Eylül Gökçin
Geçtiğimiz Mart ayında on sekiz kadın erkekler tarafından katledildi. otuz kadın şüpheli bir biçimde ölü bulundu. KCDP (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu) nin verilerine göre katledilen on sekiz kadından sekizinin hangi bahaneyle öldürüldüğü dahi tespit edilemezken, biri kızını korumak isterken, beşi ekonomik bahanelerle, dördü ise boşanmak istemek, barışmayı reddetmek, evlenmeyi reddetmek, ilişkiyi reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak istemesi bahanesiyle katledildi.
Bu topraklarda kadınlar kendi bedenlerine ve hayatlarına dair karar almak istediklerinde ya katlediliyor ya da şiddetin her türlüsüne maruz bırakılıyor. Bu şiddet bazen bir gözaltı sırasında çıplak arama işkencesi olarak dikiliyor kadınların karşısına ya da kolluk kuvvetlerinin arama bahanesiyle gerçekleştirdikleri bir taciz olarak. Öncekiler de bir yana, faşist iktidar blokunun 2025’i “Aile Yılı” ilan etmesinin ardından kadınlara yönelik yeni saldırı adımları da birbiri ardından gelmekte gecikmedi. Bütün bunlar kadınların bedenlerine ve kimliklerine yönelik ideolojik bir saldırı hattının köşe taşlarıdır.
İktidarın neden normal doğumda ısrar ettiği, bunu “fıtrat” olarak tanımladığı ideolojik bir toplumsal mühendislik meselesi olduğu kadar kadın doğurganlığının güvenceye alınması, ‘anneliğin örgütlenmesi’ boyutları var.
Gericiliğin meşhur argümanı: Fıtrat
Geçmişten bu yana aile vurgusu ve kadın doğurganlığının vazgeçilmez önemi konusunda hayata geçirmeye çalıştıkları politikaların tanığıyız. Geçtiğimiz haftalarda Bizzat AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerinde kadın ve erkek kimliğinin “fıtraten” gerekliliklerinin net bir şekilde dile getirilişini görüyoruz:
- “Fıtraten kadın ve erkekten oluşan insanı ayrıştırarak birbirine rakip ve düşman yapma…”
- “Nüfusun azalması ülkemiz için savaştan çok daha önemli bir tehdittir.”
- “Toplumun temeli olan aile kurumu, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de tehdit ve tehlike altındadır.”
- “Ailenin, aile kurmanın, çocuk sahibi olmanın daha önce hiç olmadığı kadar örselendiği bir dönemin içindeyiz.”
Bunların neden söylendiği ise malum: Kadının bir üretim ve yeniden üretim aracı olarak tepe tepe kullanılması, ailenin yüceltilerek kadının işkence ve cinayet mağduru olmak dahil her türlü sonuca gözü kapalı itaat etmesinin sağlanması!
Doğum oranlarının erkek devleti endişeye düşürecek oranlarda düşmesi ve bunun hızla eski seviyelere getirilmesi hatta onu da aşması çabası. Kapitalizme asker lâzım sonuçta! Kadın bedeni üzerinden bunun ve anneliğin yeniden örgütlenmesi erkek devlet açısından her dönem büyük ihtiyaç!
“Normal” ne demek?
Bu eril saldırganlık yakın zamanda tam da mekânın ruhuna uygun dedirtircesine seyircilerin neredeyse yüzde 95’nin erkek olduğu, her daim cinsiyetçi küfürlerin havada uçuştuğu bir futbol sahasında “Doğal olan normal doğumdur” yazılı bir pankart olarak çıktı karşımıza ve tabii ki hiçbir şey tesadüf değildi.
“Normal” sözcüğü ya da kavramı tarihsel süreçte iktidar ilişkilerinin kullanışlı bir paratoneri olarak işlevini başarıyla yerine getirmiş ve toplumsal denetimin güçlü bir aracı haline gelmiştir. Zira “normal” bütün bir toplumsal normlar ağını şekillendirir. Biraz daha derine inecek olursak kapitalist sistemde kadının doğurganlığı toplumun yeniden üretimi için bir zorunluluktur. Yani bir üretim ve yatırım aracıdır kadın. Dolayısıyla sistemin kadına biçtiği annelik rolü biyolojik olmaktan çıkıp ideolojik toplumsal bir “görev” haline gelir. İşte tam da bu yüzden, futbol aracılığıyla erkeklerin elinde bir kez daha sahaya sürülen “doğal olan normal doğumdur” söylemi doğumun sadece fizyolojik değil aynı zamanda politik bir mesele olduğunun en açık kanıtıdır. “Normal doğum” söylemi masumane bir sağlık tavsiyesi değil apaçık bir biçimde kadınların bedenleri üzerinde tahakküm kurmayı amaçlayan ideolojik bir propaganda mekanizmasının saldırgan dişlisidir. Apaçık bir şekilde görülüyor ki, “normal doğum” kadınların ve bebeklerin sağlığını değil doğum oranlarını artırmayı hedefleyen politikalarda da olduğu gibi sonuna kadar politiktir.
Sağlık Bakanlığı’ndan “Normal Doğum Eylem Planı”
Erkek futbolcular eliyle yürütülen bu eril kampanyadan önce, 2024 Ekim’inde faşist rejimin Sağlık Bakanlığı’na “Normal Doğum Eylem Planı” kapsamında hazırlattığı kamu spotunda kadınların vajinal doğum yapması başarılı, sezaryen ile doğum yapması başarısız ilan ediliyordu. Normal doğum yapan annelerin bebekleriyle daha sağlıklı bir bağ kurduklarını kehanetinde bulunuluyor, “Doğal olan normal doğum”dur denilerek kadınların bedeni üzerinde bir kez daha tahakküm kurmaya çalışılıyordu.
Sezaryenle doğum başta olmak üzere kadınların bedenleri üzerindeki tasarruf dünyanın her yerinde haktır. İnsan, kadınların duygularına hitap etmeye çalışan bu yeni saldırının ardında yatan ne, ‘acaba bu kez hangi kadın düşmanı dalaverenin peşindeler’ diye düşünmeden edemiyor. Cevabı İstanbul Tabip Odası vermişti:
Sezaryen oranlarının yüksek olmasının en temel nedeni, hekim veya hasta tercihleri değil vajinal doğum için gerekli destek mekanizmalarını kapsayan sağlık politikalarının üretilemiyor olmasıdır. Vajinal doğumun yaygın olduğu ülkelerde karşımıza çıkan gebelere hem tıbbi bakım veren hem de onları duygusal olarak destekleyen ebelik sisteminin bitme noktasına getirilmiş olması başlıca nedenlerden biridir. Koğuş gibi doğumhaneler, performans sistemi, ebelik sisteminin fiilen işlemez oluşu, kız çocuklarını kapsamlı cinsellik eğitiminden yoksun bırakarak doğum korkusunu büyüten politikalar bu artışın temel nedenidir.
Keza her kadının bedeni normal doğuma elverişli değildir. Sezaryen doğum kadınlar için çoğu zaman tercih değil bir zorunluluktur. Hatta kadın bedeninin giderek incelmesi sonucunda pelvis çapı (leğen kemiği) daralmaya başlamış ve “normal doğum” işlemi kadınlar açısından giderek zorlaşmaya başlamıştır.
Hepimiz biliyoruz zarların hileli olduğunu; bu söylem ve uygulamaların bir sağlık politikası olmaktan çok siyasal erkin aile ve nüfus odaklı politikalarının bir parçası olduğunu. Sağlık Bakanlığı’nın tıp merkezlerindeki “planlı sezaryen” yasağının kadın bedenine ve tercihlerine doğrudan müdahale anlamına geldiğini. İktidarın sopayı artık aba altından göstermediğini. O sopayı adım adım “normal”leştirmeye çalıştığını…
Özcesi, tüm kadınların hayatlarına dair aldıkları kararlar, doğum tercihleri dokunulmazdır. Vajinal doğum ya da sezaryen fark etmeksizin kadınlar kendi kararları doğrultusunda istediği doğum yöntemini tercih etmekte özgürdür. Kaç çocuk doğuracağımıza, ne zaman ve nasıl doğuracağımıza ya da doğurup doğurmayacağımıza dair karar bize aittir.
Bedenimiz, hayatımız, kararımız bizim!