Selçuk Ulu
Avrupa sokaklarında yeniden yükselen gerici naralar, yalnızca bugünün politik ikliminin değil kapitalizmin derinleşen tarihsel krizlerinin yankısıdır. Almanya Şansölyesi Friedrich Merz’in kullandığı “şehir manzarası” (Stadtbild) söylemi, yüzeyde masum bir betimleme gibi görünse de aslında faşizmin estetikleştirilmiş nefret diline yapılmış bilinçli bir göndermedir.
Bu retorik, kentsel çürümenin ve toplumsal yoksullaşmanın sorumluluğunu sermaye birikim sürecinden koparıp “öteki”nin varlığına yüklüyor. Böylece kapitalizmin kendi yarattığı enkaz ırkçılıkla, kültürel paranoyayla ve “düzen” fetişiyle yeniden biçimlendirilmektedir. “Şehir manzarası” artık bir mekân tasviri değil sınıfsal ve ırkçı bir mühendislik çağrısı, krizin üzerini örten faşist estetiğin güncel biçimidir.
Nazi faşizminin propaganda mimarı Joseph Goebbels, 25 Ağustos 1941 tarihli günlüğünde soykırımın ideolojik zeminini kurarken şöyle yazmıştı: “Yahudiler sadece şehrin görünümünü değil, atmosferini de bozuyorlar.”
Bu ifade Nazi estetiğinin özünü yansıtmaktadır. Toplumsal tasfiyeyi “kültürel temizlik” olarak sunmak… Seksen yılı aşkın bir süre sonra Merz’in aynı kavramı göçmenler için kullanması, yalnızca tesadüfle açıklanamaz. Bu faşizmin kriz dönemlerinde ideolojik olarak yeniden üretildiğinin açık dışavurumudur.
Faşizm tarih boyunca, sermaye birikiminin tıkandığı dönemlerde bir “kriz yönetim biçimi” olarak ortaya çıkmıştır. Almanya’da 1929 Bunalımı sonrasında burjuvazi, kitlelerin radikalleşme potansiyelini bastırmak ve sosyalist tehdit karşısında sınıfsal tahkimatı korumak için Nazi Partisi’ni desteklemiştir. Krupp, Thyssen, IG Farben, Siemens gibi dev tekeller Hitler’in en büyük finansörleriydi.
Goebbels’in “şehir manzarası” retoriği, bu ekonomik ittifakın kültürel alandaki yansımasıydı. Sermaye, kendi çıkarlarını “estetik” bir kaygı kisvesine bürüyerek meşrulaştırıyordu. Yahudi, Roman, engelli ya da muhalifler yalnızca politik düşman değil “şehir dokusunu bozan” unsurlar olarak sunuluyordu. Bu dil, ırkçı ayrımcılık ve şiddetin estetize edilmesiydi.
Merz’in bugünkü söylemi aynı mekanizmanın neoliberalizm sonrası çağdaki güncellenmiş biçimidir. Almanya’nın tekelci burjuvazisi savaş ekonomisine dönüş, enerji krizi, düşük büyüme ve ucuz işgücü açığıyla karşı karşıyadır. Bu çelişkiler, tıpkı 1930’larda olduğu gibi kitlelerin öfkesini yeniden başka yerlere kanalize etmeyi gerektiriyor. “Şehir manzarası” söylemi tam da bu işlevi görüyor. Yoksullaşmanın, barınma krizinin, sosyal çöküşün sorumluluğunu sistemden alıp “yabancıya” yüklüyor.
Tarihsel süreklilik
Burjuva tarih yazımı faşizmi bir “anormallik” ya da “akıl dışı dönem” olarak anlatır. Oysa faşizm kapitalizmin çürümüş sınıf diktatörlüğü biçimlerindendir. Merz ve çağdaş Avrupa sağının söylemleri bu tanımın modern versiyonu olarak ortaya çıkıyor. Almanya’daki neoliberal kriz, 2010’lardan itibaren “kemer sıkma” politikalarıyla derinleşti. SPD, Yeşiller, CDU fark etmeksizin tüm iktidarlar burjuvazinin kâr oranlarını korumak adına sosyalizmin basıncıyla şekillenen “sosyal devleti” parçaladı. Sonuç artan yoksulluk, konut kıtlığı, kamusal hizmetlerin çöküşü ve toplumsal huzursuzluk oldu.
Bu koşullarda burjuvazi, tıpkı 1930’larda olduğu gibi krizinin faturasını “ulusal kimlik” söylemiyle ideolojik olarak tahkim etmeye yöneldi. Faşist AfD’nin yükselişi Merz gibi merkez sağcıları faşizan bir dile itiyor ama bu bir “siyasi rekabet”ten ziyade sınıf çıkarlarının aynı ideolojik zeminde yeniden üretilmesidir.
Burjuva ideolojisi kapitalist sömürüyü görünmez kılmak için “ahlaki panikler” yaratıyor. Uyuşturucu, suç, kadın cinayetleri gibi olgular sınıfsal çürümenin belirtileridir. Fakat burjuvazi bunları “yabancı” ya da “kültürel yozlaşma” ile açıklayarak sistemin yapısal krizini örtbas etmeye oynuyor.
Bu mekanizmanın özü, Marx’ın “yanılsamalı bütünlük” dediği şeydir. Burada bireysel olgular sınıfsal bağlamlarından koparılır ve ahlaki genellemelerle açıklanır. Merz’in “şehir manzarası” vurgusu tam da bu ideolojik tersine çevrimin ürünüdür. Yoksulluğu yaratan üretim ilişkileridir ama burjuva siyaset bu gerçeği görünmez kılarak “öteki”nin varlığına saldırmaktadır.
Bu strateji işçi sınıfının farklı kesimlerini birbirine düşürür. “Mahalleni bozan yabancı” imgesi, sınıf dayanışmasını parçalar. Böylece toplumsal öfke, patronlara değil onların yarattığı kurbanlara yöneltilir.
Bugün Almanya’daki ekonomik veriler bile sistemin krizi gizleyemiyor. Bertelsmann Vakfı’nın -ki geçmişi Nazi rejimiyle iç içedir- son raporlarına göre yerel yönetimler 25 milyar euro açık verirken, sosyal konutlara erişim imkansız kılınmış durumda. Almanya’da 2,6 milyon kişi evsiz kalma riskiyle karşı karşıya.
“Şehir manzarasını” bozan göçmenler değil kamu yatırımlarını özelleştiren, sosyal altyapıyı tahrip eden, finans kapitalin kâr oranlarını kurtarmak için kamu kaynaklarını talan eden sermayenin ta kendisidir.
Kapitalizm, kriz anlarında kendi çelişkilerini “kültürel sorun” olarak yeniden tanımlar. Irkçılık bu tanımın ideolojik biçimidir. Dolayısıyla Merz’in söylemi, yalnızca ırkçı bir çıkış değil sermayenin kendi yapısal şiddetini gizleme araçlarından birisidir.
Ataerkinin ırkçı yeniden üretimi
Merz’in “kız çocuklarını koruyun” çağrısı, faşist patriyarkanın klasik stratejisinin güncellenmiş biçimidir. Kadın bedeni burada yalnızca biyolojik değil ulusal kimliğin, ahlaki saflığın ve sınıfsal düzenin simgesi haline getiriliyor. “Yerli kadın”ın “yabancı erkekten korunması” söylemi, hem ırkçılığı hem ataerkilliği birbirini meşrulaştıran ideolojik halkalar olarak üretiliyor. Kadın ulusun “namusu”na, erkek onun “koruyucusu”na indirgeniyor. Böylece kadın bedeni hem sınırın hem de sınırdışının metaforuna dönüştürülüyor.
Ancak bu “koruma” retoriği, gerçekte kadını köleleştiren sistemin kendisini perdeliyor. Kadını “köle” gibi görme yaklaşımının somut örneklerine paralı Alman erkeklerin Ortadoğu ve Asya’dan getirttiği genç kadınları her yönlü sömürdüğü ve bu ilişkiyi gündelik hayatın bir parçası haline getirdiği durumlara sıklıkla rastlanıyor. Taciz ve istismarın yalnızca biçimleri farklılaşıyor. “Yerli” erkeklerin şiddet yöntemleri daha örtülü ve kurumsal mekanizmalar içinde işlerlik kazanıyor. Oysa istatistiklerin ve toplumsal gerçekliğin gösterdiği üzere kadınlar için en tehlikeli yer kendi evleridir.
Bu retorik kolonyal dönemin “beyaz adamın yükü” mitini anımsatıyor. Batı kendi kadınlarını “yabancı barbarlardan koruma” bahanesiyle milliyetçiliği, Doğu’nun kadınlarını “kurtarma” bahanesiyle de emperyalist politikaları meşrulaştırmıştı. Bugün Merz’in dili bu sömürgeci mantığın neoliberalizm sonrası dönemde yeniden üretimidir: Batı, kendi krizini “kültürel istilâ” masallarıyla örtmekte, göçmen erkek figürünü ise “ahlaki tehlikenin” kaynağı haline getirmektedir.
Bu ideolojik çarpıtma toplumsal muhalefet tarafından da açıkça teşhir edilmekte. Merz’in kadınları “açık bir ırkçılık” için araçsallaştırmakla suçlandığı görülmektedir. Yükselen itirazlar asıl tehdidin kaynağına işaret ediyor. Kadınların korkusu, göçmenlerden ziyade şiddete eğilimli ve sınır tanımayan erkeklikten kaynaklanmaktadır. Bu eleştirilerin odaklandığı temel gerçek, kadınlar için en tehlikeli yerin yaygın kanının aksine kendi evleri olduğudur. İktidar söylemi, kadın sığınma evleri ve danışma merkezlerinin finansmanını güvence altına almak veya şiddeti önleme politikalarına kaynak ayırmak gibi somut adımlar atmak yerine sistemin yapısal krizinin yarattığı toplumsal yarılmayı “yabancı” figürü üzerinden idare etmeyi tercih etmektedir. On binlerce erkek şiddeti mağduru kadının sığınacak yer bulamadığı bir tablo bu tercihin gerçek yüzünü ortaya koymaktadır.
Suça sürüklenen göçmen genç erkeklerin eylemleri elbette meşru gösterilemez. Fakat bu olguların kriminalize edilmesinin asıl sorumlusu, sosyal politikalardan yoksun, eşitsizlik ve dışlanmayı derinleştiren sistemin ta kendisidir. Bugün bu gerilimler üzerinden polis şiddetinin ve sivil faşist grupların, tıpkı tarihteki SA çeteleri gibi, gemi azıya almış saldırganlığının toplumsal bir tabloya dönüşme tehlikesi ise maalesef uzak bir ihtimal değildir. Bu asla kabul edilemez.
Anti-faşist, anti-emperyalist, kadın özgürlükçü bir hat
Bugün Avrupa’da yükselen ırkçı faşist dalga, tarihsel bir tesadüf değil sınıfsal bir gerçekliktir. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, sistem kendini ancak çok katmanlı merkezileşme yoluyla sürdürebilir. Bu nedenle mücadele, yalnızca ırkçılığa karşı değil ırkçılığın ekonomik köklerine, yani sermaye egemenliğine karşı olmalıdır.
Bu mücadele üç ayak üzerine kurulmalıdır:
1- Tarihle yüzleşen anti-faşist bilinç: Goebbels’in dilinin Merz’in ağzında yeniden dolaşıma girmesini teşhir etmek ırkçılığı politik bir fikir değil insanlık suçu mirası olarak kavramak.
2- Anti-emperyalist sınıf politikası: Göçmen düşmanlığıyla savaşmak, aynı zamanda savaş ekonomisine, NATO genişlemesine, kaynak yağmasına karşı durmaktır.
3- Kadın özgürlükçü anti-faşist örgütlenme: Kadın düşmanlığını ve ırkçılığı aynı sistemin iki yüzü olarak ele alan birleşik bir mücadele hattı örmek.
Merz ve benzerleri, faşit AfD’den rol çalmak için aynı sınıf çıkarını farklı bir söylemle sürdürmek için ırkçı dili yeniden üretiyor. “Şehir manzarasını” bozan göçmenler değil sermayenin sömürüyle lime lime ettiği sosyal yaşamdır.
Bugün Almanya’da çöken sosyal konutlar, özelleştirilmiş hastaneler, paralı eğitim sistemi… işte bunlar kapitalizmin “estetik” enkazıdır. Gerçek manzara, Merz’in korktuğu çok kültürlü sokaklar değil emeğin, kadınların, göçmenlerin, gençlerin birlikte direndiği sokaklardır.
“Şehir manzarası” kavgası, estetik bir tartışma değil sınıfsal bir mücadeledir. Sermayenin yarattığı karanlık tabloya karşı yeni bir manzarayı ancak örgütlü emek yaratabilir.
Tarih bize defalarca göstermiştir ki “şehir manzarasını” koruma naraları yükseldiğinde bu her zaman yeni bir barbarlık çağrısının öncülüdür. Buna karşı tek yanıt, sınıf dayanışmasının enternasyonalist, anti-emperyalist ve kadın özgürlükçü bir örgütlenme içinde yeniden inşasıdır.
Gerçek manzara Merz’in ya da Goebbels’in değil emeğin, dayanışmanın, özgürlüğün manzarası olacaktır.
Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!