Kampanyamızın Son Durağı Tuzla Aydınlı Oldu



Alınteri ve Köz olarak ortak örgütlediğimiz asgari ücret kampanyamızın son ayağında Tuzla Aydınlı’daki emekçilerle buluştuk.


Asgari ücretin politik bir sorun olduğunu, bu sorun karşısında emekçilerin elini güçlendirmek için atacakları ilk adımın hem bu hükümete ve onun politikalarına hem de bu sisteme karşı mücadele etmekten geçtiğini vurgulayan “Ne Asgari Ücret Ne Asgari Yaşam! Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni!” şiarlı kampanya bildirilerimizi esnaflara, dernek ve kahvelerdeki emekçilere ajitasyon yaparak dağıttık.

Ajitasyonlarımızda asgari ücreti işçilerin emekçilerin değil hükümet temsilcileri, patronlar ve patronların uşağı satılmış sendika ağaları belirlemeye devam ettikçe bu devranın böyle sürüp gideceğini söyledik. Hayatımıza başkalarının karar vermesine seyirci kalmamamız için organize sanayi bölgelerinden, işçi havzalarından, atölyelerden seçeceğimiz işçilerin temsil edeceği bir heyetin asgari ücret masasında olması gerektiğini vurguladık. Sadece bizi mahkum ettikleri kölelik zincirinin en görünür kısmı olan asgari ücret konusunda değil, çalışma ve yaşam koşullarımızı etkileyen her konuda kaderimizi elimize almamızın şart olduğunu belirttik.

Girdiğimiz dernek ve kahvelerdeki emekçiler ajitasyonumuzu ve bildirilerimizi ilgiyle karşıladı. Birkaç gün önce 28 bin 75 TL olarak açıklanan asgari ücretin kiralar 25-30 bin TL olmuşken bir sefalet ücreti olduğunu belirtenler, zenginliği asıl üreten işçilerin genel grev yapması, üretimi durdurması gerektiğini söyleyenler, milyonlarca emeklinin asgari ücret dahi alamadığını belirtip sitem edenler oldu.

Bazı köy ve mahalle derneklerindeki emekçilerle asgari ücretin dışında sohbet etme imkanımız da oldu. Bize kadınlarla ve gençlere yönelik daha fazla faaliyet yapmak istediklerini, bizim de dilersek çalışmalara katılabileceğimizi, devrimcilere kapılarının her zaman açık olduğunu söylediler.

Aydınlı’daki bildiri dağıtımımız bittikten sonra yirmi beşinci yılında 19-22 Aralık katliam ve direnişini anmak için DEM Parti Tuzla İlçe Örgütü’nün bürosunda Alınteri’nden Mürüvet Küçük ile bir sohbet gerçekleştirdik. Hem kampanya çalışmalarına katılanlar hem de sohbet için sonradan gelenlerle beraber bizzat direnişte yer almış Mürüvet Küçük’ü dinledik.

Küçük, 1994-2003 yılları arasında tutsak edildiği Buca, Burdur ve Uşak cezaevlerinde tutulduğunu belirterek 19-22 Aralık katliamına giden süreci kapsamlı bir şekilde anlattı. Hapishanelerin sermaye ve devleti açısından her dönem bir irade savaşı alanı olarak görüldüğünü belirten Küçük, saldırı ve direnişin süreklilik taşıdığını kaydetti. Cezaevlerindeki bu irade savaşının oldukça şiddetli olduğunu, kimi zaman devlete geri adım attırdıklarını, kimi zaman da kazanımlarının gasbedilmesi için kapsamlı saldırılara gidildiğini ifade eden Küçük, ‘80’den sonra yaşananlar bir yana ‘90’lı yıllar boyunca bu gerçeğin her etapta kendisini gösterdiğini dile getirdi.

‘90’larda dışarda gelişen mücadelenin cezaevlerinin konumunu özelleştirdiğini belirten Küçük, bu yıllarda işçi sınıfı, gençlik, memur ve emekçi mahallelerindeki antifaşist mücadelenin yükselişi içinde örgütlenen devrimci örgütlerin ezilmesi için kapsamlı operasyonlarla cezaevleri devrimci güçler açısından özel bir moral merkezi haline geldiğini, devletin de onların bu konumuna karşı tahammülsüz olduğunu, oralardaki devrimci ruhun dışarısıyla buluşmasını engellemek için özel bir çaba sarfettiğini dile getirdi.

Kendisinin bulunduğu Buca Hapishanesi’nde bunu somut olarak deneyimlediğini belirten Küçük, o dönem ilk cezaevi katliamının bölgesel anlamda özel bir moral merkeze dönüşen Buca Hapishanesi’nde gerçekleştiğini kaydetti. Tüm cezaevlerinde süreklileşmiş şekilde bir irade savaşı yaşanırken içerisinin dışarı açısından taşıdığı önemi bilerek ’96 yılında Ağar Genelgesi olarak bilinen ve aslında tecrit politikasında önemli bir adımı ifade edip merkezi konumdaki cezaevlerini de dağıtmayı hedefleyen genelgenin gündeme geldiğini hatırlattı. Eskişehir tabutluğu olarak bilinen cezaevinin açılması, infaz rejiminin değiştirilmesi ve Bayrampaşa-Buca-Ulucanlar cezaevlerinin dağıtılmasını içeren bu genelgeye karşı tutsakların Ölüm Orucu ve Süresiz Açlık Grevi direnişine gittiğini, 12 devrimci tutsağın ölümsüzleşmesiyle bu saldırının püskürtüldüğünü vurguladı.

Bu direnişin ardından cezaevlerini katı bir tecrit ve izolasyonla boğma teşebbüslerinin devam ettiğini, F Tiplerinin yapımına başlandığını ve bunlara geçişin ilk provasını Ulucanlar Hapishane’sinde yaptıklarını, o katliamın aslında 19 Aralık F Tipi saldırısının başladığının somut işareti olduğunu dile getirdi. Hemen ardından yaşanan Burdur operasyonunun da 19 Aralık provası niteliği taşıdığını belirten Küçük, 19-22 Aralık’ta 20 cezaevine eş zamanlı olarak düzenlenen operasyon sırasında Uşak Hapishanesi’nde olduğunu belirtti.

Bu kadar kapsamlı ve organize bir şekilde olacağını tahmin etmeseler de bu saldırıları aylar öncesinde öngördüklerini, bu saldırının stratejik nitelikte bir saldırı olduğunun altını çizerek içerde ve dışarda hazırlıklara başladıklarını ifade etti. O süreçte böyle bir saldırının uzun süreli ve zorlu bir saldırı olacağı öngörüsü üzerinden dünya devrimlerinden hapishane direnişlerini anlatan romanlar okuduklarını, sürece hazırlık kapsamında ölüm orucu gönüllülerinin netleştirildiğini, F Tipi saldırısı olduğu anda ölüm orucuna başlanacağı kararı aldıklarını belirtti. Saldırıların başladığı gün daha önce ölüm orucuna başlamış olan tutsakların önünde siper olduklarını, ellerinde ne varsa barikat kurduklarını, ancak zorla barikatın yıkılarak işkenceyle havalandırmaya götürüldüklerini anlattı. Tecrit hücrelerine dağıtıldıklarını, bu saldırıların aynı anda 20 cezaevinde de yapıldığını öğrendiklerinde ise bir öncekinden daha güçlü bir barikat kurduklarını ve üç gün sayım vermediklerini vurguladı.

Devrimci hareketi ezmek ve devrimcilerin halkla olan bağını zayıflatmak amacıyla planlanıp hayata geçirilen tüm bu süreç boyunca “İçeride Dışarıda Hücreleri Parçala!” şiarını kuşanarak devletin dayatma, saldırı ve katliam politikalarına karşı durduklarını vurguladı.

Bu konuşma sonrasında katılanların da sorular sorup görüşlerini belirtmesiyle sohbet canlı şekilde devam etti. Katılımcılar arasında 19-22 Aralık dönemini hapishanede yahut dışarıdaki eylemlerde geçirmiş tanıklar kendi deneyimlerini anlattı. ’90’ların sonunda zindanların neredeyse bir örgütlenme ve eğitim merkezine dönüştüğünü, bundan dolayı tutsak olma fikrini kimi zaman sevinçle karşıladıklarını belirttiler. 19 Aralık sürecinde devletin devrimcilere karşı etkili bir kara propaganda yaptığını, dışarıdaki desteğin azalmasının tutsakların direnişine ve tutsaklık sonrasındaki politik bağlara olan etkilerini konuştuk.

Devrimci hareketin zayıf olduğu bir dönemde 19-22 Aralık’ı tüm saldırılara karşı örgütlerinin isimlerini alınlarına yazarak canı pahasına direnen, elindeki tüm imkanlarla barikatlar kurup savaşan devrimcileri ön plana çıkararak anmak gerektiğini konuştuk. Siyasi tutsaklar sorununun bu kez de kuyu tipi hapishaneler yüzüyle karşımızda durduğu bir dönemden geçtiğimiz için bu konuya da sık sık değinildi. F tiplerinin devrimcileri tasfiye etmekte başarılı olamadığı gibi kuyu tiplerinin de olamayacağından bahsettik.  “İçeride Dışarıda Hücreleri Parçala!” şiarının bugün de siyasi tutsakların özgürlüğü için, kuyu tipi hapishane saldırılarına karşı verilmesi gereken mücadele için güncellik taşıdığı vurguları ön plana çıktı. Paylaşılan deneyim ve fikirlerin bugünkü mücadelemize ışık tutması temennisiyle sohbetimizi noktaladık.