Yabancılaşma: Nerede Başlar Nerede Biter



Devrimci harekette ve örgütlü yaşamda yabancılaşma en fazla toplumsal kriz ve tasfiyecilik dönemlerinde gündeme gelir. Çünkü o iç karartıcı koşullarda komünist kimliği, sosyalizm ve emeğin kurtuluşu davasına olan bağlılığı, komünizm idealini korumanın daha da zorlaştığı koşullarda “kendimiz olmaktan çıkmamak” bile büyük erdemdir


Oya Açan

Yabancılaşma, sınıflı toplum ve sınıfsal üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı sonuçlardan sadece biridir. Kapitalizmde yabancılaşma doruğa ulaşır. Fakat insanı en başta kendisi olmaktan çıkaran, kendi hakikatinden uzaklaştıran sinsi bir yıkım ve çürümeyi ifade eder. Tarihsel toplumsal temelleriyle devasa bir alanı kaplayan, gündelik hayatımızın her köşesinden başını gösteren görüngüleriyle üzerinde özenle durulması gereken bir olgudur.

Yabancılaşma olgusunu Marx ve Engels -özellikle ilk dönem eserlerinde- vurgularlar; fakat kavram onlardan çok önce eski Roma’dan başlayarak çağlar boyunca bilim insanları, sosyologlar ve felsefecilerin konusu olmuştur. Bunlardan en bilinenleri Hegel ve Feurbach’tır. Terimi ilk kez Hegel, “Tinin Görüngübilimi” (1807) adlı yapıtında “saltık” aracılığıyla kavranmamış insan yaşamının kolaylıkla doğaya yabancılaşacağını vurgulamak üzere kullanır ve yabancılaşmayı ontolojik bir olgu olarak değerlendirir.

Marx ise insanın yaşadığı ilk yabancılaşmanın doğaya karşı olduğunu, “öteki” ile olan bu ilk mücadeleyi insanın kazandığını, ancak bu mücadele sırasında kullandığı silahların (bilim, kültür, teknoloji, vs.) ikinci ve daha tehlikeli bir yabancılaşmanın önünü açtığını belirtir. Kapitalizm insan ilişkilerini pazar ilişkilerine dönüştürdüğü, dolayısıyla insanlar insani nitelikleriyle değil de pazardaki yer ya da statüleriyle değerlendirildikleri için başka insanlara da yabancılaşırlar.

Yabancılaşmayı ortaya çıkaran en temeldeki neden işbölümü, ona da öngelen özel mülkiyettir.

Marx’ın söz ettiği yabancılaşma, “insan özü”ne yabancılaşması değil, ideolojik (yani dilsel) olarak insanın kendi hakikatine yabancılaşmasıdır ve bunun nedeni de sınıflı toplumsal pratiklerin ayrılmaz bir parçası olan “ideolojik” dildir.

İşbölümü: Özel mülkiyetin “özdeş ifadesi”

Marx Alman İdeolojisi’nde, insanda bilinç oluşumunun hangi koşullarda ve hangi yollardan geçerek ortaya çıktığından söz ederken özel mülkiyetin “özdeş ifadesi”nden başka bir şey olmayan işbölümü oluşumunu, “birinde faaliyet bağlamında söylenen şey ötekinde faaliyetin ürünü bağlamında söylenmektedir” diye açıklar:

“İş bölümü, ancak maddi ve zihinsel emek arasında bir bölünme meydana geldiği andan itibaren gerçek anlamda işbölümü halini alır.”

Kişi, zeka, yetenek ve emek harcayarak ortaya koyduğu ürünü sahiplenemiyor, emek gücüyle ortaya koyduğu nesne artık kendisinin dışında -ve üstündeki- bir “güç” olarak ona hükmetmeye başlıyorsa emeğinin ürünlerine yabancılaşma başlamış, kendine ve yaşadığı topluma yabancılaşmasının önü açılmış demektir.

Kapitalizmde işçi ürettiği ürüne, kendi etkinliğine, diğer insanlarla ve doğayla ilişkisine yayılan kapsamlı bir yabancılaşma ilişkisi içindedir. Kapitalist-emperyalizm döneminde bu süreç çok yönlüleşerek daha da derinleşir.

Bundan ötürü üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son verilmesi -“mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”- sadece artı değer sömürüsüne son vermek anlamına gelmez. Bu ilişkiyle birlikte varolan insana aykırı bütün ilişki ve sonuçları ortadan kaldırmak açısından da tayin edici ilk adımı oluşturur. İşçinin sadece emeğinin ürünlerine değil topluma ve insan olarak kendine dahi yabancılaşması ancak işbölümü ve rekabetin ortadan kalkmasıyla olabilecektir. Keza meta üretimi, değişim değeri, para gibi insana aykırı ve insanlığın gelişiminin önünü tıkayan toplumsal ketegorilerin ortadan kaldırılabilmesi de öncelikle özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına bağlıdır.

İşbölümüyle birlikte zihinsel faaliyetle maddi faaliyetin, eğlence ile çalışmanın, üretim ile tüketimin arasına kama girer; bunların herbirinin farklı bireylerin payına düşeceği bir gerçeklik ortaya çıkar. İş bölümünü yaratan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, üretimin maddi koşullarıyla doğrudan üreticileri birbirinden koparır. Bu kopukluk, kapitalizmde doruğa çıkar. Öyle ki, üretimin öznel unsuruna (işgücüne) sahip olan işçinin, elindeki bu tek sermaye üzerindeki hakimiyeti bile -özellikle bilim ve teknolojideki gelişmelere de paralel olarak- giderek sermayeye daha fazla bağımlı bir hal alır. Bu koşullarda yapılan üretimin sonuçları en başta üreticilerin kendilerine yabancılaşır. Onun tarafından kontrol edileceği yerde, onu köleleştiren bir güce dönüşür.

Özgürlük-zorunluluk: Çalışma işçiye dışsaldır, ‘boş zaman’ denilen girdap

Marx, kapitalist çalışmanın işçinin bedenini tükettiğini, aklını iflas ettirdiğini söyler. Bu tüketici/öğütücü çalışmanın işçinin fiziksel görünümünü bile belirgin bir şekilde etkilediğini, onu “kendi bedeninin kırıntısından ibaret” hale getirdiğini, “makinelerin yaşayan uzantısına” dönüştürdüğünü belirtir. İşçinin aklının da işinin doğası ve çalışma koşulları tarafından tahrip edildiğini vurgulayarak onun “sanrılarına, çürüyen irade gücüne, zihinsel donukluğuna” işaret eder. Çünkü “çalışma işçiye dışsaldır”, “özsel varlığına uygun değildir.” İşçi bu nedenle çalışırken kendisinden hoşnutsuzdur, “mutsuzdur, rahat hissetmez” der.

Emek gücünü kapitaliste satarak yaşamak zorunda kalan işçi yaptığı işle somut bir ilişki kuramaz, emeğinin ürünlerine çoğunlukla ulaşamaz, onlara ulaşacak yaşam standartlarından fersah fersah uzakta bir yaşam sürme mecburiyetinde bırakılır. “Özgürlük ile zorunluluk” arasındaki gerilimde özgürlük değil zorunluluk hükmünü yürütür.

“İnsan ile doğa, varlık ile öz, nesneleşme ile kendini gerçekleştirme, özgürlük ile zorunluluk” kıskacı parçalanmadan, işbölümü -dolayısıyla özel mülkiyet düzeni- ortadan kaldırılmadan çeşitli düzeylerde ve farklı biçimlerdeki yabancılaşma tezahürleri yaşamaktan kurtulmak mümkün olmaz.

İşçi ve emekçileri “insanlıktan çıkaracak” çalışma temposundan geriye kalan “boş zaman”ları için de gerçekten ihtiyacı olmadığı halde -her türlü manipülasyon ve beyin yıkama aracını kullanarak- bunları ihtiyaç haline getirip kitlelerin iştahına sunan tüketim endüstrisi işbaşındadır. Böyle bir dünyada, eğlence de tıpkı öteki sanayi dalları gibi bir sektördür. Alıcıya giysi, ayakkabı satar gibi eğlence de satılıktır. Filmler, diziler, ona ne yapması gerektiğini söyleyen televizyon programları, bilgisayar oyunları, internet sörfleri… Burjuvazinin emekçi sınıflara da ağzından burnundan girerek benimsettiği tüketim kalıpları, sadece tüketilip anında unutulan “eğlenceler”, güzellik önerileri, sağlık reçeteleri günün vazgeçilmezleri haline geliyor.

Emeğine ve emeğinin ürünlerine, giderek kendisine de yabancılaşmış kişi bütün bunları üzerinde fazla düşünmeden adeta otomatiğe bağlanmış gibi yapmaya başladığının farkına bile varmaz. Mutsuzluğu, huzursuzluğu ve iç sıkıntısını kaderiymiş gibi bellerse ardından kayıtsızlaşma, hayattan elini eteğini çekme gelir. Çocukluktan başlayarak içine doğduğu toplum her aşamada ona nesne olduğunu duyumsatmış ve buna uygun bir yaşam sunmuşsa ilişkilerini, algılarını ve hayatını farklılaştıracak, geleceğine farklı bir perspektiften bakmasına yol açacak bir değişiklik olmadığı koşullarda mevcut durum böyle sürer gider.

Yabancılaşmanın aşılması, “mevcut durum”un farklılaştırılması, bireylerin ve toplulukların örgütlü özneler haline gelmesi, kendilerini boğan ve köleleştiren sistemin önünü kesecek adımların atılmasına bağlıdır. Bunun gerçekleşebilmesi ise başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere yıllar içinde tahrip edilen kolektivizm ve kolektif davranma yeteneği, unutturulmaya çalışılan kolektif hedefler ve çıkarlar örgütlü öncü güçler tarafından kitlelerin gündemine sokulmasına bağlıdır.

Yabancılaşma ve “gündelik hayat” pratikleri

Peki, kapitalizmin herkes gibi onlara da çamurlarını sıçrattığı günümüz koşullarında örgütlü komünistler ve devrimciler bütün bunlardan muaf mı? Değil elbette!

Devrimci harekette ve örgütlü yaşamda yabancılaşma en fazla toplumsal kriz ve tasfiyecilik dönemlerinde gündeme gelir. Çünkü o iç karartıcı koşullarda komünist kimliği, sosyalizm ve emeğin kurtuluşu davasına olan bağlılığı, komünizm idealini korumanın daha da zorlaştığı koşullarda “kendimiz olmaktan çıkmamak” bile büyük erdemdir. Tasfiyecilik önce ideolojik olarak sızar devrimci bünyelere sonra yavaş yavaş bütün hayata, gündelik pratiğe ve mücadeleye sirayet edebilir. Önü alınmazsa kemirir durur bizi biz yapan değerleri. Amaç ve ideallere, kimi zaman devrim ve sosyalizm fikrine ve yüklediği görevlere yabancılaşma, kayıtsızlaşma, bunları önemsizleştirme -aynı anlama gelmek üzere- sürekli erteleme, öteleme halini alabilir. Daha önce karşısında olunan yaşam tarzlarına “iltica edilip” sıradanlaşmak işten bile değildir.

Bu kayma -daha yerinde bir tanımla- savrulma, gündelik yaşam pratikleri sırasında kendini gösterir. Çünkü gündelik hayat insanın bütün toplumsal ilişkilerini kapsar ve bunları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarır. Kişinin kendisiyle ilgili değerlendirmesi, söyledikleri değil yapıp ettikleridir esas olan. Söz ile eylemin bu kopuşu kişiyi ikiyüzlülüğe, giderek birkaç parçaya bölünen şizofrenik bir konuma kadar sürükler. Tarihsel amaçlar kadar neden bu saflarda olunduğu bilinci de bulanıklaşır. Devrimciliğin, özellikle de komünizmi hedefleyen Marksist Leninist karakterde bir devrimciliğin mayasını oluşturan bilinçli iradi tutum sahibi olmanın yerine ‘hayatın akışı’na kapılmış bir sürüklenme hali alır. Kişi devrimcilik tercihine ve ideallerine bile belirgin bir yabancılaşma içindeyse, kendi gerçeğini görmekten büsbütün uzaklaşır.

Devrimci eleştiri ve özeleştiri

Devrimcilikte gelişme süreklilik ister. Gelişme dinamiklerinin zayıflayıp körelmesi ise politik tükeniş ve ölümün de başlangıcını oluşturur. Kararlı bir devrimcilik bu yüzden sürekli teyakkuz halinde olmayı gerektirir. Bu sadece sınıf düşmanımıza  ve ideallerimizin karşıtlarına yönelik bir uyanıklıkla sınırlı düşünülmemelidir. Kendimize ve birbirimize karşı da uyanıklığı içerir bu teyakkuz olma hali. Özellikle de işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinin dibe vurduğu, devrimci hareketin kuşatıldığı iç karartıcı yenilgi dönemlerinde bu devrimci uyanıklık yaşamsal bir önem kazanır. Komünistlerin ve devrimcilerin bu uyanıklığı diri tutma konusunda en büyük silahları devrimci eleştiri ve özeleştiridir.

Komünistler ve devrimciler, kitleleri tutsak eden üretim tüketim kalıpları, insan-doğa, insan-en küçük bir tezahürünü fark ettiğinde gözlerini çevirerek kendini rahatlatmaya değil süreklilik kazanmış bir tarzda hesaplaşmaya yönelmelidir. Kişi bazen kendisine, kendi özelliklerine ve hatalarına karşı çok acımasız olabiliyorken kimi zaman da kendisi söz konusu olunca liberal bir ilişmeme yolunu seçebilir. “Herkese Marksizm-Leninizm, kendimize gelince liberalizm…” eleştirisi bunu anlatır.

İyi ki örgütlüyüz, iyi ki göremediğimiz, farkına varmadığımız ya da üzerinde yeterince durup düşünmediğimiz hataları ve yanlışları, henüz tüm bünyeye yayılmamış çıbanları bize göstereceklerini düşündüğümüz yoldaşlarımız var.

Kolektif, aynı zamanda bu tür belirtilere karşı uyanık, onlar henüz eğilim halindeyken, süreklileşip bir yanlış haline gelmeden ya da iş işten geçmeden bizi kendimize getiren organizmadır. Deneyimli bir yoldaşımızın sık sık tekrarladığı şu cümle gerçekten ne kadar doğru: “Dünyada bir komünistin başına gelebilecek belki de en büyük kötülük yoldaşlarının eleştirisinden mahrum kalmaktır.”

Devrimci Proletarya