Selçuk Ulu
Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) “Emisyon Açığı 2025” raporu adeta burjuva düzenin tüm yeşil makyajını akıtan ve yüzüne vuran bir suç raporu gibi. Raporun söylediği ve söyleyemediği gerçekler sistemin iflasını ilan ediyor.
Dünyamız mevcut politikalarla bu yüzyılın sonunda 2,5-2,9°C arasında, geri dönüşü olmayan bir ısınmaya doğru gidiyor.
Burjuvazinin “zorunlu hedef” olarak pazarladığı 1,5°C eşiği fiilen imkansız. Bu, kapitalizmin kriz yönetim kapasitesinin de ötesinde çözümsüzlüğünün itirafıdır.
En zengin yüzde 1’lik kesim, toplam emisyonların yaklaşık yüzde 16’sından sorumlu iken, en yoksul yüzde 50’nin payı yalnızca yüzde 10. Bu, krizin temelinin sınıfsal olduğunu rakamlarla dışavuruyor.
Tüm “yeşil dönüşüm” palavralarına rağmen, fosil yakıt tekelleri önümüzdeki 20 yıl için rekor seviyede yeni yatırım planlıyor. Sermaye, gezegeni yok etmekten vazgeçmeyeceğini açıkça ilan ediyor.
UNEP, kapitalizmin çelişkilerini adıyla çağıramıyor ancak sunduğu veriler, sistemin bilimsel bir ölüm ilanı gibi okunacak cinsten. Burjuva bilim çevreleri bile artık “kritik eşiklerin aşıldığını”, “geri dönüşün imkânsızlaştığını” itiraf etmek zorunda kalıyor. Bu rapor, adını koyamadığı gerçeğin altını çiziyor. Kapitalist üretim ilişkileri gezegenin maddi temelini çökerterek onu üzerimize yıkıyor.
Bu durum bir “doğal süreç” ya da “insanlığın ortak yanılgısı” değildir. Bu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ve sınırsız kâr ve genişleme hırsının gezegeni felç eden sonucudur.
Karl Marx’ın kapitalist ekolojik eleştirisinin merkezinde yer alan “metabolik yarık” kavramı, bugün UNEP raporlarının “geri dönülemez noktalar” olarak tarif ettiği olgunun bilimsel çekirdeği niteliğindedir.
Kapitalist üretim:
Doğal süreçleri, onların yenilenme kapasitelerini hiçe sayarak hızla tahrip etmektedir.
Toprağın verimliliğini, suyun temizliğini ve havanın yaşam desteği işlevini metalaştırarak aşındırmaktadır.
Doğanın kendini onarma zamanını, sermayenin döngü hızına kurban etmektedir.
Burjuva ideologları ve reformistler bu çöküşü “piyasa aksaklığı” veya “teknolojik yetersizlik” olarak açıklamaya çalışıyor. Oysa sorun, kapitalizmin iç yasalarındadır. Kapitalist birikim, genişletilmiş yeniden üretim için sonsuz büyüme zorunluluğu taşır. Doğanın kapasitesi ise sınırlı ve döngüseldir. Sermayenin hareket yasaları ile doğanın metabolizması arasında uzlaşma değil kaçınılmaz bir çatışma vardır. Bu çatışma, iklim krizinin yan etkisi olmaktan ziyade bizzat kapitalist hareketin doğrudan ürünüdür.
UNEP’in verileri, metabolik yarığın tarihsel olarak ilk kez Amazon ormanlarının karbon emme özelliğini kaybetmesi, Grönland buzul tabakasının geri dönülmez biçimde erimesi gibi küresel ve ölümcül boyutlara ulaştığını gösteriyor. Rapor krizin adını koymuyor. Kapitalist açgözlülük ve yağma gezegenle birlikte çöküşe doğru gidiyor.
Burjuvazi, kendi yarattığı varoluşsal krizi “yeşil ekonomiye geçiş”, “2050’ye kadar salınan ve soğurulan karbonu dengeleyerek emisyonları sıfırlama hedefi”, “döngüsel kalkınma” gibi büyüleyici ama içi boş kavramlarla perdelemeye çalışıyor. Fakat UNEP’in raporu bu “yeşil dönüşüm”ün sistematik bir aldatmaca olduğunu açığa vuruyor:
Fosil yakıt sübvansiyonlarının rekor seviyelere ulaşması, emperyalist devletlerin tekel kârlarını gezegenin sağlığına tercih ettiğini gösterdi.
Karbon ticareti ve karbon kredileri, kirletme hakkını emperyalist ülkelere ve tekellere tahsis eden mali spekülasyonun yeni bir alanına dönüştü.
“Yeşil enerji” yatırımlarının büyük kısmı emperyalist merkezlerde yoğunlaşıyor. Geri bıraktırılmış yarı-sömürge ülkeler ise lityum, kobalt ve nadir toprak elementleri için hammaddesi yeniden yağmalanacak “yeşil kolonilere” dönüştürülüyor.
Piyasaya indirgenmiş bu “çevrecilik”, üretim ilişkilerine dokunmadığı için yalnızca çelişkiyi ötelemeye ve yönetmeye çalışıyor. Oysa krizin kaynağını üretim ilişkileri ve mülkiyetin kendisinde saklıdır. Doğa, kapitalist pazarın metalaştırılmış bir nesnesi olmaya devam ettiği sürece, “yeşil” etiketli her çözüm yeni bir yıkımın habercisi olmaya devam edecek.
UNEP raporu, açıkça söylemese de verileriyle bir gerçeğe işaret ediyor. Ekolojik kriz sınıfsal karakterde planlı bir yıkım ve soykırım sürecidir.
En yoksul emekçi sınıflar, sel, fırtına ve kuraklığa en açık bölgelerde yaşamaya mahkum edildiği için felaketlerin ilk kurbanı oluyor.
Bağımlı ülkeler, emperyalist ülkelerin yüzyıllık emisyonlarının bedelini kuraklık, gıda kıtlığı ve kitlesel göçle ödüyor.
Emperyalist kaleler iklim mültecilerine karşı sınırlarına duvarlar, dikenli teller örüyor.
Tekelci burjuvazi ise özel güvenlikli, iklim kontrollü “varlık adalarında” yaşamını sürdürürken krizin faturasını işçi sınıfına ve ezilen halklara kesiyor.
Böylece ekolojik kriz, emek-sermaye çelişkisinin ve emperyalist tahakkümün en keskinleştiği yeni bir mücadele cephesi haline geliyor. Bu yalnızca bir “çevre sorunu” değil sınıf savaşımının ta kendisidir.
Bugün dünyada sosyalist bir düzen yok. Kapitalizmin yerine geçecek, doğayla uyumlu üretim ilişkileri henüz kurulmuş değil. Fakat çözümün ne olduğu bilimsel sosyalizmin ışığında nettir ve bu çözüm bugünkü mücadele görevlerini daha da yakıcı hale getiriyor.
Kapitalist mülkiyet ilişkileri ve burjuva devlet aygıtı ayakta kaldığı sürece:
Küresel ölçekte ekolojik planlama mümkün değildir.
Doğayla uyumlu, ihtiyaca dayalı bir üretim tarzı kurulamaz.
Bilim ve teknoloji, insanlığın ve doğanın çıkarına değil sermayenin kârına ve emperyalist rekabete hizmet eder.
Bu nedenle çözüm teknik veya piyasacı değil siyasal ve sınıfsaldır.
Doğayı tahrip eden karar mekanizması özel mülkiyetin ve tekellerin elinden alınmadıkça felaketin önüne geçilemez.
Toplumun gerçek ihtiyaçlarıyla doğanın ekolojik sınırlarını gözeten, kâr için değil kullanım için üretim yapan planlı bir ekonomi, yalnızca proleterya diktatörlüğü altında mümkündür.
Geri bıraktırılmış ülkelerin doğal kaynakları emperyalist merkezlere değil o halklara aittir. Temiz teknoloji, insanlığın ortak mirası olarak tüm dünya halklarının hizmetine sunulmalıdır.
UNEP’in sunduğu veriler, kapitalizmin çelişkilerini teşhir eden bilimsel kanıtlardır. Fakat çözümü sunamaz çünkü çözüm ancak ve ancak devrimci bir sınıf siyasetinin ve onun öncü örgütünün ürünü olabilir.
Bugün insanlık ve gezegenin geleceği önünde yalnızca iki seçenek duruyor:
Ya gezegen sermayenin vahşi barbarlığı altında çökmeye devam edecek ya da örgütlü sınıf mücadelesi dünyanın kaderine el koyacak.
Kapitalizmin “kapanan pencere” uyarıları, sosyalizm mücadelesinin açacağı devrimci kapılarla aşılabilir. Doğayı koruyacak olan bireysel “yeşil tercihler” veya kapitalist hükümetlerin vaatleri değil örgütlü proletaryanın devrimci eylemidir.
Acil görevlerimiz arasında fabrikalarda, kampüslerde, mahallelerde, ekolojik yıkımın faturasını ödeyen kitleler içinde sosyalizm mücadelesini örgütlemek ve ekolojik yıkımı ekonomik-demokratik taleplerle birleştirerek sınıf mücadelesinin merkezî bir cephesi haline getirme zorunluluğu vardır.
Yaşamak için sosyalizm, sosyalizm için devrim!
Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!