Bilime ve Akla Aykırı, Yanlış ve Tehlikeli Perspektif



Türk tekelci burjuvazisi ve şovenizmin bölgesel yayılma hayallerine katkıda bulunma sözü temelinde “devletle bütünleşmeyi” amaçlayan stratejik bir yönelimin özünü perdeleyebilmek için Marksizm’in ve sosyalizmin tarihsel pratiğinin hedef haline getirilmesine seyirci kalamayız


PKK’nin silahlı mücadeleye son vererek kendisini feshetme kararının ardından kamuoyuna yansıyan Abdullah Öcalan’ın Perspektif metni KÖH’nin yeni yönelimi konusundaki tartışmaları kamçıladı.

İnsanlık tarihinden felsefeye, sistem değerlendirmelerinden antropolojiye, karşılaştırmalı din ve mezhep çözümlemelerinden Marksizm’e ve sosyalizmin tarihine ve tabii ki dünya, Ortadoğu, Türkiye tahlilleriyle bağlantısı içinde Kürt ulusal gerçekliği ve onun tarihine ilişkin çok daha geniş olduğu söylenilen bir çalışmanın özünü oluşturan tez ve görüşlerin yoğun tartışmalara ve eleştirilere konu olması doğal.

Bu konuda kabaca iki ana kutup ortaya çıkmış durumda:

Bir kutbu, bu tezler temelinde girilen stratejik yönelimin kendisini şimdiden gösteren siyasal ve ideolojik sonuçlarından hareketle bu gidişi “tasfiyecilik, teslimiyet, reformizm, inkarcılık, Kürt halkını, onun tarihsel duruşunu ve yarattığı değerleri aşağılama” vb. olarak gören değerlendirme ve eleştiriler oluşturuyor.

Bunun karşı kutbunda ise içine girilen sürecin çıplak gözle dahi görülebilecek kadar açık ideolojik-siyasi tavizkar karakterinin KÖH kadroları ve kitlesinde yarattığı şaşkınlık ve kaygıların büyüyüp derinleşmesine meydan vermemek kaygısıyla da olsa bilimin, felsefenin, sosyolojinin, tarihin, antropolojinin ve Marksizm’in temel tez ve gerçekleriyle fütursuzca oynayan Perspektif’i “çığır açıcı yeni bir düşünsel devrim”, “insanlığın kurtuluşu ve barışa giden yolu gösteren çağın manifestosu” vb. olarak gösterip parlatmaya çalışan rasyonalizasyon çabaları bulunuyor.

Birbirlerine taban tabana zıt bu iki kutup bazı ortak özelliklere sahip. Bunların başında ürkütücü bir sübjektivizm ve tek yanlılıkla malul olmaları geliyor. İkinci olarak, kullandıkları kavram setleri farklı olsa da ikisi de kendilerine hak vermeyen karşıtlarını aşağılayıcı saldırgan bir dille mahkum etme çabasında birbirlerinden geri kalmıyorlar. İşin tuhafı, her iki taraf da “kendilerini anlamamakla” suçladıkları muhataplarından tek taraflı bir ‘saygı’ bekliyor.

PKK’nin öncekilerden daha derin ve kapsamlı bir ideolojik siyasi kırılma yaşadığının farkında olan birinci gruptaki muhalifler, en başta KÖH’ün hem gerilla alanında yaşadığı tıkanma hem de genel bölgesel dengeler açısından karşı karşıya bulunduğu risklerin farkında görünmeyen bir tek yanlılık içindeler. Silahlı mücadeleye son verilmesi ve PKK’nin feshi konularında görüntüye takılmış dogmatik bir düz mantıkla hareket ediyorlar. Silahlı mücadelenin, Öcalan’ın yaptığı gibi ilkesel düzeyde reddedilip mahkum edilmeye kalkılması günümüz dünya ve Ortadoğu gerçekliği koşullarında akıl alır yanı olmayan vahim bir ideolojik tavizdir. Ruhsal ve düşünsel bir yorgunluğa sürüklenmemiş devrimci bir yaklaşım açısından bunun lamı cimi olmaz. Lafta kalmayan bir devrimcilik açısından bu ilkesel bir tutum ve ayrım konusudur.

Ne var ki işin sadece bu yönünü görüp bundan hareketle “tasfiyecilik, teslimiyet” eleştirileri yapan dogmatik yüzeysellik hem Kandil’in bu adımların atılabilmesini bağladığı koşulların devletin bugünkü yaklaşımı ve sürdürmekte ısrarlı olduğu tarihsel refleksleri koşullarında ipe un sermenin politik bir biçimi olduğu gerçeğinin farkında olmadığını göstermiş oluyor hem de PKK’yi kendinden önceki ve çağdaş Kürt hareketi ve örgütlenmelerinden farklı kılan, bu anlamda PKK’yi PKK yapan silahlı mücadelede ısrarın (öncesi de olmakla birlikte) özellikle son 10 yıldır yaşadığı tıkanmanın farkında görünmüyor.

Bu coğrafyada sembolik olmanın ötesine geçen gerçek bir gerilla hareketinin ne olduğunun/nasıl olması gerektiğinin örneğini yaratan PKK’nin gerilla mücadelesi özellikle 1990’lı yıllarda yakaladığı inisiyatif ve üstünlüğü 2010’lu yıllardan itibaren adım adım yitirdi. Irkçı faşist Türk devletiyle silahlı savaşımın hem ağırlık merkezi Kuzey’den Güney Kürdistan’a kaydı hem de gerilla savunma konumuna itildi. Bu değişime yol açan asli nedenlerden biri Türk devletinin arkasındaki NATO desteği ve önceden de sahip olduğu fakat 2000’ler sonrası güçlendirip çeşitlendirdiği teknolojik üstünlüktü fakat tek neden bu değildi. Kuzey Kürdistan’ın sosyo-ekonomik yapısındaki değişimle iç içe geçen kirli savaş uygulamaları sonucu hem gerillanın kadrosal beslenme kaynakları hem de lojistik olanakları daraldı. Yanı sıra Kuzey’de yıllardır süregelen savaş yorgunluğundan da beslenen orta sınıf ruh halinin özellikle yasal siyaset alanında kazandığı etkinlik yanında Irak ve bölge genelinde değişen dengeler, Türk devletinin özellikle de Barzani yönetimiyle geliştirdiği karşılıklı çıkara dayalı ilişkiler bu sonucu doğuran ana etkenler oldu.

Bu arada KÖH hem Türkiye hem de bölge genelinde halkların ve demokratik güçlerin etkin desteğinden mahrum kalırken kendisine düşman farklı gerici burjuva güçlerin birleşik husumetiyle karşı karşıya kaldı.

Bütün bu dezavantajlara rağmen gerilla elbette yenilmedi ve teslim olmadı fakat Türk burjuva devletini geri çekilmeye zorlayacak bir pozisyon elde etme şansı ve olanağından da giderek daha fazla uzaklaştı. Bu arada Rojava sahasında hem tarihsel bir olanak yakalandı ama hem de Tamil ya da Filistin hareketinin yaşadıklarına benzer tarihsel bir kırımla karşı karşıya kalma riski belirdi.

Koşullar ve dengeler bu denli aleyhine dönmüşken hareketin eski tarz ve politikalarda ısrarını sürdürmesi zor olmakla kalmayıp akılcı bir tutum da olmazdı. Düşmanlarının birleşik baskısını hafifletip kendisine zaman kazandıracak, nefes alma ve hareket olanaklarını genişletecek bazı politik manevralara girişmesi, bu bağlamda bazıları ciddi siyasi tavizler verme zorunluluğunu hissetmesi anlaşılır bir durumdu. Bunu görmeyen ve anlamamakta ısrarlı mekanik tepkileri ciddiye almanın da hak vermenin de olanağı yok.

Fakat burada kritik noktayı koşulların dayattığı politik/askeri geri çekilme kapsamında verilen tavizlerin sınırı ve kapsamı oluşturuyor. Askerlikte de siyasette de koşulların dayatmasıyla karşı karşıya kalınan geri çekilme zorunluluğunun zaman kazanıp güç toplayarak yeniden ileri atılmayı mümkün kılacak kontrollü ve geçici bir geri adım mı yoksa her şeyin geride bırakılıp bordadan atıldığı bir inkar yönelimi mi olduğunu tayin eden nokta burasıdır çünkü. Abdullah Öcalan’ın Perspektif metninde ifadesini bulan görüşlerini ikinci kapsamda bir yönelim olarak değerlendiriyoruz.

Ayrımsız bütün büyük anlatıları özgür düşünmeye imkan bırakmayan cendere olarak gören post modernizme özgü bir ‘rahatlıkla’ bilimsel sosyalizm öğretisi olarak Marksizm başta olmak üzere materyalist felsefeye, ekonomi politiğin, tarihin, sosyolojinin, antropolojinin bazıları yüzyıl öncesinde sonuca bağlanmış tez ve kabullerini “cahil cesareti”yle ters yüz etmeye soyunan bu yönelimi her şeyden önce önüne koyduğu stratejik amaç (“devletle ve toplumla bütünleşme”), yürütülüş biçimi (bu kez daha da sıkı kapatılmış kapılar arkasında devlet yetkilileriyle ortak çalışma grubu) ve temellendirilişinden (Türk tekelci burjuvazisi ve şovenizmin bölgesel yayılmacı hayallerine hitap) dolayı kabul edilemez buluyor ve şiddetle karşı çıkıyoruz.

Öcalan bu konuda daha açık sözlü. Amacını ve izlenen yöntemi gizleme ihtiyacı duymuyor. Tersine, kamuoyuna yansıyan yazılı metinler ve görüşme tutanaklarında bununla övünüyor. Fakat PKK’nin silahlı mücadeleden vazgeçerek kendisini feshetme kararında somutlanan son yönelimin hareketin kadroları ve kitlesi içinde bile şaşkınlıkla karşılanan bu politik özünü perdeleme çabasına giren kalemler ve politik şahsiyetler dikkatleri başka yönlere çekme çabası içindeler. Kimi konularda politika ve taktik değişikliğine gitme zorunluluğunu doğuran nedenleri de içerecek tarzda olguları adlı adınca tanımlama cesaretini gösterecekleri yerde gerçekleri eğip bükmeye çalışıyorlar. Öcalan’ın farklı bilimsel disiplinler açısından ciddiye alma olanağı olmayan tez ve görüşlerine olağanüstü bir anlam ve misyon yüklemekle kalmayıp Marksizm’i ve sosyalizmin tarihsel pratiğini hedefe çakıyorlar. Türkiye solunun ve devrimci hareketinin teorik ve pratik tarihsel müktesabatını hafife alıp her fırsatta küçümsemeye çalışan haddini bilmezliklerin sözünü etmiyoruz bile.

Kendi adımıza bizler insanlığın kurtuluşuna giden yolun ifadesi olarak gördüğümüz sosyalizmi bilimsel bir temele kavuşturan Marksizm Leninizm’i ve onun ruhunu oluşturan diyalektik materyalist yöntem ve tarih anlayışını benimsemiş komünistleriz. Kimseden her konuda bizimle aynı düşünmesini beklemeyiz. Ancak bizim dünya görüşümüze dair samimi eleştirel bir iddiayla ortaya çıkılacak olursa her şeyden önce teorimize asgari bir hakimiyet ve gerçeğe saygı bekleriz. Bilimsel sosyalizm öğretisi olarak Marksizm’in temel tez ve görüşlerine hakimiyet şurada dursun birincil kaynaklardan okuyup okumadıkları dahi şüpheli sözde ‘aşkın teori’ girişimlerine Dühring gibilerden beri aşinayız ve horgörüyle yaklaşırız. Çoğu kez ciddiye bile almayız. Ama her kim ‘aşkın teori’ üretimi ve onun saçmalıklarını rasyonalize etme adına bizim bilimsel devrimci dünya görüşümüzle ilgisi dahi olmayan spekülasyonları Marksizm’e ve sosyalizme atfetmeye kalkıp o temelde üretilmiş altı boş fantezileri “yeni bir sosyalizm anlayışı” olarak göstermeye ve bu temelde rasyonalize etmeye kalkışırsa ‘orada dur’ demeyi hem bir sorumluluk hem de kendimize saygının gereği olarak görürüz.

Bizler materyalist bir tarih anlayışına sahibiz. Tarihte bireylerin rolünü ezilip sömürülen sınıflar ve kitlelerin rolüne kıyasla ikincil, bu bağlamda ön açıcılığı ölçüsünde anlamlı ve değerli görürüz. Bu temelde oynanan ön açıcı rollerin hakkını teslim etmekte hiçbir komplekse kapılmayız. Lakin tarihin asıl devindirici gücü olan kitleleri ‘sürü’ gözüyle görüp kendisini adeta tanrılaştıran “üstün birey” anlayışına dayalı her türlü tarih anlatımını tam da sınıf olarak burjuvaziye özgü idealist bir tarih anlayışının tezahürü olarak görür ve küçümsemeyle karşılarız.

Sınıflı toplumlara özgü bütün üstyapı kurumları gibi devleti de ‘kendinde şey’ olarak değil insanlık tarihinde sınıfların ortaya çıkışının da nedenini/temelini oluşturan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzeninin ürünü olarak görürüz. Ulus devlet ise üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan bu egemen sınıf iktidarının kapitalizm koşullarında aldığı tarihsel biçimi ifade eder. Dolayısıyla bizim dünya görüşümüze göre dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı şu veya bu sömürücü egemen sınıfa özgü devlet biçimleri değil devlete ihtiyaç doğuran sınıfsal bölünme ve ona da yol açan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzenidir. Dolayısıyla bu ilişkinin temellerine yönelmeyen bir “devlet karşıtlığı” Marksist dünya görüşüne göre altı boş keskin devrimci bir retorikten öte bir anlam taşımaz. Üstelik söylemde bütün belaların kaynağı olarak gösterilen bu fanatik “devlet karşıtlığı” bizatihi burjuva faşist bir devletin yetkilileriyle ortak çalışma grubu masalarında üretiliyorsa bu fantastik yaklaşım ve tezleri ciddiye alıp uzun boylu tartışma konusu yapmak büsbütün anlamsızlaşır.

Öte yandan her kim Marksizm-Leninizm’i, egemen sömürücü bir azınlık adına toplumun dışında ve üstünde bir güç olarak ona hükmeden despot ve asalak bir kurum diye tanımladığı devleti kutsayıp yüceltmekle suçlamaya yeltenirse, o, Marksizm ve onun devlete yaklaşımı konusunda koyu bir cehalet içinde demektir. Marksizm’in devlet konusuna yaklaşımını  anlamak şurada dursun, onun bu konudaki temel kaynaklarını okuduğu dahi kuşkuludur.  Muhtemelen ikincil, üçüncül kaynaklarda dile getirilen liberal tahrifatlardan beslenmiştir.

Marksizm devleti her şeyden önce ‘üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sömürücü egemen sınıfın sömürülen sınıfları denetim altında tutmak amacıyla ihtiyaç duyup kullandığı baskı ve egemenlik aracı’ olarak tanımlar. Bu özelliğinden dolayı tarihin tanık olduğu bütün devlet biçimleri küçük bir azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatörlüğüdür. Öte yandan Marksizm, devleti hiçbir zaman ezeli ve ebedi bir kurum olarak görmemiştir. Tam tersine, onun sınıflara bölünmenin ortaya çıkışının ardından ortaya çıktığını, sömürünün ve sınıfların ortadan kaldırılması sürecine paralel olarak gereksizleşip tasfiye olacağını savunur. Bu tarihsel misyonu yerine getirebilecek yegane sınıf ise özel mülkiyetle ilişkisi bizatihi kapitalizm tarafından sonlandırılıp elinde işgücünden başka ‘mülk’ bırakılmamış proletaryadır.

Proletarya bu tarihsel misyonu yerine getirebilmek için öncelikle burjuvazinin elindeki bu tahakküm aracını şiddete dayanan devrim yoluyla parçalayıp ele geçirmek zorundadır. Aksi taktirde kapitalizmi aşan yeni bir üretim ve toplumsal ilişkiler sistemi kurmak şurada dursun, burjuvazinin çıkarlarını zedeleyip tehdit edecek az çok anlamlı bir kazanım ve kalıcı sonuçlar elde etme olanağı dahi yoktur. Egemen burjuvaziyi ürkütmeden yol alınabileceği yanılsamasıyla merkezi iktidar sorununun üzerinden atlayıp etrafından dolanarak yeni bir ekonomi ve toplumsal ilişkiler düzeni inşa edilebileceği hayalini gören görüş ve yönelimlerle Marksizm’in tarihinde de TDH’nin tarihinde de çok karşılaşılmıştır. Yerel yönetimlerin ele geçirilmesine dayalı bu eğilimler Marksist literatürde ‘Belediye sosyalizmi’ olarak tanımlanır. Gerek bunlar gerekse Marksistlik hatta sosyalistlik iddiası taşımayan Marksizm dışı benzer yönelimler içinde bugüne kadar başarılı olmuş tek bir tarihsel örnek yoktur. Ütopik sosyalistlerin Marx ve Engels öncesi giriştikleri denemeler bu hayalciliğin ilk tarihsel örnekleridir. Sonrasında özellikle 1960’lardan sonra küçük aydın gruplarının hiçbiri uzun ömürlü olamamış ‘komün tipi yaşam’ girişimlerini saymazsak yakın tarihte dünya çapında büyük ilgi ve heyecanla karşılanan Zapatista Hareketi’nin gidebildiği nokta ortadadır. Dolayısıyla her kim merkezi iktidar sorunundan koparılmış bir devrim ve sosyalizm iddiası ve projesiyle ortaya çıkıyorsa hayal görüyor ve hayallerle oynuyor demektir.

Kaldı ki tarihsel deneyim birikimi, söylemde çok sarsıcı ve radikal görünen içi boş bu ütopizmin sınıflar mücadelesinin doğasından kaynaklanan gerçeklerle karşı karşıya kaldığı  zaman nasıl kendi sözünü inkar zorunluluğu duyduğuna dair de eğitici örneklere sahiptir. İspanya İç Savaşı sırasında anarşistlerin hakim oldukları bölgelerde söylemde şiddetle karşı çıkıp eleştirdikleri ‘otoriter iktidar’ örneği olarak beledi kurumlar ve yönetimler kurmak mecburiyetinde kalmaları bu açıdan öğreticidir. Keza bugün Rojava’da henüz yeterince kökleşip serpilmemiş yerele dayalı özerk yönetim pratiğinden ciddi tavizler verme pahasına HTŞ ile anlaşarak Şam’daki merkezi yönetimde pay sahibi olmanın yollarını aramak benzer bir yaman çelişkidir.

Marksizm’in tarihsel önderlerinden Lenin, her devrimin temel sorununu iktidar sorunu olarak tanımlar. Öcalan ve onun ileri sürdüğü her görüş ve teze kutsallık atfeden takipçileri bu devrimci tezin gerekçesini ve anlamını tarihsel bağlamından kopararak Marksizm’in en büyük günahlarından biri olarak gösterme çabasındadırlar. Onlara göre bu “iktidar düşkünlüğü”dür ve hem 20. yüzyılın sosyalizm pratiklerindeki yozlaşmanın hem de Marksist hareketin ve TDH’nin günümüzde yaşadığı tıkanmanın temel nedenlerinden biridir. Halbuki merkezi iktidar sorununun hem burjuvazi ve kapitalist sömürü düzeninin yıkılabilmesi hem de içinden çıktığı kapitalist toplumun lekelerinden henüz kurtulamamış olan sosyalizmin inşa sürecinde yeni bir üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler sistemi kurabilmek açısından taşıdığı önemi anlayıp tasavvur edebilmek için Lenin’in Devlet ve İhtilal çözümlemesini peşin hükümsüz okumak dahi yeterlidir.

Devrimci proletarya merkezi iktidarı ele geçirmeye her şeyden önce toplumun ezici çoğunluğunu sömürme ayrıcalığından gönüllü olarak vazgeçmeyeceği gibi yenildikten sonra da yitirdiği o eski cennete yeniden kavuşabilmek için elinden geleni yapacak olan burjuvaziyi baskı ve denetim altında tutabilmek için ihtiyaç duyar. Bu anlamda proleter devlet de elbette bir baskı ve zor aracıdır. Yalnız kendinden önceki sömürücü sınıf devletlerinden farklı olarak o, bu kez toplumun ezici bir çoğunluğunun eski konumunu yitirmiş küçük bir sömürücü azınlık üzerindeki diktatörlüğüdür. En başta bu özelliğiyle ‘bilinen anlamda devlet’ değildir. Proleter devlet, ikinci olarak örgütlenme biçimi ve asli işlevi yönüyle ‘klasik anlamda devlet’ten farklıdır. Marksist teorinin kurucu önderleri Marx ve Engels, onu bu yüzden “sözcüğün bilinen anlamında devlet olmayan devlet” olarak tanımlarlar. Onların da ilk eserlerinden itibaren tarihsel bir zorunluluk olarak kabul ettikleri ve ‘proletarya diktatörlüğü’ olarak tanımladıkları bu “devlet olmayan devlet” aynı zamanda ‘devlet’ denilen asalak zorba örgütlenmenin sönümlenerek tasfiyesine giden tarihsel sürecin başlangıcıdır.

Ekim Devrimi sonrasında kurulan Sovyetler Birliği başta olmak üzere 20. yüzyıldaki sosyalizm pratiklerinin bu konuda zamanla yoldan sapıp yozlaştıkları bilinen bir vakıadır. Fakat bu sonucun hangi nesnel ve öznel etkenlerin birbirlerini besleyip büyüten toplam sonucu olduğuna gözlerini kapatarak sorunu salt “iktidar düşkünlüğüne” bağlayıp burjuvaziyi ürkütmemek için merkezi iktidar sorununu telaffuz dahi etmekten kaçışın gerekçesi haline getirmek ciddiye almaya değer bir görüş ve eleştiri olarak görülemez.

Bu temeldeki eleştirilerin ciddiyetsizliği, Paris Komünü’ne dair yorum ve iddialar sırasında zirveye çıkıyor. Anti Marksist, anti komünist propagandanın Marksizm’i ve onun tarihsel önderlerini itibarsızlaştırma amacıyla başvurdukları tahrifat ve uydurdukları yalanların yabancısı değiliz. Fakat “aşkın teori” örneği olarak ciddiye alınması istenen iddialı bir metinde  tarihteki ilk proletarya diktatörlüğü deneyimi olan Paris Komünü’nün adından hareketle onu dönemin Fransası’ndaki belediye örgütlenmelerinden biri olarak gösterilmeye çalışılmasına ve Marx’ın Komün’e ilgisinin de tamamen kimi yoldaşlarının kaybından duyduğu üzüntüden ileri geldiği iddiasına ilk kez tanık oluyoruz. Komün, Fransız idari sisteminde belediyeye karşılık gelen en küçük yerel yönetim birimidir. Temel tezleri Bookchin’den alınan liberter bir belediye sosyalizmi anlayışına tarihsel dayanak yaratmak amacıyla Paris Komünü’nü bu kapsamda anmak ancak bilgi sahibi olunmayan konularda bile ‘fikir’ sahibi olmakla mümkündür.

Paris Komünü, tarihte proletaryanın ilk merkezi iktidar girişimidir. Marksist teorinin kurucu önderleri “göğü fethetmeye yönelen” olağanüstü cesaret ve gözüpekliği yanında o deneyimi bu özelliği nedeniyle de heyecanla karşılamış ve bu temelde değerlendirmişlerdir. Marx, Komün’ün en büyük hatasını ele geçirdiği merkezi iktidar gücünü yeterince kararlı kullanmamasında görmüş, Merkez Bankası’na el koymamasıyla Versay’a kaçmış olan burjuvazinin üzerine yürümeyip ona toparlanma fırsatı vermesini bu vahim hatanın somut örnekleri olarak eleştirmiştir. Bu eleştirilerine rağmen Marx ve Engels, Marksist teorinin ölümsüz temel metinlerinden biri olan Komünist Manifesto’da tek değişikliği Komün deneyiminden çıkardıkları dersi ekleyerek yapmışlardır. O değişiklik de o güne dek teorik bir sonuç ve tanım olarak kullandıkları proletarya diktatörlüğünün hangi temel ilkeler üzerinde nasıl örgütlenmesi gerektiği üzerinedir. Nitekim Engels, ömrünün sonlarına doğru kendisine proletarya diktatörlüğünün neye benzeyeceğini soranlara, “Proletarya diktatörlüğünün ne olduğunu ve nasıl örgütlenmesi gerektiğini görmek istiyorsanız Paris Komünü’ne bakın” yanıtını vermiştir.

Abdullah Öcalan’ın eleştirmenin de ötesine geçerek “tamamlama” ve “aşma” iddiasını taşıdığı Marksizm konusunda bilgisizlikle birleşen özensiz hoyrat tutumu, Marx’ın hayatı ve Kapital’in kaleme alınma sürecine dair magazinel iddialarında da kendisini gösteriyor. Marx’ın ailesinin karnını doyurabilmek için gömleğini satmak zorunda kaldığı, Kapital’i de bu geçim gailesi nedeniyle kaleme aldığı iddiası fazlasıyla rahatsız edici bu saygısız yaklaşımının tezahürleridir. Ailesiyle birlikte Almanya’yı terk etmek zorunda kalan Marx’ın yaşamı boyunca geçim sıkıntısı çektiği Marksizm’e aşinalığı olan hemen herkes tarafından bilinir. Aralarında imrenilesi bir yoldaşlık ilişkisi bulunan Engels’in onu bu konuda hiç yalnız bırakmayıp var gücüyle destek olduğu da sır değildir. Yoldaşlık ilişkileri konusunda örnek alınması gereken bu sahiplenme ve paylaşım, her ikisinin diğer bütün eserleri sırasında olduğu gibi Marksist teorinin temel taşı olan Kapital’in yazım sürecinde de hem maddi hem de düşünsel paylaşım şeklinde aksamadan sürer. Gerçek bu kadar açık ve yalınken, Kapital gibi 150 yılı aşkın bir süredir ayakta kalmış, içerdiği kapitalizm çözümlemesinin derinliği ve geçerliliği bugün tekelci burjuvazinin değişik temsilcileri tarafından bile sık sık dile getirilen bir düşünsel anıtın bu şekilde magazinel bir yaklaşım konusu yapılması en hafif tanımla yakışıksızdır.

Abdullah Öcalan’ın Serxwebun’un son sayısında yayınlanan Perspektif metnine dair değerlendirme ve eleştirilerimizi sürdüreceğiz.