Kendini arayan komünist: Engels- II



Engels’i, dönemin siyasi aktörlerinden ayıran temel fark şudur: Her ne kadar bu aktörler -Owenciler ile Chartistler- işçi sınıfını doğuran büyük sosyo-ekonomik güçlerin az çok ayırdında olsa da, Engels’i farklı kılan, proletaryanın tarihsel rolüne odaklanmasıdır.


Felsefeden Ekonomi Politik’e uzanan yolculuk: Manchester

Tanur Oğuz Gündüzalp

Babası, Engels’i, Manchester’da bir tekstil fabrikasına sahip olan aile şirketinde çalışmaya göndermişti. Bu işle birlikte oğlunun radikal eğilimlerini törpüleyerek devrimcilikten uzak tutabileceğini düşünüyordu. Ama tam tersi bir etkisi oldu.

Manchester’a gelen Engels, sanayi şehri Manchester’ın, burjuvazi ile proletarya arasında, İngiltere hatta Avrupa’nın diğer birçok kentinden daha keskin bir sınıf savaşına sahne oluşuna tanıklık ediyordu.‘Modern imalat sanatı, en kusursuz haline Manchester’da ulaştı …modern imalatın işçi sınıfı üzerindeki etkilerinin de kaçınılmaz olarak en özgür ve kusursuz biçimde burada gelişmesi gerekir’ diyordu Engels ve ekliyordu; Sonuç itibariyle ‘düşmanlar yavaşça iki büyük kampa ayrılıyor, bir tarafta burjuvazi, öteki tarafta işçiler.’ Ve her iki tarafta mücadelenin sona erdiğini düşünmüyordu.

Sanayi devriminin öncüleri olan Britanyalılar, bir çalışma alanı olarak iktisadın gelişmesinin de önünü açtılar. Fransızların güçlü bir devrimci geleneğe sahip olmaları, köklü bir toplumsal değişimi amaçlayan demokratik ve ütopyacı grupların ortaya çıkmasına yol açıyordu. Almanya ise iktisadi ve siyasi açıdan oldukça geri durumdaydı ve Alman entelektüellerinin zihinlerini felsefe dolduruyordu.

Babası, oğlunun hayalci idealizminin -Hegelciliğin- tekstil imalatının acımasız dünyasında kaybolup gideceğini umut ediyordu. Yine yanılmıştı; aksine, Genç Hegelci felsefe, dünyanın ilk sanayi şehrinin proletaryası ile burun buruna gelecekti. Bu aynı zamanda, diyalektik ile sosyolojinin devrimci sentezinin ortaya çıkacağı anlamına geliyordu.

Manchester, 17. yüzyılın ortasında, kuzeybatı İngiltere’nin küçük pazar kasabalarından biriydi, ama 1664′ ten 1773’e nüfusu üç kat artarak 23 bine yükselmişti. Ardından tam bir patlama yaşayarak, sadece bir kuşaklık zaman diliminde, 1801’e gelindiğinde 70 bine ulaşmıştı. O tarihte şehirde 33 tekstil fabrikası vardı; 1816’da ise 86. Friedrich Engels 1843’te şehre geldiğinde ise nüfus 350 bini bulmuştu. Şehrin pamuklu tekstil ürünleri öylesine önem kazanmıştı ki, dünyanın başka yerlerinde satıldığında basitçe “Manchester malı” diye biliniyordu.

Bu olağanüstü büyüme nasıl açıklanabilirdi? Manchester’ın pamuk zenginleri, ilk önce “eve iş verme” [putting-out] sistemiyle zenginleştiler. Eğirmeciler ve dokuyucular, çoğu şehri çevreleyen kırsal kesimin küçük kasabalarında ve köylerinde olmak üzere, kendi evlerinde çalışıyorlardı. 18’inci yüzyıl ortası Manchester’ı, altı dükkân ya da atölye, üstü konut olarak kullanılan evlerden oluşan bir şehirdi.

Fabrika sistemi, Manchester kapitalizminin gelişiminde ikinci aşamayı temsil ediyordu. Eve iş verme sisteminin aksine yeni sistem, mekanik kuvvete, emek tasarrufu sağlayan makinelere ve (kadınlarla çocuklar dahil) yarı vasıflı işçilerden oluşan ucuz bir işgücüne dayanan kitlesel üretime dayanıyordu; sonuçta, emek üretkenliğinde ve üretimde olağanüstü bir artış olacaktı.

Yeni fabrikaların doğurduğu rekabet baskısı, el tezgahıyla çalışan dokuyucuların ücretlerini çok geçmeden aşağı çekti ve hala eve iş verme sistemiyle üretim yapan pamuklu dokuma tüccarlarının karlarını düşürdü. İşçiler nihayetinde fabrikalarda çalışmaya mecbur oldular. Tüccarlar, buhar makineleri ile eğirme makinelerine yatırım yaptılar. Manchester, atölyeli evlerden, kanallardan ve nehir kıyılarından oluşan bir şehirken, peş peşe sıralanmış köhne evlerden, tekstil fabrikalarından ve demiryollarından meydana gelen bir şehre dönüştü. Bunlar olurken, hızla artan nüfusunun önemli bir kesimi için yaşam giderek daha bunaltıcı olmaya başladı.

Gördüğü manzara Engels’i derinden etkiledi. İlk elden detaylı gözlemlerde bulundu. Başta radikal Chartistler olmak üzere, birçok işçiyle görüştü. Gazete haberlerini takip etti, resmi istatistikleri ve raporları inceledi.

Bu çalışmalarının sonucunda, toplumsal gözlemlere yer veren mükemmel bir kitap yazdı; bu kitap, İngiliz işçi sınıfının 19’uncu yüzyılın ortasındaki toplumsal koşulları üzerine halen ana kaynakların birisi olmayı sürdürüyor ve kimi yanlarıyla bundan çok daha fazlasını da ifade ediyor.

Keskin diyalektik algısıyla Engels, sınıfın, şehrin genel manzarası içine nasıl kazındığı konusunda hep tetikteydi. Tristram Hunt’ın gözlemlediği üzere,“Engels’in Manchester’ı, herhangi bir amaçtan ya da yapıdan yoksun gözüküyordu. Evlerden oluşan plansız boğum olmuş bir kaos; ama gerçekte, şehrin boğucu biçiminin arkasında feci bir mantık vardı. Evet, nehir boyunun harabeye dönmüş kıyılarında derme çatma apartmanlar gelişigüzel bir biçimle yükseliyordu ve eski mahalleler adeta demiryollarının işgali altındaydı, ama tüm bu gelişmeler, sanayi toplumunun sınıfsal bölünmelerini birebir yansıtan daha geniş bir şehir biçiminin parçasıydı. Engels, kendinden önceki birkaç kişi gibi, şehrin mekânsal dinamiğinin (sokakların, evlerin, fabrikaların ve ambarların), toplumsal ve siyasal gücün ifadeleri olarak taşıdığı önemin farkına varmıştı.”

Bu arada, sınıfsal bölünmelerin, coğrafi ayrılığın aşırı uçlarına nasıl yansıdığı da Engels’in zihnini meşgul ediyordu. “Bir kişi, yıllarca yaşasa da, her gün sokağa çıksa da, emekçi mahalleleriyle, hatta işçilerle bile karşı karşıya gelmeyebilir. Sınıflar arasındaki toplumsal mesafe, bütün bir burjuvazinin, işçilerin içinde yaşadıkları koşullara karşı sergilediği cahilce kayıtsızlığa bakarak gözlemlenebilir.”

“Bir seferinde, böyle bir burjuvayla birlikte Manchester’a gittim ve onunla kötü, sağlıksız yapı yöntemini, emekçi mahallelerinin ürkünç koşullarını konuştum; böyle kötü kurulmuş bir başka şehir görmediğimi söyledim. Adam, sonuna kadar sakin sakin dinledi ve tam ayrılacağımız köşede şöyle dedi: ‘Ama gene de, burada çok para kazanılabilir; iyi günler efendim’…”

İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Manchester’da Engels’in, yeni kapitalist sistemin kurbanlarını tespit etmenin ötesinde, bu sistemin mezar kazıcılarını da keşfetmiş olduğunu gösteriyordu; dahası, bu mezar kazıcılar, çalışma ve yaşam koşulları nedeniyle kendilerinden önce gelen devrimci sınıflara nazaran çok daha eksiksiz bir toplumsal dönüşüm hedeflemek zorundaydılar. 1789’un küçük burjuvazisi, ucuz ekmek, radikal demokrasi ve ticaret serbestisi peşindeyken, modern proletarya ise ancak fabrikaların, madenlerin ve atölyelerin kolektif denetimini üstlenerek kendisini özgürleştirebilirdi.

Ama başka bir yol daha vardı: İsyan. Bu, umutsuz çalışma şartlarına ve toplumsal koşullara bir tepkiden; gösteriler, grevler,makinelere saldırma ve ahır yakma yoluyla sömürücülere maddi zarar verme teşebbüsünden ibaret değildi. Değişik biçimler alabilen isyan, işçilerin, insanlıklarını ortaya koymalarının tek yoluydu aynı zamanda. “işçilerin üst sınıflara duydukları derin öfke, … işçilerin, durumlarını insana yaraşır görmediklerinin, hayvan düzeyine indirilmeyi reddettiklerinin, bir gün kendilerini burjuvazinin köleliğinden özgürleştireceklerinin kanıtı” haline gelir.

Engels, sendikalar ve Chartist hareketi, kapitalist sanayileşmenin doğurduğu toplumsal kriz karşısında devrimci çözüme işaret eden ‘savaş okulları’ olarak görüyordu. Çünkü sistemi reforma tabi tutmak mümkün değildi. Kapitalistler arasındaki rekabet, ücretleri acımasızca aşağı çekme, çalışma saatlerini artırma ve üretimi hızlandırma baskısı anlamına geliyordu. İşçiler arasında yaşanan rekabet, dayanışmayı ve birlikte hareket etmeyi eritiyor ve herkesi amansız bir yarışa zorluyordu; işsizler düşük ücretle çalışanları, düşük ücretlilerse yüksek ücretle çalışanları sıkıştırıyordu. Kurtuluşa yol açması gereken şey (üretkenlikle üretim düzeyini yükselterek, refahı ve boş zamanı artırma olanağını barındıran makineleşme), tam tersini getiriyordu: Yedek emek ordusunun perişanlığı. Ortaklaşa mücadele, yegâne savunma yoluydu, ama her kazanım, akabinde rekabetçi sermaye birikiminin saldırısına uğruyordu; işçi sınıfı devrimi, olabilecek tek kalıcı çözümü sunuyordu.

Burada bir önemli noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor; Engels’i, dönemin siyasi aktörlerinden ayıran temel fark şudur: Her ne kadar bu aktörler -Owenciler ile Chartistler- işçi sınıfını doğuran büyük sosyo-ekonomik güçlerin az çok ayırdında olsa da, Engels’i farklı kılan, proletaryanın tarihsel rolüne odaklanmasıdır.

Tarihsel gelişimi teslim etmedikleri gibi, hareketin dağılmasını mümkün kılacak hedefe ulaşana dek siyasal eylemi sürdürmek yerine milleti bir gecede, hemen Komünist düzene sokmayı arzu ediyorlar…Bilakis İngiltere’nin mevcut durumuna hiçbir fayda sağlamayan yardımseverlik ve evrensel sevgi vaaz ediyorlar…fazlasıyla soyut, fazlasıyla metafizik ve pek az başarıya imza atabilirler…”(Engels)

Engels’in ekonomi politiğe yaptığı yolculukda, sanayi kapitalizminden ve işçi sınıfının Chartist siyasetinden edindiği gerçek tecrübeleri Genç Hegelci gelenekle birleştirebilmesi, Marksizmin şekillenmesine büyük katkı sağlamıştır. Bir özeleştiri olarak şöyle diyordu Engels;

Alman Sosyalizmi ve Komünizmi, başkalarından farklı olarak, çoğunlukla teorik öncüllerden hareketle büyüyüp gelişmişti. Biz Alman teorisyenleri, gerçek dünyayı, hala söz konusu ‘kötü gerçekliğin’ reformlar yoluyla değiştirilmesini talep etmek zorunda kalmayacak kadar az tanıyorduk.”

Engels, İngiliz işçi sınıfının yaşadığı sömürüyü, bütün boyut ve biçimleriyle ortaya serer. Esas olarak Manchester ve buradaki fabrika işçileri üzerine odaklansa da, o dönemin İngiltere proletaryasının geneli üzerine de eğilir. Kömür, demir, bakır, kurşun, kalay madencileriyle; madeni döverek işleyen Birminghamlı işçilerle; çorap dokuyucular, dantel işleme yapanlar, basma ve patiska baskı yapanlar, kastarcılar ve boya işçileriyle; çömlekçiler ve camcılarla; Londra’nın terzilik sektöründe çalışan kadın dikişçilerle; “dünyanın atölyesi”nde bile çalışan nüfusun hala büyük kısmını oluşturan tarım işçileriyle yakından ilgilenir.

Engels’in gözlerini çevirdiği her yerde, insanlığın acılarının tüm kesitlerini çok çarpıcı bir dille tasvir ettiği İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’na gelin birlikte yakından bakalım;

Yeni fabrikalardaki eğirme çıkrıkları ile buharlı dokuma tezgahlarının başında genellikle kadınlarla çocuklar çalıştırılıyordu, çünkü bunların parmaklan daha hünerliydi ve sömürülmeleri daha kolaydı. 1839’da kayıtlara geçmiş 420 bin Britanyalı fabrika işçisinin %46’sı 18 yaşından küçüktü ve %58’i kadındı.

Çalışan bir anne, ailesini geçindirebilmek için fabrikaya sabah saat 5’i biraz geçe gidiyor, akşam 8’den önce eve dönmüyordu. Çocukların, dokuz yaşında, bazen yedi yaşında, nadiren de beş yaşındayken onun gibi çalışmaya başlamaları söz konusuydu. Çalıştıkları her anın, ustalarla makineler tarafından denetlenip düzenlendiği, ‘havayı lif tozlarının sardığı’ ve ‘bu tozu solumanın en yaygın sonucunun, kan tükürmek, gürültüyle ve zorlanarak nefes almak, göğüs ağrıları, öksürme, uykusuzluk’ olduğu bir ortama giriyorlardı. Sonu gelmezcesine tekrarlanan çalışma yüzünden hırpalanan vücutları, meslek hastalıklarıyla tamamen mahvolur; çoğu fabrika işçisi zamanından önce yaşlanır, bedenen sakat kalır ve 40’ından sonra artık çalışmaya devam edemez.

Ama, yoksulluk, takatleri olduğu müddetçe onları günbegün fabrikalara sürükler; canlı insan ruhunun kurumuş bir kabuğa döndüğü fabrikada, işçiler her tür eziyete katlanmak zorundadırlar. ‘Makinelere nezaret etmek, kopan iplikleri bağlamak, işçilerden düşünme yeteneği isteyen bir iş değildir; ama yine de, zihnini başka şeylerle meşgul etmesini de engelleyen türden bir iştir … Demek ki, doğrusunu isterseniz bu bir iş değildir, eziyettir; düşünülebilecek en uyuşturucu, en yıpratıcı bir süreçtir. İşçi, bu azami tekdüzelik içinde beden ve zihin güçlerinin çürümesine mahkûm edilmiştir; onun misyonu, sekiz yaşından itibaren her gün, sabahtan akşama kadar posasının çıkmasıdır.’

İnsanı kemirip duran işsiz kalma korkusu ve çaresizlik, işçiyi gerek işverenin kurallarına ve kabadayılığına gerekse fabrikanın ‘despot çanının ve işe geciktiğinde, gelmediğinde verilen cezaların belirlediği zamanın zorbalığına köle yapar.

Aşağılanmanın farklı derecelerinin olduğunu bilmek ve işçiler arasında ümitsizce bir iş bulma rekabetine yol açan (kırsal kesimden ve İrlanda’dan gelen göçmenler dahil olmak üzere) ‘işsiz bir yedek işçiler ordusu’nun mevcudiyeti, bu korkuyu daha da besler. İngiltere’nin ‘artık nüfusu’ olan … bu yedek ordu, dilenerek, ça­larak, sokakları süpürerek, tezek toplayarak, el arabalarını iterek, eşekleri sürerek, seyyar satıcılık yaparak ya da ara sıra ufak-tefek işler bularak, güç bela yaşamını sürdürür. Her büyük şehirde bu türden çok sayıda insan bulunur.”

24 yaşındaki Engels, olağanüstü bir yetkinlikle ele aldığı İngiliz işçi sınıfının gerçekliğinden hareketle bilimsel sosyalizmin ideolojik temellerini de bu eserle atmıştı. Sınıf ayrımı, modern sanayi kapitalizmin istikrarsız doğası ve krizleri, burjuvazinin kendi mezar kazıcılarını yaratması, sosyalist devrimin kaçınılmazlığı gibi kavram ve ifadelerde Engels’in müthiş polemiklerinde yer bulmuştu.

Engels’i yeni bir dönem bekliyordu. Buradan edindiği sağlam ve güçlü argümanlarla, Marks ile 40 yılı aşkın bir yoldaşlığın ilk ve sağlam temellerinin atıldığı Paris’e dönecekti. (Sürecek)