Amu Gib*
Amu Gib, İsrail’in soykırımına karşı doğrudan eyleme karıştığı iddiasıyla hapsedilen ve şu anda Birleşik Krallık hapishanelerinde açlık grevi yapan sekiz tutsaktan biridir. Bu yazı, Ainle Ó Cairealláin ve ES Wight’ın grevin 18. ve 33. günlerinde yaptıkları röportajlara dayanmaktadır. Amu, grevin 50. gününde hastaneye kaldırıldı ve açlık grevi yapan altıncı kişi oldu.
Açlık grevimize 2 Kasım’da başladık: Balfour Deklarasyonu’nun yıldönümü, İngiltere’nin bugün tanık olduğumuz soykırımın tohumlarını ektiği gün.
Filistinliler, hayatta kalmak için gerekli olan hiçbir şeye sahip olmadan bir kış daha geçirmek zorunda kalacaklar. Hiçbir şeyin durdurulmadığı bir durumda Gazze’de ateşkes olduğunu söylemek tam bir şaka: Belki halı bombardımanı eskisi kadar yaygın değil ama bunun nedeni bombalanacak bina kalmamış olması olabilir. Filistin halkı şiddet içeren yerinden edilmenin birçok farklı katmanına maruz kaldı. İsrail işgali kırk nesildir bereketli topraklarda çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan insanların artık kendilerini besleyememesi anlamına geliyor. İsrail’in açlığı silah olarak kullanabileceği noktaya gelmemiz için bunu mümkün kılanlarla yüzleşmek gerekiyor. Onları kim silahlandırıyor? Siyonist yerleşimcilerin Filistin topraklarına el koyup işgal etmesine kim izin veriyor? İsrail’in çiftçileri ve zeytinlerini toplayan insanları engellemesine ve hedef almasına kim izin vermeye devam ediyor? Açlığı silah olarak kullanmak buzdağının görünen kısmıdır.
Filistin’i ilk kez lise son sınıfta öğrendim -tabii ki öğretmenlerden değil, kampanyanın tüm ayak işlerini yapan diğer öğrencilerden, genç Müslüman kadınlardan. Bu, Filistin’in şiddetli bir bombalama saldırısına maruz kaldığı bir dönemdeydi. O zamanlar tarihi bağlamı anlamıyordum ya da bunu açıklayacak kelime bilgisine sahip değildim, ama sivillerin, konutların bombalanmasının yanlış olduğunu açıkça görebilirdiniz. Sonra bunun rutin bir hal aldığını gördüm. Her yıl aynı şey oluyordu ve bunun belirli bir sonu ya da net bir hedefi olan bir savaş olmadığı biliyordum. Durum çok açıktı: İnsanlar bunu durdurmadıkça sürecekti.
Ve İngilizlerin siyonist işgalin yaratılmasındaki rolünü daha iyi öğrendikçe bu konudaki hareketsizliğe tahammül edemez hale geldim.
Taleplerimiz basit. Birincisi, İsrail’e bu silahları tedarik eden silah fabrikalarını kapatın! İkincisi, Filistin eylemlerini yasaklamaya son verin! Filistin Eylem Grubu doğrudan eylem protesto grubudur ve asla terör örgütü olarak nitelendirilmemeliydi. Üçüncüsü, gözaltındaki tutuklulara yönelik kötü muameleye, sansüre ve terör yasalarının bizi taciz etmek için kullanılmasına son verin! Dördüncüsü, derhal kefaletle serbest bırakılmamız gerekir. Aileleri hasta veya ölüm döşeğinde olan, hayatlarının önemli olaylarını kaçıran insanlar var. Ve beşincisi, İngiliz ve İsrailli yetkililer ile silah tüccarları arasında bizimle ilgili yazışmaların sansürsüz yayınlanması da dahil olmak üzere adil bir yargılama talep ediyoruz. Bence bunlar oldukça makul talepler, çok daha fazlasını da talep edebilirdik! Ama hepsini kazanabileceğimize inanıyorum.
Açlık grevine başlamamızın nedenlerinden biri de, burada olduğumuz sürece cezaevi yetkililerinin istedikleri her şeyi yapabilecekleri gerçeğini idrak etmemizdi. Uydurma gerekçelerle tecrit kararları vererek birbirimizle vakit geçirmemizi engelleyebilirler, hayatlarımızı istedikleri gibi alt üst edebilirler, görüşmelerimize müdahale edebilirler, spor salonu randevularımızı bozabilirler, güvenlik tehdidi olduğumuzu söyleyerek çalışmamıza izin vermeyebilirler. Kitaplarımızı yasaklıyorlar ve paylaşımlarımızı sansürlüyorlar -durum tamamen kontrolden çıktı. Bir yastığa “Özgür Filistin” işlemem nedeniyle güvenlik tehdidi oluşturduğumu söylediler ve el sanatları grubundan uzaklaştırıldım; ironik bir şekilde, bu olay İngiltere’nin Filistin devletini tanıdığı güne denk geldi. Ağustos’ta hapishane önündeki protestodan sonra -ve bir hafta içinde hapishanede iki kişinin öldürülmesinin ardından- o sırada burada bulunan sekiz veya dokuz kişiye karşı gerçekten sert önlemler almak istediler. ‘Dış dünyayla çok fazla bağlantıları olduğu için onları cezalandırmalıyız’ diye bir düşünce hakimdi. Hepimiz birbirimize sarılmak ya da birbirimize çok yakın soluk alıp vermek gibi nedenlerle ceza puanları ve negatif IP’ler [telefon kredisi miktarını, hücre dışındaki zamanı vb. belirleyen “Teşvik Puanları”] almaya başladık. Sonra John’a, hücre dışı zamanlarda kapısının arkasına geçmesi söylendi ama o reddetti. Yere oturdu ve onlara, “Hücreme gitmiyorum, bu çok saçma” dedi. Heba da hemen onun yanına oturdu. Bu planlanmış bir direniş eylemi değildi, tümüyle haksız ve mantıksız olduğu için buna uymayacağımız noktaya gelmiştik. Ve bir noktada buna direnmek zorundasınız. Sonra ikisi de “bent up” oldular (bu, hapishane jargonunda gardiyanların mahkumlara rutin olarak uyguladığı bir saldırı anlamına gelir) ve sonraki beş günü hücre hapsinde geçirdiler. Heba, sevdiklerinden beş saat uzaklıktaki farklı bir hapishaneye gönderildi ve John da bizden ve diğerlerinden izole edilmesi için başka bir başka bir blokta tutuldu.
Hapis cezamızın hiçbir mantığı yok. Ama açlık grevindeyken, hapiste olmanıza rağmen harekete geçmeye karar verdiğinizde özgürsünüz. Harekete geçme özgürlüğünün kendine has bir enerjisi var. Ve ayrıca, bizi buraya getiren, hâlâ inandığımız ve bağlı kaldığımız Filistin’in kurtuluşu davasına karşı süregelen bir sorumluluğumuz da var. Hapiste olmamız, İngiltere’nin soykırım için silah finansmanı ve tedariki yapmaması gerektiğine inanıyor olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Burada olmamız, Gazze’ye acilen ulaşması gereken yardımın hâlâ engellendiğini ve kimsenin bunu değiştiremediğini görmezden gelemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Bu nedenle eylemimiz, devletin sizi hapse attığında bile sizi durduramayacağını, hangi koşullarda olursak olalım, insanlara odaklanmaktan ve sorumluluk almaktan vazgeçmeyeceğimizi ilan etmenin bir yoludur.
Fiziksel olarak, şu anda on bir kilo verdim ve yavaş hareket ediyorum. Kan şekerim çok düşük ve ketonlarım (vücudunuzun kalori yerine yağ ve kas yakarak ürettiği toksin miktarını ölçmenin bir yolu) çok yüksek. Kamran ve T zaten hastaneye kaldırıldılar.

Diğer tutsakların tepkisi inanılmazdı. Tutsaklar kadar adaletsizliği anlayan kimse yoktur: Açlık grevinde olsanız da olmasanız da birbirlerini ayakta tutan her zaman tutsaklar, hayatı cehenneme çevirenler de gardiyanlardır. Herkes beni kontrol ediyor, sıcak suyumun olup olmadığını soruyor, kendimin gölgeli bir versiyonu olsam bile hücreme gelip benimle sosyalleşiyor, ısınmam için bana kıyafet veriyor; kısacası çok cömertler. Bu, gardiyanlardan birinin diğer mahkumlara bize yardım ederlerse olumsuz davranış puanı alacaklarını söylemesine rağmen oluyor. Ve öyle de oldu: Qesser’e bir termos sıcak su getirdikleri ve çarşafını yıkadıkları için olumsuz davranış puanı aldılar. Neyse ki, o koğuşta kalanlar otorite figürlerine karşı doğru bir tutuma sahipler.
Dolayısıyla açlık grevi, hapishanenin gerçekliğini daha da keskinleştirdi: Gardiyanların bağırış çağırışları ve uyguladıkları kuralların keyfi oluşu… Onların ruh hali, bir tutsağın tüm hayatını zaten belirliyor. Ama bir yandan da açlık grevi hapishanenin önemini azaltıyor. Bu duvarların ötesindeki dünyaya odaklanıyoruz ve bu dünya çok daha gerçekçi görünüyor.
Birlikte güçlüyüz ve devleti yenmeye gerçekten muktediriz, ister bu çarpışmada olsun ister gelecekteki turlarda. Bu soykırımcı emperyalist cehennem çukurunun kendini sürdürebileceğine inanmıyorum çünkü dünyayı ayakta tutanlar, bir şeyler üreten, inşa eden, yetiştiren ve onaran insanlardır; bu para düşkünü manyaklar değil. Hapishanede, başka yerlerde olduğu gibi direnmemek için her zaman bir neden vardır: ‘Eğer sadece hapse gireceksek, eksi puan alacaksak veya paramızın yarısı alınacaksa direnmenin ne anlamı var?’ Ya da şikayetlerinizle ilgilenme sorumluluğunu avukatınıza yükleme veya ‘bakın, bir yargı incelemesi olacak ve her şey o zaman ortaya çıkacak!’ diye düşünmenin çekiciliği vardır. Direnmenin her zaman bir yolu vardır. Ama direnmenin hiçbir zaman anlamsız bir yanı yoktur. Ve açlık grevinde olmak, duyduğumuz her direniş eylemiyle beslendiğimiz bambaşka bir dünyayı gerçekten önümüze açtı. Hapishane, kendi şartlarına göre hayatta kalmamızı talep ediyor, ama artık kendi şartlarımıza göre yaşıyoruz ve onların üzerimizdeki gücünü ellerimizde, bedenlerimizde ve boş midelerimizde taşıyoruz.
Kendimizi daha eksiksiz bir gerçekliği hayal etmeye etmeye zorlamalıyız. İnsanlara direnişin ne kadar büyük bir enerji kazandırdığını ve dayanışma içindeyken nasıl güçlü olduklarını anlatmanın keşke bir yolunu bulabilsem. Aslında, sadece bir kez değil, her günün her dakikasında -bazılarımız için 33 gündür- harekete geçmek için gereken güce, iradeye, sorumluluğa, yaratıcılığa, becerikliliğe ve sevgiye sahibiz. Yaptığımız şeyin yeterli olduğunu asla hissetmiyoruz ama bir yandan da dünyanın en güzel şeyi gibi geliyor.
Bu yazının daha kısa bir versiyonu ilk olarak Guardian’da yayınlandı.
(*) Amu Gib, şu anda Bronzefield Hapishanesi’nde tutuklu bulunan bir aktivisttir.
Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!