Oya Açan
Sermaye-iktidar-güç yoğunlaşmasının sınırsız olduğu koşullarda baskı ve zulmün sınırı yoktur.
Sömürü kanıksanmışsa yoksulluk kitleselleştirilir, yoksulluğa alışılmışsa sırada açlık vardır.
İşkenceye alışılmışsa, sırada vahşet vardır.
Kimliksizleştirme sindirilirse, sıra kişiliksizleştirmeye gelir.
Ücretli köleliğe alışılmışsa, sıradaki köleliğin adı ‘esnek çalışma’dır.
Topluma örgütsüzlük kabul ettirilmişse sıra bireysel hücreleştirmededir. İçerde ve dışarda hücrelerin örülmesiyle toplumsal ve bireysel atomizasyon iç içe seyreder.
Hücre tipi cezaevi kabul ettirilince, mezarlık tipi infaz yasası devreye girer. İnsan sesinden, gün ışığından, doğal havadan yoksun bırakmanın, cezaevi aracı içindeki hücrelerde ve hatta tuvalette bile kamera ile izlemenin adı ‘yüksek güvenlik’ olur.
Tretman hazmedilince kimliğe kefen giydirilir, adına ‘tek tip elbise’ denir.
‘Asmayıp da beslemek’ devletin yüceliğinin göstergesi sayılır ve buna kürek mahkumluğuna denk bir ‘zorunlu çalışma’ cezası eklenir. Nazi toplama kamplarındaki gibi ‘Arbeit Macht Frei’ (Çalışmak Özgürlüktür) olur. Faşizmde sınır, sınıf mücadelesinde statüko yoktur.*
Tarihsel bir baskı ve zor aygıtı olarak cezaevlerinin gelişimi, devletin gelişimi ve kurumlaşmasıyla paraleldir. Hapishaneler, tarihin her döneminde bir baskı ve yok etme aracı olarak kullanılmıştır. Kapitalizmle birlikte ortaya çıkan ‘modern’ cezaevlerinin 200 yıllık tarihine göz atacak olursak şiddetin daha ‘ince’ fakat katmerli uygulanışını görürüz. Dünyanın hiçbir yerinde özde bir farklılık içermeyen “kapatma” yoluyla cezalandırma, son 40-50 yıldır tecrit ve izolasyon yoluyla sadece fiziken değil ruhsal olarak da zamana yayılmış bir tarzda yok etme yöntemleri üzerinde yoğunlaştı.
Kapatılma
16. yüzyılın ortalarından bu yana farklı gerekçeler ve hesaplarla insanları toplumdan yalıtma (kapatılma) uygulamaları son on yıllarda adeta ‘altınçağ’ını yaşıyor.
Foucault’un Deliliğin Tarihi’nde “Büyük Kapatılma”** olarak adlandırdığı süreç, günümüzde asıl olarak politik tutsaklara uygulanan yüksek güvenlikli cezaevlerine kapatmanın başlangıç adımlarından biri sayılabilir.
1656 yılında Paris’te Genel Hastane adı altında bir kurum oluşturulmuş ve birkaç ay gibi kısa bir dönemde Paris nüfusunun azımsanmayacak bir bölümü (üç yüz bin kişilik nüfusun en az altı bini) bu kurumda gözetim altına alınmıştır. Kapatılanlar deliler, hastalar, fakirler, eşcinsellerdir. Hepsinin ortak bir özellikleri vardır: Hepsi ya bedensel engelli ya da çalışmayan -ya da çalışmak istemeyen-, evi ve sabit bir işi olmayan yersiz yurtsuz insanlardır.
Foucault’ya göre bu büyük kapatılmanın ardında ekonomik ve siyasi nedenler bulunmaktadır. O dönemde İspanyol ekonomisinde meydana gelen ve Batıyı etkileyen ekonomik krizin bu kapatılmada etkili olduğunu söyler Foucault. Böyle bir ekonomik kriz anında aç kalan işsizlerin başkaldırısı önlenmiş olacak, kapatılmış olanların krizden sonra ucuz ve kolay denetlenebilir bir işgücü oluşturması sağlanacaktır.
Kapitalizmin yol açtığı işsizlik ve isyanlar “büyük kapatılma”nın hapishaneler ayağı oluşturmanın yolunu açmıştır. 17. yüzyılda başlayan bu değişime 18. yüzyılın başında kapatılanların kategorilere ayrılması eşlik eder. Buna göre akıl hastaları tımarhaneye, gençler ıslahevine, suçlular ise hapishaneye kapatılmaya başlanır. Cezalandırma söz konusu olduğunda halka açık infazların, işkencenin ya da diğer “gösteriler”in yerini hapsetme almıştı. Acı vermenin yerine özgürlükten mahrum bırakma, sisteme uyumlulaştırmayı hedefleyen disiplin geçmiştir.
Gözetleme ve disiplin, hapishaneyi oluşturan sistemin iki temel yüzüdür. Disiplin ve gözetleme, 19. yüzyıl başlarında sanayi kapitalizminin ilk yıllarında fabrikalarda, bürolarda, hastanelerde, okullarda, kışlalarda kullanılıyordu -hala da öyledir. Buralarda tahakkümcü iktidar Foucault’nun tabiriyle “görünmezliği” yoluyla uygulanmaktadır.
Panoptikon
Kapatılma ve hapishanenin “esin kaynağı” İngiliz filozof Jeremy Bentham’ın ideal hapishane olarak tasarladığı Panoptikon’dur. Halka biçimli bir mimarisi vardır: Ortasında bir avlu ve avlunun ortasında bir kule… Bu halka şeklindeki yapı, hem içeriye hem dışarıya bakan hücrelere bölünmüştür. Her hücre hem içeriye hem dışarıya baktığından merkezi kuledeki gözetmen tüm hücreyi görebilir, gözetmen kendisinin her şeyi görebileceği, buna karşılık kimsenin kendisini göremeyeceği şekilde konumlanmıştır.
Bentham’a göre, bu küçük ve “olağanüstü” mimariyi birçok kurum kullanabilir. Panoptikon’da esas olan, gözetleme ve gözetimin sürekli bir biçimde uygulanması ve kapatılanların görünürlüğünün sağlanmasıdır. Bu durumda disiplin için zor kullanmaya gerek kalmaz, disipline uymak “gönüllü” hale gelir. Kişi, nereden geldiğini bilmediği yönetici ve denetleyici gözlere karşı otokontrol mekanizmasını devreye sokmak zorunda hisseder bu yüzden sürekli olarak kendini gözetler.
Gözetleme ve mutlak denetim üzerine temellenen hapishaneler panoptizm sisteminin şaşmaz bir şekilde kullanıldığı yerlerdir. Teknolojinin ulaştığı düzey ve kapitalizmin bunu tepe tepe kullanması nedeniyle sistem panaptikonu her hücreye yerleştirdiği kameralarla sağlamaktadır.
Tecrit ve ‘sessiz ölüm’ araçları
Neredeyse hepsi birbirine benzeyen sayısız örnekten biliyoruz ki, kapatmanın temel amacı, kişiliğin tahribi, duyguların çoraklaştırılması, kişilik, onur, ideal sahibi olmak gibi insanı insan yapan değerlerin ortadan kaldırılması, sadece soluk alıp vermeye indirgenmiş tepkisiz bireylerdir.
Politik tutsaklar söz konusu olduğunda bu iki tarafı keskin kılıç büyük bir hızla ve neredeyse hiçbir şeyi ıskalamadan işler. Kendi içinde belli bir bütünlüğü olan kişiyi parçalara ayırmaya çalışır, sonra o parçaları sistematik olarak yok etmeye yönelir.
Sisteme muhalif hemen her düşüncenin bastırılmasının çok sayıda aracı vardır. Dev bir izleme, gözleme, istihbarat ağıyla donatılmış burjuva rejimler, kendi yaptıkları yazılı-yazısız yasalarla bütün dünyayı koskoca bir hapishane haline getirmiş durumda. Daha çok sayıda insanı kapatmak istedikleri devasa bir toplama kampı yaratmak istiyorlar. Sistem karşıtı hiçbir sesi hiçbir hareketlenmeyi hiçbir eylemi dışarda bırakmamak kaydıyla devletin bütün zor ve baskı aygıtları, yasaları ve yargısı buna koşulmuş durumda.
Literatürümüze “F tipi” cezaevleri olarak giren hapishaneler politik tutsakları siyasi kimliğinden soyundurup tek tipleştirmeyi hedefliyordu. Son yıllarda ona “kuyu tipi” olarak tanımlanan çok daha katı izolasyon uygulanan yenileri eklendi.
Bu sistem açısından amaç, her türlü eziyet ve işkencenin, zamana yayılmış sessizce öldürmenin toplumdan gizlenmesi için gereken “yüksek güvenlik”in sağlanmasıdır. Yeni yasa ve düzenlemelerle tutsakların posasını çıkarıp onları yavaş yavaş öldürmenin zamana yayılmış sistemli yöntemleri harflerle ifade ettikleri hapishanelerde ifadesini bulur. Görünür, somut işkencenin kolay teşhir edilmesine karşı düşünülmüş soyut, psikolojik ve görünmez işkence pek imrenilen AB normları açısından da sorun teşkil etmez, aksine onlarla uyum içindedir.
Tecriti ve sessiz ölümü içeren hücre tipi cezaevleri de zaten Türkiye’nin keşfi değildir!
Özel beyin yıkama programlarının uygulandığı tecrit hücreleri önce ABD, İsrail ve AB ülkelerinde yaşama geçirildi. Dünya kamuoyu bu saldırıların sonuçlarını Baader Meinhof’lardan, Boby Sands’lerden biliyor. Türkiye’de F Tipi cezaevlerinin uygulayıcılarından olan dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “F tipi cezaevi modelini Almanya’dan aldık” diyerek AB’yi referans gösteriyor, kendilerini mazur göstermeye çalışıyordu.
ABD’de cezaevleri uzmanı olarak çalışan ve “Türk Cezaevleri Reformları Master Planı 1990” kitabının yazarı Melda Türker de, “’F’ tipi mimari modeli Pennsylvania Modelinde olduğu gibi yatılan yerlerdeki mahkum sayısını kısıtlamak ve onların birbirlerini etkilemelerine engel olmak yolu ile cezaevinde kontrolu hedeflemekle beraber Pennsylvania modelindeki katı ve mutlak izolasyonu getirmemiştir. Mahkumların yatırıldığı yerler üç kişilik ve tek kişilik odalar olarak düzenlenmiş olup tek kişilik odalar, diğer mahkumların volta atabileceği bir havalandırmaya bakan hücrelerdir; oysaki Pennsylvania modelinde bütün hücreler tek kişilikti ve yatanların birbirlerini görme ve işitme imkanları yoktu” diyordu. Melda Türker’in “tam olarak aynısı yapılmadı” dediği Pennsylvania modeli, bugün “kuyu tipi” olarak nitelenen S, L, Y tipi hapishanelerle hayata geçirilmiş durumda.

12 Eylül
Türkiye zindanlarının bugüne gelişini anlamaya çalışırken 12 Eylül’ün üzerinden atlamak olmaz. Bugünkü tek adam diktatörlüğünün hemen her alandaki kurumsal ve yasal temelleri gibi bugünkü insanlıkdışı hapishane politikalarının temelleri de 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü döneminde atılmıştır. O günden bugüne de neredeyse kesintisiz bir süreç olarak zulmün katmerlendirilmesiyle ona karşı direniş sarmalından geçilerek bu günlere gelinmiştir.
12Eylül döneminden başlarak siyasi tutsaklar, kimliklerine ve kişiliklerine yönelik her dayatmayı direnerek karşıladılar. Çoğunu bu sayede püskürtüp geciktirdiler. Fakat içerde, ama özellikle de dışarda toplumsal dengelerdeki değişime ve politik ortama bağlı olarak bir süre sonra aynı dayatmanın farklı biçimleriyle ya da daha ağırlarıyla karşı karşıya kaldılar. Bu kesitlerde yaşananları, 12 Eylül’ün ardından Diyarbakır Hapishanesi’nde iç güvenlik amiri olarak görev yapan işkenceci Esat Oktay Yıldıran’ın “Burası cezaevi değil, buraya cezaevi demeyin! Burası bir okuldur! Burada Türk milletine layık insanlar olmayı ve Atatürkçülüğü öğreneceksiniz!” sözleriyle özetleyebilmek olasıdır.
Bu hedef, daha sonra “topluma kazandırma”, “yeniden sosyalleştirme”, “rehabilitasyon”, “ıslah” veya “iyileştirme” şeklinde de ifade edilecektir. Devlet artık hapishaneye kapatmış olmakla yetinmeyecek, onların kişiliklerini, kimliklerini değiştirmeyi, onları devlete uysalca biat eden ‘insanlıktan çıkmış’ varlıklar haline getirme arayışına hız vermiştir. Bundan böyle, devlet, mahpusların kişiliklerini, kimliklerini değiştirmeyi amaçlamaktadır. Söz konusu olan siyasi mahpuslar olduğunda, 12 Eylül’den bugüne hapishanelerde yaşanan süreci, ölümüne bir varolma mücadelesi, kimlik ve kişiliği koruma süreci olarak özetlemek yanlış olmaz.
Mekanı parçalayarak tutsakları güçten düşürme hedefi
12 Eylül’ün hemen ardından yeni tip hapishanelerin inşa edilmeye başlanması gecikmez. Bu yeni tip hapishanelerin temel özelliği, koğuş sisteminden “oda sistemi”ne -siz bunu hücre olarak okuyun- doğru bir geçiş göstermeleridir. Mahpusların yaşam alanları her yeni tipte giderek daha da daraltılır. Devlet mekanı birimlere, giderek küçülen parçalara bölerek, tutsakları daha kolay denetlenebilir ve dayatmalara açık hale getirmeye çalışmıştır.
12 Eylül’ün ardından ilk olarak E Tipi hapishaneler inşa edilir. Metris, 12 Nisan 1981’de açılır.
E Tipi hapishaneler, geçmişin büyük koğuşlarının aksine 16-20 kişilik koğuşlardan oluşmaktadır. Cezalandırma amaçlı hücreler de ihmal edilmemiştir. E Tipi hapishanelerin yapımını, ‘Özel Tip’ olarak da bilinen H Tipi hapishaneler takip eder.
İlk yapılan ‘H Tipi’ hapishanelerden biri 6 Temmuz 1983 tarihinde açılan Sağmalcılar Özel Tip Hapishanesi’dir. Özel Tip hapishanelerde koğuşlar 4-6 kişilik küçük “oda”lara bölünmüştür. Bunların haricinde tamamı hücrelerden oluşan iki bloğu vardır. Bu iki blokta 96 hücre vardır. H Tipi hapishanelerin ardından Eskişehir Hapishanesi gündeme getirilir. Bütün koğuşları elden geçirilip tek kişilik “oda”lara çevrilmiştir, alfabenin herhangi bir harfiyle tanımlanmayan Eskişehir Hapishanesi 1991’de açılır.
1999’da ise tamamı bir ve üç kişilik “oda”lardan oluşan F Tipi hapishaneler gündeme getirilip açılışı 2000 yılında gerçekleşir. F Tipi hapishaneleri yine “oda sistemi”ne dayanan D, L ve T tipi hapishaneler takip eder.
Sağmalcılar Özel Tip, örgütlerin İstanbul’da tutsak alınmış yönetici kadrolarının ve idam cezası verilenlerin konulacağı ve diğer tutsaklardan izole edileceği bir mekan olarak yaşama geçirilir. 12 Eylül sonrasının tüm dayatmaları ve açılan her yeni mekanla politik tutsakların bir arada olmaktan gelen güçlerinin parçalanması, dayanışma ve ortak yaşam örgütlülüklerinin ortadan kaldırılması hedeflenmiştir. Dayatmaların vahşi bir şekilde sürdüğü Diyarbakır Hapishanesi’nde 4 Mart 1981 tarihinde Ölüm Orucu başlatılır. 43 gün süren bu ölüm orucu sırasında mide kanaması geçiren bir mahpus yaşamını yitirir. 21 Mart 1982’de dayatmaları protesto için Mazlum Doğan kendisini yakarak ölümsüzleşir. Bunu 17 Mayıs 1982’de dört tutsağın daha kendisini yakması izler. 14 Temmuz 1982’de ise yeni bir Ölüm Orucu başlatılır ve bu eylemde de dört tutsak toprağa düşer.
İstanbul hapishanelerindeki saldırılara karşı direniş ’83 sonlarına kadar bütün örgütlerin omuz omuza verdikleri ortak bir direniş olarak seyreder. Fakat ’83 yazında hapishane yönetimlerine ABD’de özel eğitimden geçmiş işkencecilerin getirilmesinin ardından vites büyütmtüş olarak bir kez daha başlatılan TTE (Tek Tip Elbise) saldırısı karşısında örgütler düzeyinde de yalpalama ve çözülmeler başlar. Sadece bir kıyafet sorunu olmayıp siyasi tutsakları kimliksizleştirmeyi ve kişiksizliştirmeyi hedefleyen bu stratejik saldırıya karşı Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) ve Devrimci Sol ortak bir program temelinde birlikte Ölüm Orucu’na başlarlar. Fakat bu birliktelik eylemin bitirilme aşamasında Dev-Sol’un tek yanlı kararıyla sonuna kadar sürmez. İlk olarak 10 Nisan’da Metris’in tecrit koğuşunda başlatılan eyleme hemen ardından Metris’teki diğer koğuşlar ve Sağmalcılar katılır. TİKB’nin kurucu önder kadrolarından M. Fatih Öktülmüş ve Dev-Sol kadroları Abdullah Meral, Haydar Başbağ ve Hasan Telci bu tarihsel direnişte ölümsüzleşirler.
Saldırı ve dayatmaların her hapishanede farklı düzey ve biçimlerde de olsa direnişle karşılaşması ve bu direnişlerin ölümler pahasına da olsa sürdürülmesi devletin geri adım atmasına neden olur.
1980’li yılların ikinci yarısından itibaren tutsaklar görece daha rahat koşullara kavuşmaya başlar. Ancak TBMM’de Mart 1991 tarihinde kabul edilen Terörle Mücadele Kanunu ile “terör” nedeniyle tutuklananların cezalarını 1 ve 3 kişilik hücrelerde çekmesi karar altına alınır ve bu yasaya dayanarak Kasım 1991’de Eskişehir Hücre Tipi Hapishanesi açılır. Bunun üzerine birçok hapishanedeki siyasi tutsaklar, “tabutluk” adını verdikleri bu hapishanenin kapatılması için, 28 gün sürecek bir direniş başlatırlar ve Eskişehir Hapishanesi’ni eylemleriyle kapattırırlar. Ancak 1995 yılından itibaren devletin hapishanelere yönelik tutumu yine sertleşmeye başlar. Bu sertlik, zaman zaman değişik hapishanelerde düzenlenen katliam operasyonları biçimini alır.
– 21 Eylül 1995, Buca Hapishanesi’nde üç tutsak,
– 4 Ocak 1996, Ümraniye Hapishanesi’nde dört tutsak,
– 24 Eylül 1996, Diyarbakır Hapishanesi’nde on tutsak,
– 26 Eylül 1999, Ulucanlar Hapishanesi’nde on tutsak katledildi.
Bu operasyonların yanı sıra 5 Temmuz 2000 tarihinde Burdur Hapishanesi’ne yönelik operasyon gibi, ölümlerin yaşanmadığı ancak hapishane duvarlarını yıkan iş makinelerinin, mahpusların kollarını kopardığı -Veli Saçılık-, sonra da o kopan kolun köpeklerin ağzında dolaştığı operasyonlar da yaşanır.
Operasyonlar döneminde gerçekleşen bir başka dayatma ve direniş 1996’da yaşanır. 6 Mayıs’ta yayınlanan genelgeyle Eskişehir Hapishanesi yeniden açılır, bunun üzerine 69 gün sürecek Süresiz Açlık Grevi (SAG)-Ölüm Orucu direnişi yapılır. Bu direniş sırasında on iki tutsak yaşamını yitirir ve Eskişehir Hapishanesi bir kez daha kapattırılır.
Tüm bu sürecin “zirve”sini ise 2000 yılında F Tipi hapishanelerin açılışı oluşturur. Daha F Tipi hapishaneler açılmadan başlatılan Ölüm Orucu direnişi 19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen ve “Hayata Dönüş” adı verilen operasyonla kırılmak istenir ve ikisi asker otuzu tutsak otuz iki kişi yaşamını yitirir. Bu operasyon sonrasında tutsaklar işkenceyle F Tipi hapishanelere sevk edilir.
Hapishaneler hep işkence, saldırı ve katliamların adresi oldu. Fakat, 19 Aralık 2000 tarihinde, Türkiye’nin 20 cezaevinde aynı anda yapılan katliam, o güne kadar yapılanların en büyüğüydü. Tam teçhizatla donanmış faşist ordu, bu saldırıda her türlü savaş aracını kullandı. Bugün hala ne oldukları açıklanmayan kimyasal gazlar, yangın bombaları, zırh delici mermiler, gelişkin otomatik silahlar ve her türlü patlayıcının kullanıldığı bir katliamdı bu. Gaz, yangın, bomba ve kurşun yağmuru altında kalan devrimci tutsaklar saldırıya ölüm pahasına direndiler. Onlarca devrimci tutsağın hayatını kaybettiği bu saldırıda yüzlercesi de sakat kaldı.
Saldırıdan sağ kurtulabilenler yarı baygın halde adına F Tipi denilen, izolasyon hücrelerine kapatıldılar.
Devletin katliam ve izolasyon saldırısına karşı devrimci tutsaklar Ölüm Orucu direnişiyle yanıt verdiler. 11 parti ve örgüt adına 2 bin devrimci tutsak, ayları-yılları bulan bir Ölüm Orucu direnişi sürdürdü. Ölüm Orucu direnişinde toplam 122 devrimci tutsak yaşamını yitirdi. Faşist devlet öldüremediği devrimcileri “zorla müdahale” ederek sakat bıraktı. 500’ün üzerinde devrimciye zorla müdahale edilerek hafızaları silindi. Hafıza yitimi ve denge kaybı anlamına gelen Wernicke-Korsakoff sonucu 500’e yakın devrimci geçmişini hatırlayamaz ve tek başına hareket edemez durumda.
19 Aralık saldırısı sadece hapishanelere yönelik ve sadece o kesitle sınırlı olmayan stratejik bir saldırıydı. Saldırının asıl hedefi, bir bütün olarak toplumsal muhalefetin teslim alınmasıydı. Toplumsal yaşamın hücreleştirilmesi, hak ve özgürlüklerin yavaş yavaş budanması, muhalif bütün seslerin korkutularak sindirilmesi içindi. Günü kurtarma telaşından başka bir şey düşünemez ve gölgesinden dahi korkan bir toplum tasarlıyorlardı. İçerde de dışarda da hedeflerine tam olarak ulaşamadılar ama hiç yol almadıkları da söylenemez.
“Kuyu Tipi” hapishane: İşkence ve baskıdan tecrit ve izolasyona…
Günümüzde yaşamın her alanının hücreleştirildiğini söyleyebiliriz. İçerisiyle dışarısı arasındaki tüm farklar neredeyse silikleşti. Bugün geldiğimiz noktada hiç kimse azade değil bu çarkın içine bir gün yuvarlanmaktan. Çok bilinen ve tümüyle gerçek olan bir söylem olarak “herkesin yolu bir gün oralardan geçebilir” ya da içerde de dışarda da hücrelerdeyiz; kiminin sınırları daha dar kiminin daha geniş. Dışımızdaki hiçbir şeyi görmemeye, görse de kayıtsızlığa ve yılgınlığa sürüklemeye, çoğumuzu hareketsiz bırakıp her şeyin aynı şekilde sürmesine “katkıda” bulunmamızı sağlamaya yönelik insanlıktan çıkarma projesidir zindanlara tıkma.
Bundan 25 yıl önce F tipleri için “gökyüzünü görebilmenin olanaksız olduğu kuyunun dibi” tanımlaması yapılırdı. Şimdi bırakın gökyüzünü görmeyi havanın girmesini bile engelleyen sık dokunmuş demir bir kafesle çevrilisiniz. İnsandan, insan sesinden uzaktasınız. Diğer bütün insani-doğal gereksinmeleri bir yana bıraksak dahi, insandan yalıtmak, kimliğini ve kişiliğini ezerek kişiyi insan olmaktan çıkarma gayreti, şimdiye kadar biriktirdiği ne varsa hoyratça tüketme amacı yol gösteriyor “kuyu tipi” hapishanelere de…
İşkence ve kötü muamele, sağlıksız yaşam koşulları, beslenme, barınma, disiplin cezaları ve yaptırımlar her zaman yol göstermiştir sistemin hapishanelerdeki ideolojik saldırılarına, son on yıllarda bunlara eklenen ağır tecrit koşulları oldu. Geçtiğimiz son bir-iki yılda yaptırımlara uymadıkları, dolayısıyla “iyi halli olmadıkları” için 10 bin hükümlünün tahliyeleri ertelendi. Çoğu 30 yıllık onlarca tutsağın infazı yakıldı. Hasta tutsaklar adeta can çekişiyor. 2024 yılının 11 ayında 709 tutuklu ve politik tutsak yaşamını yitirdi.
Hapishaneler tıka basa dolu. 402 “ceza infaz kurumu” var ve kapasiteleri 305 bin kişi. Oysa buralara tıkılmış tutuklu-hükümlü sayısı 419 bin. Bakanlığın verilerine göre 7 S, 14 Y tipi hapishane mevcut. F ve D tipleriyle birlikte bu sayı 42. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Adalet Bakanlığı sık sık yeni hapishanelerin yapılmakta olduğunu “müjdeliyor”.
“Kuyu tipi” hapishanelerde tutsakların büyük kısmı 12-13 metrekare büyüklüğünde tek kişilik, çok azı ise üç kişilik hücrelerde tutuluyor. Hücrelerin “güneşlik” denilen apartman boşluğuna benzeyen boş bir alana açılan pencereleri bulunuyor. Pencereler kafesi andıran çelik bir ağla kapatılmış durumda. Pencerelere hücrelerin içerisini görecek şekilde ayarlanmış kameralar sabitlenmiş -vahşi hayvanlara yapıldığı gibi demir bir kafese hapsetmiş olsalar da gözlemek baki!
Hücre kapıları sadece elektronik olarak açılmak üzere tasarlanmış. Hiçbir şekilde insanla muhatap olmuyorsunuz. İletişim dahi megafon ya da butonla sağlanıyor ve elbette bu da ağır tecrit projenin bir parçası.
İnsanın sosyal varlık olarak doğasına aykırı bir uygulama olan ve sadece imhaya dayanan bu proje CIA patentlidir. ‘54’lü yıllardan itibaren önce hayvanlar üzerinde denendi, daha sonra Amerika’da, İrlanda’da, İsrail’de ve Almanya’da ulusal ve sınıfsal muhaliflerin kimliksizleştirilmesi ve yok edilmesi için uygulandı.
Ne var ki, dünya ve Türkiye örneklerinin de gösterdiği gibi ne F tipleri ne “kuyu tipi” hapishaneler komünist-devrimci tutsakları yıldırıp teslim alamaz; “yüksek güvenlik” insanlığı hareketsiz bırakamaz!
Kapitalizme karşı, kapatılmaya karşı mücadele
1949’da Nazım Hikmet sanki bu günleri yazmış:
“…Yani içerde on yıl on beş yıl / daha da fazlası hattâ / geçirilmez değil / geçirilir / kararmasın / yeter ki / sol memenin altındaki cevahir.”
İdealleri ve iradelerinden başka dayanabilecekleri hiçbir şeye sahip olmayan tutsaklar, tarih boyunca direnme gücünün kaynağı durumundaki bu kolonlara dayanarak savaşıyorlar. Ama mesele hem bu hem değil. Toplumsal mücadelenin diğer ayakları onları kapsamına almadan hareket edemez; ekmek ve özgürlük mücadelesi onlarla büyüdü, onlarsız büyütülemez!
Faşist devletin yıllar içinde “geliştirerek” bir öğütme makinası gibi çalışan tecrit ve izolasyon politikası Tayyip Erdoğan diktatörlüğünün hukuk-yasa-kural, insani değer tanımayan zorbalığının en çıplak yansımalarından biridir. Toplumsal özgürlüklerin ve insanca yaşam umudunun büyütülmesi amacına kopmaz şekilde bağlıdır tutsakların ölümcül koşullarının sürekli gündem yapılması ve buna karşı mücadelenin örgütlenmesi. Bu her şeyden ve herkesten önce komünistlerin ve devrimcilerin işi olmalıdır.
Kapitalizmde burjuvazinin sınıfsal tahakkümünün doğası nasıl onun görünmezliği yoluyla uygulanıp işletiliyorsa, hapishanelerin zamana yayılmış “sessiz ölüm” mekanları haline getirilmesi de bu birbirine zorunlu biri dışarda diğeri içerde iki devasa ‘toplama kampı’nın birbirlerine ve özgürlüklerine koşmalarının engellenmesi içindir.
Dört yanından kuşatılmış, her yönüyle sisteme bağımlı, tamamen onun bir parçası haline getirilmek istenen geniş işçi-emekçi yığınlar bir dönem kendilerinin şimdiki taleplerinin taşıyıcısı durumundaki içerdekilerin sesi, sözcüsü ve taşıyıcısı olmalıdır. Ekmek ve özgürlük taleplerini yükselttikleri mücadele arenasında hem geçmişi hem geleceği kucaklamalı, “herkesin yolunun cezaevlerinden geçebileceğini” unutmadan hapishanelerdeki tutsakların özgürlükleriyle kendi özgürlükleri arasındaki kopmaz zinciri bütün bağlantılarıyla görebilmelidir.
“İçerde dışarda hücreleri parçala!” sloganıyla anlatılmak istenen budur.
Dipnotlar:
(*) 2003 yılında Paris’te yapılan Avrupa Sosyal Forumu-ASF’de sunduğumuz Cezaevleri ve Cezaevi Gerçeği tebliğden
(**) Michel Foucault, Büyük Kapatılma, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011)
 Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!
Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!
				 
			