleriyle yeni bir motivasyon kazandık. 1984 yılında TİKB ve DEV-SOL tutsakları faşist baskı ve zulmün tırmandığı, askeri kurallar ve tek tip giysi dayatıldığı sırada ölüm orucu ve açlık grevi eylemi başlattılar. Eylemin yurt içinde ve dışında duyurulması ve destek sağlanması için büro olarak elimizden geleni yaparken eyleme katılanların gerek kendi aralarında gerekse dışarı ile ilişkilerini sağlamak için Hüsnü ve Ahmet ile birlikte ayrı bir çaba içindeydik. Komünist şair Adnan Yücel’in deyimiyle nehirlerin yer altından aktığı yıllardı. Mehmet Fatih Öktülmüş, Abdullah Meral, Hasan Telci, Haydar Başbağ ölümsüzleştiler. Toprağa verilirlerken Hüsnü de yanlarındaydı.  

“Yanmakta Olan Oduna Bir Demir Aletle Dokunmak” dedi ve tutuklandı. Faşizmin askeri biçiminden sözde sivil biçimine geçtiğimiz yıllardı. Yalçın Küçük ve çevresinin çıkardığı Toplumsal Kurtuluş dergisine bu başlıkta Kürt sorunundan söz eden bir yazı yazmıştı. Dergi çevresine operasyon yapılmış, Yalçın Küçük ve derginin sorumlu müdürü de tutuklanmıştı. Bu tutuklama onu yıldırmadı, tam tersine daha büyük bir enerjiyle yolunda yürümeye devam etti.

Mücadelesiyle, emeğiyle iz bırakarak gitti.