Abdullah Öcalan’ın KÖH’e önerdiği son stratejik yönelim temelinde toplanan PKK 12. Kongre’sine gönderdiği Perspektif başlığını taşıyan metin, PKK’nin silahlı mücadeleye son vererek kendisini feshetme kararı kadar ‘sarsıntı’ ve ‘şaşkınlık’ yarattı.
Daha önce “Asrın Çağrısı”, “Yeni Tarihsel Dönemin Manifestosu” vb. gibi olağanüstü anlamlar yüklenen 27 Şubat Çağrısı gibi bu metin de ‘abartı’ sözcüğünün hafif ve yetersiz kalacağı yüceltme çabaları yanında özellikle Kürt toplumsal gerçekliğini ve tarihini okuyuşuyla Alevi inancına ilişkin aşağılayıcı ifadelerine tepki gösteren, bu anlamda parçayla sınırlı eleştirilere hedef oldu.
Kendi adımıza, Perspektif olarak adlandırılan o metnin içeriğinin şu ya da bu yönünden de önce amacını ve oynadığı rolü önemli görüyoruz. Bilimin ve aklın sınırlarını fazlasıyla zorlayıp düpedüz çiğneyen ‘şok edici’ yorum ve iddialarıyla o metin ‘sarsıcı’ bir özelliğe sahiptir sahip olmasına fakat şu tarihsel eşikte bu sarsıcılık, düşünmeyi kışkırtan olumlu bir sarsma olarak görülemez. Tersine, KÖH’ün çekilmeye çalışıldığı zeminin gerçeklikle bağı ve gerçekleşme şansı üzerinde durulup yoğunlaşma yerine dikkatleri ve tartışmayı başka yönlere çeken bir sis bombası özelliği taşımaktadır. PKK’nin fesih gerekçesi ve yeni dönem paradigmasının esasları gibi yeni yönelimin asıl can alıcı konularına 21 sayfalık metnin sadece son iki sayfasında şöyle bir değinilip geçilmiş olması metnin bu özelliğini görmek için yeterlidir.
Abdullah Öcalan’ın İmralı’da “devlet yetkilileriyle üzerinde çalıştıklarını” ifade ettiği “yeni paradigma”nın bugünkü dünya, Ortadoğu ve Türkiye koşullarında ne anlama geldiği, içeriği de bir yana gerçekleşme şansı üzerine görüşlerimizi gelecek yazımızda ortaya koyacağız. Ancak ondan önce, yeterince bilgi sahibi olmadığı görülen konularda bile rahatsız edici bir ‘rahatlıkla’ iddialı cümleler kurduğu o karmaşık ve bulanık metinde derin bir hikmet bulan ve bu temelde reklam edilen Perspektif metninin kimi tezlerine dair eleştirel kayıtlarımızı spotlar halinde belirtmekle yetineceğiz.
***
Öcalan’ın tarihsel gelişmeleri kişisel özne merkezli ve idealist bir zemin üzerinden yorumlayan yaklaşımı, Kürt sorununun sınıfsal karakterini bulanıklaştırmakta, ulusal mücadelenin tarihsel materyalist temellerini tahrif etmektedir. Öcalan’ın “önderlik gerçeği” kavramı, tarihsel ilerlemeyi bireysel sezgi, ruhsal aydınlanma ve öznel irade ile açıklayan bir tür modern mit yaratımı özelliği taşıyor.
Zaten kendisi de uzun süredir savunduğu bu temeldeki görüşleri mantıki sonuçlarına vardırarak işçi sınıfı merkezli düşünmenin, tarihte zorun rolünün miadının dolduğunu daha açık bir şekilde dile getiriyor, Marksizm’e yönelik eleştirilerini de bu temel yaklaşım üzerinden kuruyor. Ki sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim:
Bu yaklaşımlar Öcalan’ın yaklaşımı olmadığı gibi yepyeni tartışmalar da değildir. Sosyalist kampın ‘50’lerden sonra yaşamaya başladığı teorik tıkanıklık ve krizin aşılması adına Marksizm’in eksik yönlerinin tarihsel gelişmenin ortaya çıkardığı yeni soru ve sorunlara yanıt verecek biçimde tamamlanması iddiasını taşıyan özünde aynı söylemde farklı sayısız “teori” üretildi. Bu çabalar 1989 sonrasında adeta patlama yaptı. Öcalan’ın 2000 sonrası İmralı’da sahiplenip kendi renklerini de kattığı ABD’li anarşist Bookchin’in “toplumsal ekoloji teorisi” olarak tanımlanan görüşlerinin popülerleşmesiyle Ernest Laclau-Chantal Mouffe ikilisinin üretimi “radikal demokrasi” teorileri bunlar arasındaydı. Bu teorilerin hemen hepsinin ortak noktası, merkezlerine Marksizm’in işçi sınıfının rolü ve gelecek perspektifini (zorun reddi, işçi sınıfının yerine halkın konulması gibi) tartışmayı koymuş olmalarıdır. İçlerinden bazıları liberal demokrasinin biraz daha zorlanırsa sosyalizme çok yakın olduğunu bile iddia edebiliyordu.
Öcalan, geleneksel Kürt isyanlarını ve onların önderlerini (Şeyh Sait, Seyit Rıza vb.) dinsel ve aşiretçi temelleri üzerinden mahkûm ederken, onların sınıfsal karakterini de bu isyanların ortaya çıktığı koşulları da görmezden geliyor. Feodaliteden kapitalizme geçişte Kürt toplumunun yaşadığı sancılar ne bir “kültürel yok oluşun trajedisi” ne de bir “mistik kırılma”dır. Bu tarihsel süreç, bölgedeki üretim ve toplumsal ilişkilerin dönüşümüyle bağlantılı yani diyalektik olarak açıklanması gereken bir durumdur. Kürt ulusal varlığının reddine karşı gelişebilecek bir isyanın o tarihsellik içinde başka türlü olması mümkün müdür ki bugünden bakınca hem de bağlamından kopararak onları böyle sorgulayabiliyor Öcalan?
“Demokratik Konfederalizm” adıyla sunulan proje ise, Marksizm’in teorik çözümlemeleri yanında Sovyetler Birliği örneği gibi tarihsel bir pratiği aşmak şurada dursun ulusal sorunun çözümüne ilişkin bilinen en geri biçimlerin dahi gerisine düşmektedir. Sınıf mücadelesi perspektifinden koparılmış bu yaklaşım, burjuva milliyetçiliğini yerelcilik ve kültürel çoğulculuk adı altında yeniden üretmektedir. Ulus-devletin yerine önerilen “ağ-toplum modeli” sınıf antagonizmasını perdeleyen bir tür postmodern halkçılıktır. Bu, devleti sınıflarüstü bir uzlaşı alanı gibi kavrayan ütopyacı bir tasarımdır.
Kaldı ki halkların burjuva milliyetçiliğin ulusal bencillik ve dar görüşlülüğünü aşarak özgür iradeleriyle aralarında bölgesel hatta kıtasal federatif birliktelikler oluşturmaları fikri bugüne ve Öcalan’a özgü bir ‘buluş’ değildir. Balkan ya da Ortadoğu Federasyonu gibi hedef ve savunular, 1970’ler sonrası Türkiye solu içinde de taraftar bulmuş tarihsel bir geçmişe sahiptir.
Bugün Öcalan’ın “barış” ve “demokratik çözüm” vurguları temelinde dile getirdiği Konfederalizm modeli ise emperyalist sistemle çelişmeyen, tersine onun Ortadoğu’daki yeniden yapılandırma sürecine uyarlanmış bir çizgidir. Bu yönelim, Türkiye’nin yanı sıra ABD ve Batılı emperyalist müttefikleriyle onların Ortadoğu’daki vurucu gücü İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarına göre şekillenmiş, devrimci kopuş yerine sisteme entegre bir restorasyon stratejisine evrilmiştir.
“Doğa ve Anlam” Üzerine
“Doğa ve Anlam” başlığı altında sunulan bölüm, insanlığın düşünsel evrimini anlatmaya çalışırken mistik bir tarih tasarımı ile idealist bir doğa-insan ilişkisi kurgusunu birleştiriyor. Ancak bu anlatı hem tarihsel materyalizmden hem de bilimsel düşünceden uzak, içe kapanık ve dogmatik bir dünya görüşünü meşrulaştırıyor.
Öncelikle “anlam”ı doğayla ilişkili olarak ele almak, onu toplumsal-tarihsel üretim süreçlerinden bağımsız düşünmek felsefenin kadim sorunlarından biri olan bilincin kaynağı konusunda idealizme özgü bir yaklaşımdır. Anlam, insan bilincinin toplumsal emek süreci içerisinde edindiği, geliştirdiği ve çeşitlendirdiği düşünsel bir üründür. Doğadan dinlenerek pasifçe alınan bir şey değil üretim süreci sırasında tarihsel pratikle kurulan bir şeydir. “İnsan doğayı dinleyerek anlam gücünü geliştirir” belirlemesi, insanın üretkenliğini ve doğayı dönüştürücü rolünü edilginleştiren indirgemeci fantastik bir iddiadır. Doğayı dinleyip taklide dayanan/anlamı bununla sınırlayan mitik anlam kavrayışı, Homo Sapiens öncesi Homo Habilis devrine özgü bir kavrayış/bilinç çerçevesidir.
İnsanın doğaya yabancılaşmasını “simgesel dil ve analitik zihnin gelişerek doğayı kendi kavramlarıyla tanımlamasına” bağlayan bir yaklaşım antropolojik açıdan “insanlık neden Neendartel dönemde çakılıp kalmadı da toplumsallaşmasını sağlayan adımlar attı” yakınması olarak da okunabilir.
Mimetik, mitik, simgesel dönemler şeklinde çizilen tarihsel dönemlendirmenin hiçbir bilimde karşılığı yoktur. Bu öznel ve çizgisel evrim ne antropolojik verilere dayanıyor ne de sınıflı toplumların ortaya çıkışını açıklıyor. Kapitalist modernite eleştirisi yapılırken üretim ilişkilerinin dönüşümüne değil semboller ve inançlar düzeyindeki kırılmalara odaklanmak sorunu afaki spekülasyonlar dahil keyfiliklere açık idealist bir zemine hapsediyor.
İslam düşüncesiyle ilgili değerlendirmeler ise tarihsel ve sosyolojik olarak oldukça indirgemeci. İslam’ın “felsefe ile mitoloji arasında” konumlandığı iddiası hem felsefenin ne olduğuna dair bulanık bir anlayışı gösteriyor hem de İslam düşüncesinin tarihsel çeşitliliğini göz ardı ediyor. Gazali ile İbn Rüşd karşıtlığı üzerinden kurulan anlatı, Avrupa merkezli ilerlemeci tarih anlayışını yeniden üretirken Doğu toplumlarını zihinsel olarak “tutucu” ilan ediyor. Bu yaklaşım kolonyal epistemolojinin bir tekrarından ibarettir.
Bu başlığın son bölümündeki güncel siyaset çözümlemeleri ise hamaset ile dolu ve stratejik bir yönelim içermiyor. İsrail’in saldırganlığına karşı “ya savaş ya boyun eğ” ikilemi, reel güç dengelerini, halkların özgürlük mücadelesinin doğasını ve anti-emperyalist dayanışmanın olanaklarını görmezden geliyor. Ayrıca Batı’nın kavramlarını kullanmanın “dilencilik” olarak nitelenmesi anti-entelektüalist ve kaba bir milliyetçiliği çağrıştırıyor.
Anlamı doğallaştıran, düşünce tarihini idealist bir şekilde yorumlayan ve güncel politik çelişkileri yüzeysel sloganlarla geçiştiren bir anlatı kuruyor. Eleştirel düşüncenin temel ilkesi olan tarihsel-sınıfsal çözümleme yerine sezgi, inanç ve soyut “dönemler” üzerinden bir bütünlük üretmeye çalışıyor. Bu tarz anlatılar gerici düşüncelerin “alternatif hakikat” olarak pazarlanmasına yol açar. Gerçek bir devrimci çözümleme ancak toplumsal üretim ve o temelde şekillenen toplumsal ilişkileri temel alıp bunları emek eksenli çözümlemeye çalışan diyalektik materyalist bir perspektifle mümkündür.
Spekülatif Diyalektik mi, Tarihsel Materyalizm mi?
Öcalan’ın “doğa ve anlam”, “toplumsal doğa” ve “kadın sorunsallığı” ekseninde kurduğu anlatı, idealist ve mitolojik bir tarih anlayışıyla örülüdür. Materyalist değil spekülatif bir felsefeyle tarihsel toplumsal ilişkiler doğanın “diyalektiği” içinde ezoterik bir biçimde eritilmektedir. Bu yaklaşım sınıf mücadelesini tali kılar, tarihsel ilerlemeyi simgeler, duygular ve sezgiler üzerinden kurgulanan bir anlatıya dönüştürür.
Doğa, anlam ve insan ilişkisi, üretim araçlarıyla kurulan, emek süreciyle şekillenen maddi ilişkiler çerçevesinde kavranmalıdır. İnsan doğayı “dinleyerek” değil onu emek yoluyla dönüştürerek anlam üretir. Öcalan’ın ileri sürdüğü “kadın etrafında gelişen kültür”, üretim ilişkilerinin evrimiyle değil mitolojik figürlerin yorumu ve psikanalitik göndermelerle açıklanmaktadır. Bu Marksizmin sınıf temelli tarih çözümlemesinden radikal bir sapmadır.
Kadının toplumsal konumu sınıf ilişkilerinden soyutlanarak bir “kadın toplumu” miti etrafında idealleştiriliyor. Bu, üretim tarzındaki değişmeler yanında o temelde şekillenen sınıflar arası çelişkileri örten kimlikçi/özcü bir tarih yazımıdır. Cinsiyet eşitsizliği, ataerkinin ekonomik temellerinden kopartılarak “kadim kültürel karşıtlık” biçiminde ele alınmaktadır.
Öcalan’ın görüşleri bu yönüyle postmodern feminizm ile spiritüalist halk mitolojilerinin bir bileşimidir.
‘Mitolojik anlatılır zinciri şeklinde tarih’ anlayışı burjuva sosyoloji ve tarih anlayışı açısından bile sorunlu, spekülatif bir yaklaşımdır. Doğa ve toplumun diyalektiği, spekülatif ve ucu açık felsefi sezgilerle değil maddi üretim süreçleri, sınıf mücadeleleri ve tarihsel gelişmenin somut yasalarıyla açıklanabilir. Gerçek özgürlük, kadim tanrıçaların nostaljisiyle değil proletaryanın devrimci özne olarak tarih sahnesine çıkmasıyla mümkündür.
“Devlet ve Komün İkilemi”
Öcalan’ın tarihsel materyalizmi “sınıf çatışması” yerine “devlet ve komün” ikilemi üzerinden okuma çabası teorik tutarsızlıklar ve tarihsel indirgemecilikle maluldür. Öncelikle Marx’ın sınıf analizini “reel sosyalizmin çöküş nedeni” olarak göstermesi, sınıf analizini de determinizmle, indirgemecilik ve özcülükle damgalaması Sovyet deneyiminin karmaşık dinamiklerini tek bir faktöre indirgeyen basit bir yaklaşımdır. Ayrıca yeni de değildir. Ancak şimdi tarihin “devlet ve komün çatışması” üzerinden açıklanabileceği teziyle, somut ekonomik ilişkileri ve üretim araçlarının mülkiyetini göz ardı eden idealist bir soyutlamayı esas almaktadır.
Öcalan’ın “komün” vurgusu antik klan yapılarından modern belediyelere uzanan bir süreklilik kurar ancak bu onun kapitalist devletin baskı aygıtları karşısında nasıl işlevsel bir alternatif olabileceğine dair somut bir siyaset /açılım sunmaz. “Komünalite”yi yüceltirken onu sınıf mücadelesinin yerini alacak bir araç olarak sunması, sömürülen ve ezilenlerin örgütlü gücünü geliştirmeyi aklından bile geçirmeyen romantik bir toplumculuktur.
Öte yandan Marx’ın son döneminde “komün” fikrine yöneldiği iddiası hem tarihsel gerçeklikle ilgisi olmayan spekülatif bir iddiadır hem de onun kapitalizm eleştirisinin bütünlüğünü gözden kaçırır, daha doğrusu onun derinliğini algısının sınırlılığına indirgeme girişimidir. Paris Komünü Marx için, proletaryanın merkezi iktidar biçimi olarak önerdiği proletarya diktatörlüğünün somut bir örneğidir, “devletsiz toplum”un değil. Öcalan’ın Kropotkin ve Bakunin’e atıfla Marksizmi revize etme çabası ise onu “aşmak”tan ziyade devrimci praksisi bireysel özerklik ve yerel yönetimlerle sınırlandıran anarşist bir revizyona tabi tutma girişimidir.
Sonuç olarak “devlet ve komün” ikilemi, kapitalizmin yapısal şiddetini görünmez kılan bulanık bir teoridir. Sınıfsız bir komünalizm hayali, devletin olmadığı yerde bile sermayenin tahakkümünün süreceğini ve onun doğası gereği bir biçimde ‘devlet’i üreteceğini unutur. Tarih ne salt sınıfların ne de devlet-komün çatışmasının değil maddi koşulların diyalektik hareketinin eseridir. Öcalan’ın bu “keşfi”, devrimci teoriden çok siyasi bir ütopyanın spekülatif yeniden yazımıdır.
Modernite Tespitleri
Abdullah Öcalan’ın moderniteyi “Mahşerin Üç Atlısı” (kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm) üzerinden tanımlaması ve “reel” sosyalizmi bu yapının bir ürünü olarak eleştirmesi Marksist-Leninist teoriye yönelik önemli bir meydan okuma anlamını taşıyor. Bu tez ayrıca tarihsel materyalist diyalektiği yeterince derinlemesine kavramamaktan ve proletarya devrimlerinin somut deneyimlerini indirgemeci bir yaklaşımla ele almaktan kaynaklanan ciddi teorik zaaflar taşımaktadır.
Öcalan, moderniteyi kapitalizmle özdeşleştirmemek gerektiğini savunarak onu üç sacayağıyla (kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm) tanımlıyor. Ancak bu tasnif hem yapay hem de kendi içinde bile çelişkilidir. Modernite, kapitalizmin üretici güçleri geliştirme sürecindeki tarihsel bir aşamasıdır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da burjuvazinin devrimci rolünü vurgularken kapitalist üretim tarzının feodalizmi tasfiye ederek dünya çapında yeni bir toplumsal sistem inşa ettiğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla moderniteyi kapitalizmden ayrı bir olgu olarak ele almak, onun sınıfsal karakterini gözden kaçırmak anlamına gelir.
Öcalan, Marx’ın ulus-devlet analizinin eksik olduğunu ve bu nedenle sosyalist hareketin stratejik bir hata yaptığını iddia ediyor. Oysa Lenin, Marksist devlet çözümlemesine olağanüstü bir netlik ve derinlikte teorik temele kazandırdığı Devlet ve İhtilal yanında Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ve Proleter Devrim ve Dönek Kautsky gibi eserlerinde de ulusal sorunu emperyalizm çağında devrimci mücadelenin bir parçası olarak ele almıştır. Ekim Devrimi sonrasında kurulan Sovyetler Birliği, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyarak ulus-devlet formunu aşan federatif bir model geliştirmiştir. Öcalan’ın “demokratik ulus” projesi, aslında Leninist ulusal politikanın sulandırılmış revizyonist bir yorumundan ibarettir ve burjuvazi başta olmak üzere sömürücü sınıflara tarihsel bir yaşam hakkı garanti ederken işçi sınıfının ve onun iktidarının enternasyonalist karakterini gözardı eder.
Öcalan’ın endüstriyalizmi “mahşerin atlısı” olarak nitelendirmesi ise teknolojik ilerlemeyi ve üretici güçlerin gelişimini reddeden romantik (ütopik) bir anti-kapitalizme işaret ediyor. Oysa Marksizm, endüstriyel gelişmenin sosyalist planlama ile insanlığın ihtiyaçlarına göre dönüştürülebileceğini savunmuş ve pratikte de bunu kanıtlamıştır. Sovyetler Birliği bu temelde yaptığı sanayileşme hamleleriyle (GOELRO planı, kolektivizasyon, vd.) geri kalmış bir tarım ülkesinden dünyanın ikinci büyük ekonomisine dönüşmüştür. Öcalan bilimsel sosyalizmin özünü reddetmek, onun yerine kendi radikal demokrasi projesini ikame etmek için kavramlarla pragmatik bir ilişki kurmakla kalmıyor somut koşullarından kopardığı tarihsel gerçekleri kafasındaki kalıba uydurabilmek için eğip bükmekte de bir sakınca görmüyor.
Öcalan’ın “eko-ekonomi” önerisi, küçük-burjuva ütopizminin ötesine geçemez; çünkü emperyalist sistem karşısında alternatif bir model özelliği taşımamaktadır.
Öcalan, “reel sosyalizmi” modernitenin bir uzantısı olarak görerek onun kapitalizme alternatif olamadığını iddia ediyor. Ancak bu eleştiri, sosyalist devletlerin iç ve dış dinamiklerini (emperyalist kuşatma, iç savaşlar, revizyonist sapmalar ve tabii ki bürokratik yozlaşma) görmezden geliyor. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü bilimsel sosyalizmin değil koşulların da basıncıyla onu yanlış yorumlayıp uygulayan yozlaşmış anlayışların sonucudur. Bunun ürünü ve son halkası da Kruşçev revizyonizmi ve ardıllarıdır. Öcalan’ın “Demokratik Modernite” projesi ise devrimci bir sınıf perspektifinden yoksundur. “Demokratik ulus”, “komünal ekonomi” gibi kavramlar, devletsiz bir toplum ütopyasına dayandırılıp proletarya diktatörlüğünü reddederken günümüzde esamesi bile kalmamış burjuva demokrasisini idealize ederek onun sınırları içinde hapsolmayı mutlaklaştırıyor.
Öcalan, “reel sosyalizmin” çöküşünü “özgürlükçü sosyalizm”in eksikliğine bağlayarak, Sovyet deneyimini indirgemeci bir şekilde eleştiriyor. Oysa SSCB’nin yıkılışı, dönemin koşulları içerisinde uygulanan kimi tek yanlı politikaların yanında asıl olarak kapitalist restorasyonun ve revizyonist sapmanın sonucudur. Öcalan’ın “Demokratik Modernite” projesi ise burjuvaziyle kardeşçe birlikteliği de içerecek şekilde devletsiz bir toplum hayalini pazarlarken proletarya diktatörlüğünü reddetmektedir. Öcalan’ın “eko-ekonomi” ve “komünalite” vurgusu, küçük-burjuva ütopizmini yansıtırken devrimci bir ekonomi politikası sunmamaktadır.
Öcalan’ın modernite eleştirisi, kapitalizmin yıkıcılığını doğru tespit etse de, çözüm önerileri bilimsel sosyalizmden kopuk, dahası sosylizm ideali ile ilgisizdir. “Demokratik Modernite”si ise, devrimci sınıf mücadelesini erozyona uğratan küçük-burjuva ütopyasıdır.
Kürt ve Kürdistan Analizi
Öcalan, PKK’nin Kürt kimliğini yeniden canlandırmadaki rolünü haklı olarak vurgularken, ulusal sorunun çözümünü sınıf mücadelesinden kopuk bir şekilde ele almaktadır. Ki getirdiği argümanların temel mantığı bunun reddine dayalıdır. Lenin, Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’nda ulusal hareketlerin ancak proleter devrimci bir sınıf perspektifiyle anlam kazanacağını belirtir. Kürt hareketinin başarısı, salt kimlik siyasetiyle değil işçi ve emekçi sınıfların anti-emperyalist, anti-feodal mücadelesiyle mümkündür. Öcalan’ın “Judenrat” benzetmesiyle Kürt işbirlikçilerini hedef alması, burjuvazinin ihanetini teşhir etse de bu analiz sınıfsal bir tahlilden yoksundur. KDP ve benzeri hareketlerin “küçük burjuva” olarak nitelenmesi doğru olsa da çözümün “komünal ekonomi” ve “demokratik konfederalizm”de aranması devrimci bir iktidar perspektifini reddetmektedir.
Öcalan’ın Selçuklu ve Osmanlı’yla Kürt beylikleri arasındaki ilişkiye dair yorumları ise sadece yanlış bir tarih okuması olmakla kalmayıp ideolojik ve ahlaki açılardan da çok sorunlu bir yaklaşımdır. Bu ilişkinin bugünkü yeni süreç ve yönelimin tarihsel referansları olarak gösterilmesi ise kabul edilemez vahim bir deformasyon göstergesidir. Selçuklu ve Osmanlı, feodal devletlerdir ve Kürt aşiretlerinin bu devletlerle ittifakı, onlara itaat ve onların yayılma emellerine hizmet koşuluyla elde ettikleri bazı tavizler temelinde şekillenmiştir.
PKK’nin Kürt ulusal bilincini diriltme başarısı inkâr edilemez, ancak mücadelenin “içe dönük inşa” aşamasına evrilmesi gerektiği tezi devrimci süreci pasifizme hapseden sonuçlar doğurmaya teşnedir. Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı militan mücadele hattını askıya alan liberal bir yaklaşımdır. “Ulusal sorun, iktidar sorununun bir parçasıdır.” (V. İ. Lenin, Ulusal Sorun Üzerine Tezler)
PKK’nin tarihsel olarak devrimci ilkeler çerçevesinde şekillenmiş bir örgütlenme olması onu Kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesinde önemli bir özne haline getirdi. Fakat Öcalan’ın “reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte ideolojik bunalıma girildiği” ve bunun “aşıldığı” yönündeki değerlendirmesi özünde bu devrimci birikimin tasfiye edilmesinin teorik zeminini kurmaktadır.
Materyalist perspektif mücadelenin ilerleyişinde hataları, sapmaları ve deformasyonları diyalektik bir çözümleme ile ele alır, devrimci ilkelerden vazgeçerek değil. Onları yeniden ve daha ileri düzeyde örgütleyerek yoluna devam eder. PKK’nin 1990 sonrası dönemde yaşadığı krizi, yalnızca Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle açıklamak nesnel tarihsel süreçleri tek bir “reel sosyalizm” örneğine indirgemek anlamına gelir ki bu Marksizmin evrensel geçerliliğini inkâr etmektir.
Öcalan’ın “yeniden yapılanma” adı altında sunduğu süreç, devrimci kopuşu değil geçmişi inkar temelinde uzlaşmacı entegrasyonu hedeflemektedir. Fesih tartışmalarının öznesi ne proletaryadır ne de halkın örgütlü iradesidir. Aksine devletin onayladığı bir zihniyet dönüşümüyle “yeni bir dönem” açma arzusudur. Bu, devrimci mücadeleyi belli reformlara indirgeyen, sınıf mücadelesini “kültürel dönüşümle” ikame eden ideolojik bir gerilemedir.
Öcalan’ın “örgüt değil zihniyet dönüşümü” vurgusu, örgütlü sınıf mücadelesi anlayışını devre dışı bırakan postmodern bireyci bir eğilimdir. Parti, devrimci mücadelede sınıfın kolektif iradesidir; onun yerini “kişisel arınma” veya “yeni bir insan tipi” tasarımı alamaz.
“Yeni Dönem” mi Tarihsel Geri Dönüş mü?
Öcalan’ın “yeni dönem” perspektifi, militan mücadele hattının devrimci özünü reddeden, sınıf mücadelesini etkisizleştiren ve sosyalizmi devlet dışı bir kültürel reform programına indirgeyen ideolojik bir tasfiyedir. Bu perspektif, ulus devletin ve proletarya diktatörlüğünün “kapitalist ve iktidarcı” olduğu iddiasıyla tüm devrimci-kamucu gelenekleri aynı kefeye koymakta böylece burjuva demokrasisinin sınırlarını aşamayan bir “demokratik toplumculuk”la yetinmektedir.
Tarihin devrimci dönüşümüne öncülük eden proletarya diktatörlüğü, sınıfsız topluma geçişin zorunlu aşamasıdır. Lenin’in de belirttiği gibi, devletin sınıf karakteri üretim ilişkilerinden kaynaklanır. Onun bütün biçimlerini kimin elinde olduğunu önemsiz kılarak eşitlemek burjuvazi ile proletarya arasındaki tarihsel mücadeleyi görünmez kılmaktan başka bir işe yaramaz. Öcalan’ın “devleti hedeflemeyen” demokratik toplum fikri tam da bu nedenle devrimci değil reformisttir.
Ulus devletin eleştirisi elbette meşrudur fakat bu eleştiri sınıf mücadelesinden koparıldığında, çözüm “komünalizm” adı altında yerelci ve kültürel bir yönetime indirgenir. Oysa ulusal sorunun çözümü, proletaryanın önderliğinde gerçekleşecek bir enternasyonalizmle mümkündür. Demokratik Konfederalizm adı altında geliştirilen çözüm modeli ise, emperyalist dengelere entegre edilmiş devleti hedef almayan bir “uzlaşı siyaseti”ne dönüşmüş durumdadır.
Öcalan’ın önerdiği “komünal toplum”, üretim araçlarının mülkiyetine ve sınıf ilişkilerine dokunmadan, yerel öz yönetim biçimleriyle yetinen bir modeldir. Bu ise kapitalizmi ortadan kaldırmaz, aksine onun yerel ağlara nüfuz etmesini kolaylaştırır. Belediyecilik üzerinden “komün inşası” gibi öneriler, sınıfsal iktidarı hedeflemeyen bir “sosyal yönetimcilik”e dönüşür ki bu, kapitalist devlet aygıtıyla çelişmeyen bir meşruiyet arayışıdır.
Enternasyonal çağrı ise, devrimci bir işçi sınıfı enternasyonalinden çok halklar arasında diplomatik bir federasyon çağrısıdır. Bu yönüyle de, Komünist Enternasyonal’in amaçladığı tarihsel devrimci kopuşla değil çok-kültürlü neoliberal düzene uyumlu bir ‘yerel enternasyonalizmle’ sınırlıdır.
Öcalan’ın “yeni dönem” söylemi, ulusal kurtuluşçu-devrimci çizgiden postmodern bir halkçı reformizme savruluşun ideolojik çerçevesidir. Sınıf yerine kimlik, iktidar yerine diyalog, devrim yerine reform, enternasyonalizm yerine konfederal müzakere önerilmektedir. Bu model ne kapitalizmin temellerini sarsar ne de halkların gerçek özgürlüğünü sağlayabilir. Gerçek bir kurtuluş ancak devrimle, devletin yıkılmasıyla, üretim araçlarının kolektif mülkiyetiyle ve işçi sınıfının örgütlü iktidarıyla mümkündür.

Alınteri Gazetesi 21. Yüzyıla Sosyalizmi Yazacağız!