Selçuk Ulu
Abdullah Öcalan’ın düşünsel altyapısını tutsak edildiği İmralı Adası’nda geliştirdiği ve önce Demokratik Uygarlık Manifestosu yazılarıyla savunmalarında, en son ise PKK’nin 12. Kongresi’ne gönderdiği Perspektif metninde özetlenen görüşler, ideolojik düzlemde belirgin bir yön değişikliğine işaret ediyor. Ulusal kurtuluşçu Marksist-Leninist söylemi tümüyle bordadan atan bu yönelim esas olarak Amerikalı anarşist Murray Bookchin’in teorik mirasına yaslanmakta.*1
ABD’li bir sosyal teorisyen ve eğitimci olan Murray Bookchin (1921–2006), politik yaşamına 1930’ların sonunda genç bir devrimci militan olarak başladı. Kapitalizme karşı mücadelenin temel gücünü işçi sınıfında gören Marksist-Leninist yaklaşıma yakındı. Başlardaki Stalin hayranlığı sonrasında yerini Troçkist hareket içinde faaliyet yürütmeğe bıraktı. 1960’larla birlikte yönünü bu kez çevreci/ekolojik hareketlere çevirdi. İşçi sınıfının devrimci özne olarak rolüne duyduğu güven zayıfladı. 1970’lerde anarşist düşünceyle kaynaşan çizgisi 1980’lerde “sosyal ekoloji” teorisine dönüştü. Bu teoride ekolojik krizin kaynağı üretim ilişkilerinden ziyade tarih boyunca süregiden “hiyerarşi” sisteminde aranıyordu. Bookchin, “özgürlükçü belediyecilik” ve “konfederal demokrasi” kavramlarını ortaya atarak toplumsal kurtuluşun devletin yerine yerel meclislerin geçirilmesiyle sağlanabileceğini savundu. Bu yaklaşım, sınıf antagonizmasını ve üretim araçlarının mülkiyetinin devrimci dönüşümünü tali plana iten, Marksizm’den ideolojik kopuşunu tamamlayan son evresiydi.
Öcalan’ın düşünsel evrimi ise farklı bir yoldan ama benzer bir sonuca yöneldi. 1970’lerden 1990’ların başına kadar reel sosyalizme ve özellikle Moskova çizgisine fanatik bir bağlılık sergiledi. Sovyetler Birliği’nin kapitalizme geri dönmüş sosyal-emperyalist bir ülke olduğu görüşünü şiddetle reddetti, bu görüşü savunanları ise keskin biçimde eleştirdi. PKK’nin çizgisinde bu dönemin ideolojik hattını yansıtan ifadelerden bazıları merkezi yayın organları Serxwebûn’da yayınlanmış haliyle şunlardı:
“Sosyalizm(in-nba) dünyanın üçte birinde dalgalanan bayrağı ekonomik, siyasal ve askeri gücü ve dünya halklarının proleter hareketleri ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle yaratıcı gelişmesini sürdüren, emperyalizmi gerileten ve gittikçe daha fazla alan ve nüfusu kapsayan bir gerçektir. (…) Sosyalizm, hiçbir sorunu bilimsel tahlil ölçülerinin dışında tutmaz. Eleştirici ve geliştirici özü SSCB’deki sistemlilik arzeden sorunlara vurulduğunda, Marksist-Leninist temel tezlerin uygulamada önemli oranda yetersiz kalındığı görülür.”*2 (abç)
1990’lar boyunca “reel sosyalizme” doğrudan eleştiri getirmeden Türk burjuva devlet yapısı içinde “ılımlı” kanada hitap eden, müzakere ve barış arayışı söylemini öne çıkaran bir politik çizgiye yöneldi. Bu dönemde sınıf mücadelesiyle ilişkileniş ve devrimci iktidar perspektifi, yerini, ulusal sorun eksenli diplomatik manevralara ve kısmi reform beklentilerine bıraktı.
Asıl ideolojik kırılma ise 2000’lerin başında İmralı sürecinde yaşandı. Öcalan, Murray Bookchin’in “komünalizm” ve “özgürlükçü belediyecilik” teorileriyle, ayrıca Laclau–Mouffe ikilisinin “radikal demokrasi” anlayışıyla tanıştı. Bu teorileri Kürt hareketinin yeni paradigmasının teorik dayanakları haline getirdi. 2004 tarihli Demokratik Konfederalizm metninde bu yönelim açıkça ifade ediliyordu:
“Benim sosyalizm anlayışım şu: reel sosyalizm dahil, devlete dayanan bir sosyalizm anlayışını doğru bulmuyorum. Benim demokratik konfederalist anlayışım budur.”*3
Bookchin ile kurulan bu düşünsel yakınlık tarihsel olarak bir yenilgi atmosferinde gerçekleşti. Zaten her ikisinin düşünsel evriminde de devrimcilikten düzen içiliğe doğru yaşadıkları kırılmalar konjonktürdeki değişmelere bağımlı şekillendi. Kökenleri farklı olsa da her iki figürün sonunda buluştukları zemin, Marksizm’in temel kavramlarını -sınıf antagonizması, üretim araçlarının toplumsallaştırılması, proletaryanın devrimci iktidarı- terk ederek yerine sınıflar-üstü, yerelci, etik ve ekolojik bir siyaset anlayışı geçirmekti.
Böylece özellikle Bookchin’in bir zamanlar işçi sınıfı iktidarını ve sosyalizmin maddi temelini savunan söylemi yerini devleti “yerinden eden” ama kapitalist üretim ilişkilerine dokunmayan bir reform programına bıraktı. Öcalan’ın paradigması da Bookchin’in tarih-üstü idealist hiyerarşi eleştirisini Ortadoğu’nun ulusal ve kültürel çeşitliliğine uyarlamaya çalışan bir biçim aldı. Ancak bu uyarlama, devrimci kopuşun yerini “yönetim biçimi” değişikliklerine bıraktığı ölçüde kapitalist sistemin sınırlarını aşamayacak bir çerçeveye hapsoldu.
Devlet ve Siyaset Anlayışındaki İdealizm
Murray Bookchin’in devlet anlayışı, ekolojik düşünceyle harmanlanmış bir anarşist geleneği sürdürür. Ona göre -devletin kendisi dahil- toplumsal tahakküm biçimleri doğrudan hiyerarşik ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi’nde şunu savunur:
“Her bireyin toplumsal politikanın oluşturulmasına doğrudan katılabilir görüldüğü bir toplum yaratmak, toplumsal hiyerarşi ve tahakkümü anında geçersizleştirecektir.”
Bu yaklaşıma göre tarihsel olarak devletin oluşumu, üretim ilişkilerinden çok kültürel ve psikolojik yönelimlere, yani insanların birbirleri ve doğayla kurdukları ilişkilere dayandırılıyor. Dolayısıyla Bookchin, devleti yalnızca bürokratikleşmiş, merkeziyetçi ve otoriter bir kurum olarak algılamakta ve çözüm olarak bu yapının yerine taban demokrasisine dayalı komünal meclislerin ikamesini önermektedir.
Ancak bu yaklaşım ütopik bir idealizm ile malüldür. Marx ve Engels, devletin sadece ideolojik ya da kültürel bir yapı değil üretim ilişkileri temelinde ortaya çıkan maddi bir aygıt olduğunu vurgular. Devlet, sınıflı toplumların kaçınılmaz bir sonucu olarak tarih sahnesine çıkmış, egemen sınıfın çıkarlarını korumak üzere örgütlenmiş ve üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı bir toplumsal yapının teminatı haline gelmiştir. Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni eserinde belirttiği gibi devlet, “toplumun üzerindeki bir güç olarak” sınıf çelişkilerinin ürünüdür ve bu çelişkiler çözümlenmeden ortadan kalkması mümkün değildir.
Bookchin’in bu sınıfsal analizden uzaklaşarak devleti yalnızca yönetsel ya da kurumsal bir problem gibi ele alması onun siyaset anlayışını maddi temellerden koparır. Devleti bir üstyapı kurumu olarak değil neredeyse özerk ve tarih-üstü bir tahakküm aracı olarak yorumlamak tarihsel materyalizmin yöntemsel temelleriyle çelişmektedir. Bookchin’in “devletin yerini yurttaş meclisleri almalı” biçimindeki önerisi, sınıfları ortaya çıkaran tarihsel-nesnel etkenden ve sınıflar mücadelesinin bağlamından yoksun kaldığı ölçüde ütopik bir karaktere sahiptir. Buradaki temel sorun, kapitalist toplumun sınıfsal antagonizmalarının ve bu antagonizmalara içkin olan devlet biçiminin yalnızca yerel özyönetim biçimleriyle bertaraf edilemeyecek kadar köklü ve maddi olduğunun gözardı edilmesidir.
Marksist açıdan devletin ortadan kalkması yalnızca onun doğrudan yıkılmasıyla değil onu ayakta tutan maddi üretim ilişkilerinin -yani özel mülkiyetin ve artık-değer sömürüsünün- ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Devletin sönümlenmesi ancak sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte gerçekleşebilecek tarihsel bir süreçtir. Bu süreç, örgütlü işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti tasfiye etmesiyle olanaklı hale gelir.
Bookchin’in önerdiği konfederal yapılar ve yerel özyönetim pratikleri, kapitalist toplumun çelişkileriyle başa çıkabilecek güçten yoksundur. Bu yapılar, mevcut üretim ilişkilerinin temellerini değiştirmedikçe sistem içi alternatifler olarak kalırlar ve devrimci bir dönüşüm yaratamazlar. Ayrıca Bookchin’in “yurttaş” kavramını siyasal özne olarak merkeze alması da problemlidir. Çünkü bu kavram sınıfsal ayrımları silikleştirir ve bireyleri soyut bir “toplum” içinde eşit konumlara yerleştirerek gerçek toplumsal çelişkileri görünmez kılar.
Bookchin’in devlet ve siyaset anlayışının, anarşizmin doğasından kaynaklı o radikal görünümüne rağmen kapitalist tahakküm ilişkilerini aşması mümkün olmaz. Devletin sınıfsal doğasını ihmal eden, onu yalnızca yönetişim biçimi düzeyinde ele alan her analiz gibi Bookchin’in yaklaşımı da idealist bir çerçevede kalmaktadır. Bu nedenle, gerçek bir toplumsal dönüşüm için devletin sadece bir “yönetim biçimi” değil kapitalist sınıf egemenliğinin örgütlü biçimi olduğu kabul edilmeli; ona karşı yürütülecek mücadele ise sınıf mücadelesinin stratejik bir boyutu olarak ele alınmalıdır.
Sınıf Mücadelesinin Talileştirilmesi
Murray Bookchin’in düşünsel çerçevesi ekolojik krizlerin çözümünü yatay örgütlenmelere ve “özgür yurttaşların” oluşturduğu doğrudan demokratik yapılara bağlar. Ona göre işçi sınıfı devrimci bir özne olma vasfını tarihsel olarak artık yitirmiştir; günümüz kapitalist toplumlarında devrimci potansiyel daha çok yerel düzeydeki siyasal katılım biçimlerinde, özellikle de “özgürlükçü belediyecilik” dediği topluluk meclislerinde ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım, toplumsal dönüşümün taşıyıcısı olarak sınıf temelli örgütlülüğü değil sınıflar-üstü bir “yurttaşlar topluluğunu” esas alır.
Ancak bu bakış açısı toplumsal çelişkilerin temelinde yatan üretim ilişkilerini talileştirerek sınıf karşıtlıklarını teorik düzlemde silikleştirir. Bookchin’in kullandığı “yurttaş” kavramı, kapitalist toplumun içindeki nesnel sınıf konumlarını flulaştırmakta ve egemen sınıfla ezilen sınıf arasındaki tarihsel antagonizmayı görünmez kılmaktadır. Bu durum, devrimci teoriyi maddi bir sınıf analizinden kopararak soyut bir yurttaşlık idealizmine dönüştürür.
Bilimsel bir teori olarak Marksizm açısından ise kapitalizmin ortadan kaldırılması yalnızca siyasal biçimlerin değişmesiyle değil üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tasfiyesiyle mümkündür. Bu köklü tasfiyeyi ise sadece işçi sınıfı başarabilir. Çünkü özel mülkiyet düzeninin sürmesinden herhangi bir çıkarı olmayan tek sınıf proletaryadır. Marx’ın Komünist Manifesto’da açıkça ifade ettiği gibi “bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” Bu tarihsel hareket yasası, devrimci dönüşümün motorunu sınıf çatışmalarında aramayı zorunlu kılar.
Bookchin’in sınıfı geri plana iten yaklaşımı, postmodern teorilerin etkisiyle şekillenmiş “sınıf sonrası” (post-class) yaklaşımlarla örtüşür. Bu çerçevede sınıf artık merkezî bir analiz kategorisi değildir; kimlikler, kültürel ayrımlar ve yerel dayanışma biçimleri öne çıkar. Ancak bu perspektif, kapitalizmin tarihsel ve evrensel yapısını kavramaktan uzaktır. Kapitalizmi yalnızca bir “kötü yönetim” ya da “çevresel duyarsızlık” biçimi olarak görmek, onun temelinde yatan artık-değer sömürüsünü ve emek-sermaye karşıtlığını gözden kaçırmak anlamına gelmektedir.
Öte yandan tarihsel örnekler göstermiştir ki, sınıfsal karakteri belirsizleştirilmiş hareketler -ister çevreci ister yerelci biçimler alsın- egemen sınıf tarafından kolaylıkla sisteme entegre edilebilmekte hatta kimi zaman yönlendirilerek nötralize edilebilmektedir. Almanya’da Yeşil hareketin tarihsel evrimi bu açıdan ibret alınması gereken somut bir örnektir. Burada önemli olan, çevre/ekoloji mücadelesi ya da doğrudan demokrasi gibi taleplerin önemsiz olması değil bu taleplerin sınıf mücadelesinden koparılarak devrimci bir yön taşımaktan uzaklaştırılmasıdır.
Örneğin “yurttaş meclisleri” gibi yapılarda işçilerin, işsizlerin, küçük burjuvazinin ya da sermaye sahiplerinin eşit söz hakkına sahip olması önerisi, sınıf çelişkilerini çözmek bir yana onları meşrulaştırıcı bir işlev görür. Bu tür görünürde“eşitlikçi” yapılar, sınıfsal konumları göz ardı ettikleri ölçüde egemen sınıfın yeniden üretim mekanizmalarına alan açar. Çünkü kapitalist toplumda herkes “yurttaş” olarak eşit görünse de üretim ilişkileri açısından eşitsiz konumlara sahiptir. Dolayısıyla soyut yurttaşlık söylemi, burjuva ideolojisinin klasik yanılsamalarından biri olan “hukuki eşitlik” mitiyle örtüşür.
Marksist perspektif, ekolojik mücadelenin, kadın özgürlük hareketlerinin ya da yerel direnişlerin önemini tabii ki reddetmez ancak bu mücadelelerin sınıf mücadelesiyle iç içe örüldüğü ölçüde sistem karşıtı dönüştürücü bir karakter kazanabileceğini savunur. Bookchin’in önerdiği ve Öcalan’ın ondan devşirdiği strateji ise, bu mücadelelerin sınıfla bağını kopartarak onları soyut bir etik-politik zemine çeker ve böylece devrimci değil reformist bir ufka hapseder.
Bookchin’in Tarihsel Materyalizmle İmtihanı
Bookchin’in doğa ve toplum ilişkisine dair yaklaşımı onu Marksist tarihsel materyalizmden önemli ölçüde uzaklaştırmıştır. Ekolojik krizlerin kapitalizmle olan ilişkisini görünmez kılacak şekilde onu insanın doğaya hükmetme arzusuna ve tarihsel olarak ortaya çıkan hiyerarşik yapılarla bu arzunun somutlaşmasına dayandırır. Böylece doğaya yönelik tahakküm tarihin neredeyse evrensel ve ahlaki bir sorunu haline gelir. Bu yaklaşım, tarihin ilerleyişini maddi üretim ilişkileri üzerinden açıklayan tarihsel materyalizmin bilimsel çerçevesiyle çelişir.
Özellikle Engels’in doğa diyalektiği üzerine çalışmaları bu konuda kritik önemdedir. Engels, Doğanın Diyalektiği eserinde, doğadaki süreçlerin içsel çelişkilerle geliştiğini, değişimin nicelikten niteliğe geçiş gibi evrensel diyalektik yasalarla gerçekleştiğini belirtir. Doğa, insan düşüncesinden bağımsız, maddi bir gerçekliktir ve bu gerçeklik toplumsal ilişkilerle birlikte dönüşür. Doğaya tahakküm, özünde doğayla çelişkisiz bir ilişki kurma isteği değil insanın üretim süreçleriyle kurduğu maddi ilişkilerin tarihsel bir sonucudur.
Engels’in şu tespiti oldukça belirleyicidir:
“Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır.” (Doğanın Diyalektiği)
Bu ifade, doğayla kurulan ilişkinin ahlaki değil maddi üretim süreçleriyle ilişkili olduğunu ve bu süreçlerin diyalektik yasalarla kavranması gerektiğini gösterir bize. Bookchin’in ekolojik krizin nedenini “insanın doğaya tahakküm etme arzusu” gibi soyut bir özneye yüklemesi, bu diyalektiği gözden kaçırmasına neden olur. Oysa Engels insanın doğayı dönüştürme kapasitesini mutlak bir tahakküm değil doğanın yasalarıyla uyumlu bir değişim süreci olarak ele alır. Bu da doğayla kurulan ilişkinin, üretim tarzı ve sınıf yapısıyla doğrudan bağlantılı olduğunu ortaya koymaktadır.
Engels’in doğa diyalektiği, üretim ilişkilerinin doğayla ilişkide belirleyici olduğunu savunurken aynı zamanda doğanın da toplumsal ilişkiler üzerinde etkili olduğunu kabul eder. Bu karşılıklı ilişki, “insan ile doğa arasında bir metabolizma” (Marx) kurulmasını gerekli kılar. Kapitalist sistem ise bu metabolizmayı parçalayarak doğayı yalnızca üretim sürecinin ham maddesi haline getirmektedir. Bookchin’in analizinde bu yapısal dönüşüm yeterince kavranmadığı için kapitalizmin doğa tahribatı evrensel bir “hiyerarşi eleştirisi” içinde eriyip gitmiştir.
Engels’in doğaya ve tarihe dair diyalektik anlayışı, yalnızca doğanın işleyiş yasalarını değil aynı zamanda bu yasaların toplumsal dönüşümle ilişkisini de kurar. Bookchin’in ahlaki-politik bir “özgürlükçü doğa” tahayyülü ise bu bilimsel bütünlükten uzaktır; tarihsel materyalizmin yerine tarih-üstü bir etik kurguyu koymaktadır. Engels’in yaklaşımında insan-doğa ilişkisi maddi üretim temelinde kurulur ve bu ilişkinin dönüşümü ancak kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.
Özetle Bookchin’in doğa-toplum çözümlemesi, üretim tarzlarının dönüşümüne değil hiyerarşilerin ahlaki eleştirisine dayanır. Bu da onu Engels’in doğa diyalektiğiyle köklü biçimde çatışan idealist bir çizgiye çeker. Doğayı kurtarmak için kapitalizmi aşmak gerekir; ama bu aşma yalnızca yerel meclisler ve etik tahayyüllerle değil üretim araçlarının kolektifleşmesiyle mümkündür. Engels’in mirası bu devrimci gerçekliği bize bilimsel bir zemin üzerinden yeniden hatırlatır.
Sentezdeki Çarpıklıklar
Bookchin’in teorisi, özellikle yerel özerklik, yatay örgütlenme ve doğrudan demokrasi vurgusuyla bir toplumsal tahayyül ortaya koymuştur. Kentsel meclisler, yurttaş konseyleri ve merkezi olmayan karar alma süreçleri aracılığıyla katılımcı ve çevreci bir toplumsal yapı inşa etmeyi hedefler. Bu yönüyle liberal reformizmin ötesine geçmeye çalışan, yataylığı merkeze alan bir alternatif geliştirir. Ancak bu çabanın taşıdığı özgürlükçü potansiyel, Bookchin’in devletin sınıfsal karakterini görmezden gelmesi ve sınıf mücadelesini tali konuma itmesiyle büyük ölçüde sınırlanır.
Oysa ekolojik krizin çözümü yalnızca siyasal biçimlerin dönüştürülmesine değil üretim tarzının köklü bir biçimde değişmesine dayanmak durumundadır. Kapitalist üretim ilişkileri ortadan kaldırılmadan hiçbir politik form -ister doğrudan demokrasi ister özyönetim- sermaye birikiminin, piyasa mantığının ve metalaştırmanın tahripkâr dinamiklerinden bağımsız işleyemez. Bookchin’in -ve Öcalan’ın ondan alarak- önerdiği komünalist yapı, kapitalist sistemin sınırları içinde tasarlandığı sürece bu gerçeklikten kaçamaz.
Bookchin’in “komünalizmi” devrimci bir programa dönüşmediği sürece kapitalizmin yapısal şiddetini aşamaz. Sermaye, yerel meclisleri yalnızca kuşatmakla kalmaz onları piyasa mantığına ve metalaşmış toplumsal ilişkiler ağına entegre eder. Bu noktada Bookchin’in çizgisi üretim araçlarının mülkiyeti sorunu etrafında devrimci bir kopuşu hedeflemediği için sınıf çelişkilerini yatay katılımla ikame eder. Ancak katılımcı biçimler, sermaye ilişkileri sürdüğü sürece ya simgesel kalacak ya da burjuva hukukunun sınırlarında işlev görecektir.
Marksist sosyalist ekolojistler (John Bellamy Foster, Kohei Saito), üretim araçlarının toplumsallaştırılmadığı bir sistemde ekolojik dönüşümün yalnızca biçimsel kalacağını vurgular. Gerçek anlamda ekolojik devrim, sınıfsal bir mülkiyet devrimini zorunlu kılar. Çünkü kapitalizm sadece doğayı değil toplumsal ilişkileri de metalaştırır. Bu metalaşma, ekolojik yıkımın toplumsal temelidir. Dolayısıyla sınıf mücadelesi çevresinde örgütlenmemiş her proje ister istemez sistem içi sınırlarda kalmaya mahkumdur.
Bookchin’in stratejik önerileri, yataylık ve özyönetim gibi değerli yönler barındırsa da bu önerilerin devrimci bir nitelik kazanması onları sınıf mücadelesiyle bütünleştirmekten geçer. Sınıfsal olmayan bir “radikal demokrasi” tahayyülü kapitalist toplumda ya etkisiz kalacak ya da liberal reformizmin sol varyantı olmaktan öteye geçemeyecektir. Gerçek bir devrimci strateji yalnızca siyasal biçimlerin değil üretim ilişkilerinin ve mülkiyet yapısının dönüşümünü esas almak zorundadır. Ancak bu yolla hem insan özgürlüğü hem de doğayla kurulan ilişki devrimci biçimde yeniden inşa edilebilir.
Bookchin’in Önerilerini Sınıf Mücadelesi Perspektifiyle Yeniden Tanımlamak
Bookchin’in yerel meclisler, özgürlükçü belediyecilik ve konfederal ağlar gibi yatay örgütlenme biçimleri, kendi başına kapitalist üretim ilişkilerini yıkacak güçten yoksundur. Ancak bu araçlar, sınıf mücadelesinin devrimci hedeflerine eklemlendiğinde, sermaye düzenine karşı etkili bir örgütlenme altyapısı haline gelebilir. Mesele bu yapıların “yurttaş” merkezli soyut eşitlik kurgusundan çıkarılarak doğrudan üretim sürecinde konumlanan sınıfların iktidar mücadelesinin araçlarına dönüştürülmesidir.
Yatay meclisler, yalnızca mahalle veya kent ölçeğinde değil fabrikalarda, işyerlerinde, lojistik merkezlerde ve tarımsal üretim alanlarında inşa edildiğinde kapitalist ekonominin damarlarına doğrudan müdahale edebilecek bir zemine oturmuş olur. Böylelikle Bookchin’in önerdiği özyönetim bir “alternatif yaşam alanı” olmanın ötesine geçerek üretim araçlarının kolektifleştirilmesi, dağıtımın işçi denetimine alınması perspektifi ve devrimci iktidar organları hedefiyle örgütlendiğinde ayakları üzerine oturur.
Konfederal ağ mantığı ise dağınık direniş odaklarını tekil yerel mücadelelerin sınırlarından çıkararak farklı sektörlerden işçilerin -sanayi, hizmet, tarım, lojistik, teknoloji- ortak talepler etrafında birleşmesini sağlayabilir. Böyle bir ağ yalnızca yerel sorunlara çözüm üretmekle kalmaz, merkezi düzeyde kapitalist devlete karşı birleşik bir politik hat örerek iktidar perspektifini büyüten bir rol oynar.
Velhasıl Bookchin’in önerdiği araçlar ancak sınıf eksenli bir içerikle doldurulduklarında burjuva demokrasisinin sınırlarını aşan ve devrim sürecinin hem örgütsel hem de iktidar inşası boyutunda işlevsel hale gelecektir. Gerçek ekolojik, demokratik ve özgürlükçü bir toplum, bu araçların üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayalı bir düzenin inşasıyla birleştiği noktada mümkün olacaktır.
Devrimci Teorinin Sınırları ve Yeniden Kuruluş İhtiyacı
Abdullah Öcalan’ın Bookchin’den devraldığı düşünsel çerçeve ilk bakışta radikal ve dönüştürücü bir alternatif olarak sunulsa da temelleri itibarıyla sınıf mücadeleci bir siyasal kopuşun değil sınıflar-üstü bir etik reformizmin sınırlarında kalmaktadır. Bu çerçevede “devletin aşılması”, “yerel meclisler” ya da “komünal yaşam” gibi kavramlar, üretim ilişkilerinin dönüşümünü içermediği sürece kapitalist sistemin tahakküm biçimlerini yeniden üretmeye hizmet eder.
Bookchin’in idealist ve tarih-üstü hiyerarşi eleştirisi, Öcalan’ın “Demokratik Uygarlık” kuramında yankı bulurken sınıf mücadelesi, üretim araçlarının mülkiyeti ve emek-sermaye çelişkisi gibi temel meseleler sistematik biçimde geri plana itilmiştir. Bu, sadece kuramsal bir tercih değil aynı zamanda devrimci pratiğin yönünü belirleyen stratejik bir kırılmadır. Sınıfsal kopuşun yerine kimlik, kültür ve yerellik temelli bir dönüşüm konulması, sistem içi çözüm arayışlarını devrimci hedeflerin önüne geçirmiştir.
Oysa bugünün kapitalist dünyasında ekolojik kriz, kent yoksulluğu, patriyarkal tahakküm ve devlet şiddeti gibi sorunların köklü çözümü yalnızca üretim tarzının devrimci biçimde dönüştürülmesiyle mümkündür. Yerel meclisler, doğrudan demokrasi ya da özyönetim yapıları eğer üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayalı bir düzen hedefine eklemlenmemişse sermaye birikiminin ve piyasa ilişkilerinin kuşatmasından kurtulamaz.
Önümüzdeki görev, devrimci düşüncenin bu dağınık ve kimlikçi reformizm karşısında yeniden yapılandırılmasıdır. Bu yalnızca teorik netlik değil örgütsel bir irade ve sınıf eksenli bir strateji gerektirir. Marksist teori, yalnızca geçmişin mirası değil geleceğin inşasında da en şaşmaz kılavuzdur. Bookchin’in ve Öcalan’ın ondan devşirerek önerdiği siyasal çerçeve, bu tarihsel görevi net bir tutumla sahiplenmekten uzak olduğu ölçüde devrimci enerjiyi soğuran ve sisteme entegre eden bir pozisyona sıkışıp kalmaktan kurtulamayacaktır.
Gerçek özgürlük, soyut yurttaşlık tahayyüllerinde değil sınıf mücadeleleriyle örülmüş, üretim ilişkilerini devrim yoluyla değiştiren bir kolektif iradede filizlenebilir. Bu irade, Bookchin’in gölgesini aşmakla ve Öcalan’ın idealist kırılmasını diyalektik ve tarihsel materyalizmin ateşinde sorgulamakla mümkündür.
Dipnotlar
*1 Bookchin’in düşünsel kırılmaları üç evrede özetlenebilir:
-Marksist-Leninist ve Troçkist yıllar sınıf mücadelesi merkezli bir politik duruş.
-Anarşist dönem devletin tüm biçimlerine karşı çıkan, yerel meclis ve doğrudan demokrasi temelli stratejiler.
-Komünalizm ve sosyal ekoloji anarşizmin bireycilik eğilimlerini aşmayı hedefleyen, konfederal belediyeciliğe dayalı ama sınıf analizini geri plana atan bir liberal program.
Son evrede Bookchin işçi sınıfını tarihsel devrimci özne olarak görmeyi bıraktı. Bunun yerine “özgür yurttaşların” doğrudan demokratik kurumlarını ön plana çıkardı. Bu yaklaşım onun Marksizm’den ideolojik olarak kopuşunun tamamlandığı dönemdir.
Öcalan ile Bookchin Mektuplaşmaları
6 Nisan 2004
Abdullah Öcalan’ın Almanca çevirmeni Reimar Heider, Bookchin’e yazdığı mektupta Öcalan’ın Özgürlüğün Ekolojisi ve Ekolojik Bir Topluma Doğru gibi eserlerden derinden etkilendiğini iletti. Öcalan, kendisini Bookchin’in “öğrencisi” olarak tanımlıyor ve fikirlerini Ortadoğu bağlamında uygulamak istediğini belirtiyordu. Heider, Öcalan’ın bu kitapları Kürdistan’daki tüm belediye başkanlarına önerdiğini de belirtiyor.
11 Nisan 2004
Bookchin, kısa yanıtında sağlık sorunlarından (83 yaşında ve yürüyemeyecek durumda olduğunu) söz etti, Kürt sorunu hakkında çok az bilgiye sahip olduğunu belirtti:
“Amerikalılar Kürt sorununu neredeyse hiç bilmiyor.”
9 Mayıs 2004
Bookchin, Öcalan’a daha kapsamlı bir yanıt gönderdi:
“Umarım Kürt halkı bir gün özgür, rasyonel bir toplum inşa edebilir… Sayın Öcalan’ın yeteneklerine sahip bir lidere sahip oldukları için çok şanslılar.”
Bu ifadeler, Öcalan’ın ideolojik dönüşümüne moral bir meşruiyet kazandıran sembolik bir onay niteliği taşıdı.
10 Aralık 2004
Heider ve Andrea Schneiderbanger, Bookchin’in mesajının Kürdistan Halk Kongresi’nde okunduğunu ve büyük ilgi gördüğünü bildirdi. Öcalan’ın Bookchin’in Kentsiz Kentleşme eserini de önerdiği belirtildi. (https://tr.anarchistlibraries.net/library/ocalan-ile-murray-bookchin-arasindaki-yazismalar)
Marksizmi İnkârın Teorik Yolu
Bu mektuplaşmalar iki önemli sürecin kesişim noktasında duruyor:
-Bookchin’in sınıf mücadelesinden kopuşu
-Öcalan’ın ulusal kurtuluşçuluğu reddederek komünalist paradigmayı benimsemesi
Öcalan, Bookchin’den devraldığı yerelci, yataycı ve “sınıflar-üstü” siyasal tasarımı Kürt hareketinin yeni stratejik eksenine yerleştirdi. Böylece kültürel-etik dönüşüm söylemlerine kadar geriye gidildi.
Bookchin’in yerel meclis ve konfederal ağlara dayalı yaklaşımı, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesini hedeflemediği için devrimci kopuş yerine reformist bir çerçevenin ötesine geçmeyen bir saptama olarak kaldı. Öcalan’ın bunu benimsemesi, Kürt hareketinde bağımsızlığı hedefleyen bir stratejiden, devletin dışında ve yanında var olmayı amaçlayan özyönetim arayışına geçişi temsil etti.
Bu süreç, yalnızca taktiksel bir farklılaşma değil Marksizm’in devrimci özne ve maddi üretim ilişkileri analizinin inkârıdır. Yerel demokrasinin ve ekolojik etiğin, üretim ilişkilerinin dönüşümünü içermediğinde kapitalist çerçevenin sınırları içinde kalacağı gerçeği hem Bookchin hem de Öcalan tarafından göz ardı edildi ve yok sayıldı.
Rojava’daki özyönetim deneyimi bu yaklaşımın sınırlarını somut biçimde göstermiştir. Yerel meclisler ve kadın eşbaşkanlık sistemi gibi ilerici uygulamalar hayata geçirilse de mülkiyet ve sınıf ilişkilerine dokunmayan ekonomik yapı büyük ölçüde piyasa ilişkileri içinde varlığını sürdürmüştür. Kooperatifleşme girişimleri, merkezi bir planlama ve mülkiyet devrimiyle desteklenmediği için kapitalist ticaret ağlarının ve bölgesel güç dengelerinin kuşatması altında kalmıştır. Benzer şekilde, HDP’li belediyelerin deneyimi de yerel demokrasiyi genişletme çabasına rağmen, mülkiyet ilişkilerinin dokunulmazlığı nedeniyle sınıf karşıtlıklarını aşamamış, devletin kayyum politikası karşısında kırılgan kalmıştır. Bu örnekler, sınıf mücadelesinden kopartılmış özyönetim modellerinin, devrimci bir dönüşüm yerine, kapitalist çerçeve içinde işlevsizleşme tehlikesini taşıdığını göstermektedir. ↩
*2Serxwebûn, Ekim 1987, Sayfa 24, Sayı 70, “Ekim Devriminin 70. Yılında Gelişen Sosyalizm ve Sorunları” (https://portal.arsivakurd.org/wp-content/uploads/2021/08/serxwebun_70.pdf)↩
*3(https://anarcho-copy.org/libre/abdullah-ocalan-demokratik-konfederalizm.pdf)↩
Kaynakça
Marx, K. & Engels, F. (1848). Komünist Manifesto.
Engels, F. (1884). Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni.
Foster, J. B. (2000). Marx’ın Ekolojisi, Materyalizm ve Doğa.
Bookchin, M. (1982). Özgürlüğün Ekolojisi, Hiyerarşinin Ortaya Çıkışı ve Çözülüşü.
Öcalan, A. (2025). Kürt Varlığında ve Sorunsallığında Bir Dönemin Sonu, Yeni Dönemin Eşiğinde Olmak
(*) Devrimci Proletarya Dergisi’nin Eylül-Ekim 2025 tarihli 13. sayısından alınmıştır.
Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!