Mürüvet Küçük
Travma üstüne travma yaşaya yaşaya duyguları keçeleşmiş bir toplum mu denilir, bilemiyor insan… Ama ardı ardına yaşanan işçi katliamları, kadın cinayetleri, intiharlar karşısındaki duygusal keçeleşme tüyler ürpertici boyutlarda. Bireysel olarak herkesin içinin cız ettiği, belki de gözyaşı döktüğü anlar elbette yaşanıyordur. Ama acıyı toplumsal bir isyana dönüştürme gerçeğinden hayli uzaklaşıldığı açık. Öyle olmasa lüks bir otelde bile yangın güvenliğinin esamesi okunmadığı için 36’sı çocuk 78 insanın diri diri yanması ya da boğularak ölmesi karşısında toplumsal bir öfke sel olup akmaz mı sokaklara…
En yakın örnek Yunanistan’da geçen yıl bu zamanlarda yaşanan ve 57 insanın ölümüne neden olan tren kazasına karşı Yunan halkının günlerce sokaklardan çekilmemesidir. Katliamın birinci yılında da AB politikalarına, özelleştirme hırsının yarattığı toplumsal sonuçlara karşı on binlerce olup meydanları doldurmasıdır.
Yakın bir örnek de Sırbistan’da yaşandı. 1 Kasım 2024’te Novi Sad Tren İstasyonu’nun beton çatısının çökerek 15 kişinin ölmesi üzerine halkın yüzde 62’si ülkenin pek çok noktasında yetkililerin hesap vermesi talebiyle harekete geçti, öğrenciler üniversiteleri boykot ederek sokaklara döküldü. Orada da Devlet Başkanı Aleksandar Vucic eylemcileri “yabancı gizli servis ajanları tarafından parayla satın alınarak iktidarını devirmeye teşvik edildikleri” iddiasıyla hedefe çaktı.
Gezi’yi yaşamış bir ülkede bunca travmatik gelişme karşısında neden bir Sırbistan ya da Yunanistan örneği yaşanmıyor diye düşünürken Gezi’nin birkaç kişinin tezgâhı, darbe girişimi derekesine düşürülüp itibarsızlaştırılması politikasının devamı, araçsallaştırılan yargının Ayşe Barım hakkında açtığı soruşturmayla geldi. Dizi ve film sektöründe önemli isimleri kendisinde toplayan ajansıyla Barım da Gezi’nin tertipleyicileri kategorisine konularak gözaltına alındı. Ajans bünyesindeki sanatçılar da “tanık” sıfatıyla ifadeye çağrıldı. Bu gözdağıyla “Yok öyle toplumsal gelişmelere dönük açıklamalar yapmak, popüler kimliğinizi kullanmak” denilmek istendi. Bu arada kültürel hegemonya kadar milyarlarla ifade edilen bir pasta üzerinde tekel kurmak da cabası.
Sadece bu son gelişme karşısında bile “Gezi bir halk direnişidir. Sizin, demokrasinin kalıntısı adına ne varsa ona yönelik gaspçı tutumlarınıza karşı bir isyandır” demek gerekirdi sokaklarda. Ama…
Bunun nedenleri üzerinde düşünürken Türkiye’deki tarihsel toplumsal gelişime dalıyor insan. Aslında sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde belirli düzeylerde bir toplum olma bilincinin yakalandığını, halklaşıldığını, birlikte hareket edilip birlikte acı çekilip öfkelenildiğini biliyoruz. 15-16 Haziran’ları, 1 Mayıs’ları, bir kentin ayaklanmasına dönüşen Zonguldak grevini, antifaşist kalkışmaları, grev yasaklarına karşı gelişip geniş kesimlerce kucaklanan direnişleri unutmadık. Fakat darbelerle ezile ezile ve o arada kapitalist hoyratlıkla özümsene özümsene bu bütünlük alabildiğine bozunuma uğratıldı. Birey olmak bireycilikle özdeşleşen bir kültür haline getirilmeye çalışıldı. İşçiler paramparça edildi, dağıtıldı, örgütlenme adına, tarihsel bilinç adına ne varsa sökülüp atılması için sistemin bilumum temsilcileri canla başla çalıştı.
Devrimci örgütlenmenin filizlenmemesi için ne gerekiyorsa yapıldı. Bitirilemedi, bitirilemez de!.. Ama halklaşmaması için her türlü önlem anında devreye sokulacak şekilde el altında tutuldu. Kürt siyasi hareketine yönelik sonu gelmez operasyonları da aynı amaçla yapmıyorlar mı? Bir halk olma vasfı kazanan Kürtleri bundan uzaklaştırıp sindirmek, korkutarak yozlaştırmak değil mi hedefleri?
Gelinen nokta, kendisi de patron olan bir bakanın denetlemek zorunda olduğu hatta yandaş olduğu anlaşılan otel sahibinin ifadesine göre söz konusu yangından bir ay önce güya denetlediği ve “her şey yolunda” raporu verdiği o oteldeki yangında bebekler, aileler, çocuklar yanarken ertesi gün yanı başında kayak kayabilecek kadar duyarsızlaşmış bir toplumsal gerçeklik oldu.
Bırakalım sokağa çıkmayı, sorumlulardan hesap sormayı…
Tüm bunlar Türkiye’de yaşandı. Dünyanın Trump gibi her şeyi parayla ölçen, devleti şirket gibi yönetmek gerektiğini vazeden, sinekten yağ çıkaracak bir metalaşma dürtüsüyle hareket eden liderlerle yönetildiği, rejimlerin bu felsefeyle tahkim edildiği bu koşullarda en vahimi böylesine parçalanmış bir toplumsal gerçeklikle girmek olsa gerek. Düşünsenize Trump bir yılda 50 bin insanın katledildiği, kentlerin yerle bir edildiği, milyonların yerinden edildiği Gazze soykırımında sadece sahili de bulunan bu doğa harikasını nasıl paraya dönüştürebilirim dışında bir şey düşünemeyecek kadar cibilliyetsiz bir insanlık düşmanı. Gazze Şeridi’ni turizm cennetine dönüştürmek ve Filistin diye bir hakikati temelli ortadan kaldırmak için bulduğu formül bir buçuk milyon Filistinli’yi Mısır ya da Ürdün’e sürmek. Tek umuru para, tek gördüğü inşaat! Elbette her açıdan önemini koruyan Ortadoğu’nun sadık bekçisi İsrail’in güvenliği. Herkese kesenin ağzını sıkıca kapatırken, her konuda kuruş hesabı yaparken İsrail’in istediği bir tonluk MK-84’ler dahil bütün silahlarla ilgili sınırlamaları kaldırması da bundan.
Türkiye’de hal ve vaziyet farklı mı? Yaşayıp görüyoruz ki pek bir fark yok. Öyle olmasa sorumluluk almak, hesap sormak yerine sorumlu aramak, sorumluğu işçilere ya da muhaliflerine yüklemek için kırk takla atılır mıydı?
Dünyanın gözlerinden dolar dışında bir anlamın okunmadığı, tek kelimeyle aç gözlü, ülkeleri bile parayla satın alabileceğini sanacak kadar pervasız liderlerin kontrolüne girdiği bu koşullarda çok sayıda Gezi’ye, Yunanistan halkının müsamaha göstermeyen tez canlılığına, ille de halk olabilmek için daha fazla örgütlenmeye ihtiyacı var.