Sonu Belli Bir “Süreç”



Dünyanın, bölgenin ve Türkiye’nin bugünkü koşulları ve gidiş dikkate alınacak olursa, KÖH adına verilen çok ciddi ideolojik-politik tavizlere rağmen filmin bir noktada kopma olasılığı çok daha güçlü


Büyük iddialarla abartılı anlamlar yüklenen “Süreç”in şu ana kadarki seyri baştan beri duyulan kuşku ve güvensizlikleri derinleştirecek yönde. Kürt cephesinden özellikle medya ve legal siyaset alanında sürekli umut pompalanıyor, buna karşın TC cephesinde bırakın somut adımı söylem düzeyinde bir değişim belirtisi bile yok henüz ortada.

Son Kurban Bayramı öncesinde apar topar yapılan infaz yasası düzenlemesi sırasında hasta tutsakları olsun serbest bırakmaya bile yanaşmadı devlet. 30-35 yıldır zindanlarda tutulan Kürt yurtseverlerden kurulların dayattığı pişmanlığı reddedenlerin infazlarını erteleme vicdansızlığı hız kesmeden sürüyor. Kürt halkının uğruna 40 yıldır onca bedel ödediği ulusal talep ve beklentilerinden hangilerinin hangi ölçülerde kabul edileceğine dair herhangi bir işaret şurada dursun ‘devletin kurucu partisi’ CHP’nin dahi dört koldan sıkıştırılıp tasfiye edilmek istendiği bir süreçte “demokratikleşme” beklentisinin dayanağı nedir sorusuna sık sık saldırganlaşan bir dille “bekleyin, göreceksiniz” ajitasyonu ya da “akıl verip seyredeceğinize dahil olup güç verin” serzenişleri dışında verile(bile)n bir yanıt yok. Öcalan’ın 27 Şubat Çağrısı’nın üzerinden 4, PKK’nin silahlı mücadeleye son verip kendisini fesih kararı aldığı 12. Kongresi’nin üzerinden 2 ay geçti. Bizler hâlâ “Terörsüz Türkiye” demagojileri dinliyor, Meclis’te kurulacak Komisyon’un 100 kişi mi yoksa 35 kişi mi olması gerektiği tartışmalarını izliyor, medyanın naklen yayınlayacağı söylenilen bir grup gerillanın silah bırakma gösterisini izlemeye hazırlanıyoruz.

Hal ve gidiş bu kadar açık ve ortada olduğu halde Kürt medyası ve sosyal medyada yazıp çizen ‘kanaat önderleri’ hâlâ “Tarihsel süreçlere tanıklık edeceğimiz” hayallerini pompalıyor. İşin ilginci, ‘Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat Çağrısı bölge halkları gibi Suriye’de yaşayan halklar ve farklı inanç mensupları arasında da yankı ve umut’ yarattı propagandası yapılırken bile “Şam yönetimiyle tarihi bir anlaşma yapıldı… Komisyonlar kuruldu… Görüşmeler sürüyor…” denildikten sonra bunların hiçbirinin arkasının gelmediği, verilen sözlerin yerine getirilmediği, beklentilerin karşılanmadığı itiraf edilmek zorunda kalınıyor.

Herbiri el altından iletilen yanlış sinyaller ya da isabetsiz dönem okumalarına dayalı olarak tıpkı bugünkü “Süreç” gibi büyük hayal ve beklentiler yaratılarak gündeme getirilen fakat İSTİSNASIZ HEPSİ hayal kırıklığıyla noktalanan 1993 Ateşkesi’nden bu yana yaşanan 1998 Ateşkesi, İmralı sürecinde verilen sözler, 2009 Ekim’inde yapılan Barış Grupları jesti, Oslo Görüşmeleri ve devletin Çökertme Planı’nı uygulamaya hazırlık süreci olarak kullandığı sonradan açığa çıkan  2013-2015 Çözüm Süreci deneyimleri ortada olduğu halde bu temelsiz iyimserliğin nereden kaynaklandığını anlamak güç. Savaş yorgunluğundan kaynaklanan bezginlik yanında dünyada ve bölgedeki kaotik altüst oluşun içerdiği fırsatlara odaklanırken tehlikeler yönünü ıskalayan öncekilerden daha vahim bir siyasal dar görüşlülük, -daha doğru tanımla- akıl almaz bir siyasal aymazlık dışında neden görülmüyor ortalıkta.

Bazıları işi o noktaya vardırdı ki, sırf Kürtlerin bölgede statü sahibi olmalarına meydan vermemek için İran ve Suriye rejimlerini yıkmakta sonuna kadar gitmedi diye ABD emperyalizmi ve müttefiklerini eleştiriyor (?!!) Koşulların zorlamasıyla Rojava’da ABD’yle kurulan taktik ilişki, süreç içinde hem Rojava hem de Kuzey’deki KÖH kadroları ve taraftarları arasında anti emperyalist bilinç ve duyarlılıkları epey törpüleyen bir rol oynadı ama “Süreç” uğruna bu konuda da siyaseten de ahlâken de frenleri patlamış yaklaşımlara tanık olmaya başladık.

“Denize düşenin yılana sarılması”ndan farklı bir durum bu. Bir kere ortada “denize düşmek” boyutlarında bir çaresizlik ve sıkışma yok. Bir süreden beri sadece gerilla alanında değil süreçleri doğru okuyup öngörüye dayalı politikalar üretme konusunda da yaşadığı zorlanma ve sıkışmalara rağmen KÖH kendisine dayatılan tek yönlü yol dışında da bir hareket alanına ve güce hâlâ sahip. Ama yıllardan beri paradigma olarak savunulan post modern yaklaşım ve görüşlerin önünü açıp ‘meşrulaştırdığı’ ideolojik-moral deformasyon o boyutlara ulaşmış durumda ki, mayası işgal ve kanla karılmış soykırım suçlusu fanatik Siyonist bir rejimle ilişki kurup onun -ve tabii ki onu da ayakta tutan arkasındaki emperyalist efendilerinin- desteğiyle ‘statü’ elde etmek bile “meşru” görülebiliyor. Sözün bittiği noktalar bununla da sınırlı değil üstelik.

Devletin ısrarla “Terörsüz Türkiye” olarak tanımlayıp PKK’nin silah bırakmasına indirgediği “süreç” Kürt cephesinde de ısrarla bir “demokratikleşme” hamlesi olarak gösterilmeye çalışılıyor. Ama bu beklentinin nereden kaynaklandığı, hangi güç ve dinamiklere dayanılıp güvenildiği belirsiz. Daha doğrusu, Öcalan’ın abartının ötesine geçen nitelemeler eşliğinde olağanüstü anlam ve misyon yüklenen “demokratik ulus- demokratik konfederalizm” paradigmasının Türkiye, bölge ve dünya halklarında yol açacağı iddia edilen ‘uyanış’ ve ‘sahiplenme’ beklentisi dışında “şudur” diye gösterilebilen somut herhangi bir dayanak yok ortada. Buna karşın bugünün dünya, bölge ve Türkiye koşullarında KÖH’ü herbiri bir biçimde işbirlikçiliğe evrilen burjuva-feodal ‘çözüm’ anlayışlarından farklı kılan devrimci yönlerinden vazgeçmeyi içeren bir paradigma değişikliğinin ‘demokratikleşme’ süreçlerinin önünü açabileceği beklentisinin en hafif tanımla ‘akıl tutulması’ dışında bir açıklamasının olamayacağına dair kanıt ve gelişmelerden geçilmiyor.

Birbirimizin aklıyla, tarih bilinci ve birikimiyle alay etmeyi bir kenara bırakalım! Ne bu süreç Devlet Bahçeli gibi gözü dönmüş tescilli bir şoven faşistin ‘birdenbire’ aklının başına gelip ‘çözüm ve kardeşleşme meleği’ kesilmesiyle başladı ne de yavaş ve sancılı da olsa bir ‘demokratikleşme’ sürecinin kapısını açmak şurada dursun führerci tek adam diktatörlüğünü kısmi de olsa esnemeye zorlayacak bir güç ve dinamik var ortada. Olanın da “süreç” yanılsaması ve körüklenen temelsiz beklentilerle paralize edildiği sonu belirsiz bir kesiti yaşıyoruz şu sıra.

Bahçeli’yi ve onu yönlendiren kontrgerilla aklını bu “açılıma”, ABD-İngiltere ikilisinin İsrail’i vurucu güç olarak kullanarak Ortadoğu’da başardıkları tarihsel altüst oluşun yarattığı “beka” korkusu zorladı. Öcalan’ın da ‘devlet yetkilileriyle’ aralarında 1 Ekim’den aylar öncesinde başladığı açığa çıkan görüşmeler sırasında bu korkuya hitap ederek sonuç almaya çalıştığı görülüyor. DEM Parti heyetiyle 21 Nisan’da yapılan İmralı görüşmesine dair yalanlanmayan tutanak özeti tevil götürmeyecek bir açıklıkla sergiliyor bu gerçeği. “Süreci” savunma adına Kürt medyası ve legal siyaset alanında dile getirilen “derin” tahlillerde de sık sık karşımıza çıkıyor bu korku istismarı. Buna karşın devlet de “iç cepheyi sağlamlaştırma” kapsamında istediği tavizler verilmeyecek olursa ilk etapta Rojava’yı Gazzeleştirme korkusuna oynuyor.

Diğer her şey bir yana, karşılıklı korkuların koz olarak kullanılması temelinde ilerletilmeye çalışılan bir süreçten ‘demokrasi’ çıkar mı?..

Kaldı ki dünyanın bugünkü konjonktüründe, Türk tekelci burjuvazisini ve führerci tek adam rejimini genetik kodlarını kısmen de olsa değiştirmek mecburiyetinde bırakacak sınıfsal ve toplumsal bir baskının diplerde seyrettiği buna karşın sadece ekonomiyle sınırlı olmayan çok yönlü ve katmanlı krizdeki süreklilik ve derinleşmenin rejimi daha fazla baskı ve zor kullanmaya  ittiği günümüz koşullarında sımsıkı kapalı kapılar arkasında devlet yetkilileriyle yürütülen ‘ortak çalışma’ masalarında verilen sözlere güvenerek bir demokratikleşme sürecinin açılacağı beklentisine kapılmak için başka bir evrende, düpedüz hayal aleminde yaşıyor olmak gerek. Hiçbir ajitatif söylem bu açık gerçeği perdeleyip olduğundan farklı gösteremez!

İyimser bir yorumla bu süreçten beklentilerin bir kısmı karşılansa bile bunun Kürt sorununun çözümü anlamına gelmeyeceği bizim bakış açımızdan çok açık. Buna karşın, dünyanın, bölgenin ve Türkiye’nin bugünkü koşulları ve gidiş dikkate alınacak olursa, KÖH adına verilen çok ciddi ideolojik-politik tavizlere rağmen filmin bir noktada kopma olasılığı ise çok daha güçlü. İşin kötüsü, hüsranla biten öncekilerden farklı olarak bu sürece bu kez baştan belirgin bir kuşku ve güvensizlikle yaklaşan Kürt halkı ve KÖH kadroları içinde yol açacağı düşünsel ve ruhsal kırılma muhtemelen öncekilerden de büyük olacak. Çünkü öncekiler sırasında hem izlenen politikalara duyulan güven bugünkü kadar yıpranmış değildi hem de gerillanın varlığı ve mücadelesi gibi bir güç ve moral kaynağı vardı.

Dolayısıyla ölçüsü kaçmış tek yanlı yargılamalara savrulmadan bu sürece neden ihtiyatlı yaklaşmak gerektiğini hatırlatan yoldaşça uyarı ve eleştirelliği ön planda tutmak büyük önem taşıyor. KÖH’ün karşı karşıya olduğu ciddi tehlikeleri, yaşadığı sıkışma ve zorlanmaları dikkate almadan dogmatik düz mantığa dayalı kesin hüküm cümleleri kurmak ne kadar yanlışsa ‘sürecin’ kuvvetle muhtemel sonucunu ve onun yol açacağı kırılmaları hesaba katmadan “her şeye rağmen…” kaydı düşerek de olsa rejimin dozu giderek artan zorbalığını meşrulaştırma bahanesinin ortadan kalkacağı, şovenizmi geriletme imkanlarının genişleyeceği vb. beklentilerini ön plana çıkaran yaklaşımlar da doğru olmaz.

Bugün sadece KÖH değil onun siper yoldaşları ve dostu olan sosyalistler, devrimciler, ilericiler olarak hepimiz tarihsel bir kavşaktayız. Derinleşen çok boyutlu krizin, toplumsal çözülme ve çürümenin, faşist tek adam rejiminin dozu her geçen gün artan zorbalığı, keyfiliği ve pervasızlığının kitleleri bunaltmasının, endişeleri ve karamsarlığı büyütmesinin önünü alma sorumluluğu hepimizin omuzlarında. Bu gidişin önünü alıp tersine çevirebilmek için emekçilerin örgütlü birleşik mücadelesinin önüne açacak sınıf temelli bir mücadele stratejisi inşa etmek zorundayız.

Bu doğrultuda atılmasını gerekli gördüğümüz öncelikli adımları şu başlıklar altında özetleyebiliriz:

– Kitleleri Gerçekçi Bir Temelde Hazırlamak

Devletin “çözüm” arayışlarını her seferinde kendi bekası için araçsallaştırdığı yeterince açıktır. Bunların deneyimleri ortadayken moral motivasyonu yüksek tutmak  adına ihtiyatı elden bırakmaya yol açacak ölçüde umut ve iyimserlik pompalamak bize doğru görünmüyor. Bu durumda görev, kitleleri “barış” ve “demokrasi” söylemleriyle avutmak yerine onları uzun soluklu ve çok yönlü bir mücadeleye hazırlamaktır. Medyatik iyimserliğe karşı fabrikalarda, mahallelerde, kampüslerde ve sokakta örgütlü direniş hatları örülmeli, kitlelerin kolektif gücü gerçek talepler etrafında harekete geçirilmelidir. Beklentiler yerine hazırlığa, temenniler yerine örgütlü eyleme yaslanan bir hat izlemek yaşamsaldır.

– İç Örgütlülüğü Sınıfsal Temelde Güçlendirmek

Devlet, geçmişte olduğu gibi bugün de toplumsal muhalefeti bölerek, içeriksizleştirerek ve kimliklere sıkıştırarak etkisizleştirmek istiyor. Buna karşı tek gerçek panzehir taban inisiyatiflerine dayalı sınıf eksenli bir örgütlenmeye yönelmektir. Kaldı ki Kuzey Kürdistan’ın geçirdiği sosyo-ekonomik değişim sonucu dayandığı sosyal taban yönüyle de KÖH’ü farklı kılan Kürt yoksul köylülüğü büyük ölçekte işçileşmiş, dahası gerek kirli savaş uygulamaları sonucu gerekse ekonomik nedenlerle Türkiye metropollerine göçmek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla KÖH sadece ulusal değil aynı zamanda asıl dayanağını oluşturan sosyal tabanın sınıfsal karakterini bizce yeniden hatırlamalı, Türkiye ve Kürdistan kentlerine yığılmış işçi ve emekçilerin doğrudan katıldığı, eşitlikçi, kolektif bir örgüt modeliyle iç gücünü tahkim etmeye yoğunlaşmalıdır. Yalnız Van örneği dışında Kürt halkının iradesinin açıkça gasp edildiği kayyım saldırılarına gösterdiği tepkilerin cılızlığı hatırlanarak bu model önerisi ve tartışmalarının söylemde ve sembolik bazı adımlarla sınırlı kalmamasına özen gösterilmelidir.

– Demokratik ve Sınıfsal Muhalefetle Derinlikli İttifaklar Kurmak

Kürt halkının özgürlük mücadelesi, Türkiye’nin işçi sınıfı ve ezilenleriyle birleşmediği sürece daima “bölgesel bir mesele” olarak sınırlandırılacaktır. Oysa esas ihtiyaç, bu mücadeleyi emeğin kurtuluşu doğrultusunda genel bir demokrasi ve özgürlük mücadelesinin parçası haline getirmektir. Sınıf hareketi ve eylemleri, gençlik hareketi, kadın mücadelesi, çevre ve kent hareketleriyle bağlar dayanışmayla sınırlı kalmaktan çıkarılıp güçlendirilmelidir. 19 Mart’ta ortaya çıkan dip dalga, potansiyelin büyüklüğünü ve birleşik bir çizginin toplumsal karşılığını açıkça göstermiştir.

– Sınıfsal Perspektifi Netleştirmek ve Yaygınlaştırmak

Sınıfların eski özelliklerini yitirdiği, dolayısıyla sınıf çelişkilerini esas alan mücadele stratejilerinin geçmişte kaldığını iddia eden post Marksist liberal görüşler 2000’lerin başından bu yana KÖH saflarında da etkili oldu. Fakat bizzat hayat yanlışlayıp çürüğe çıkardı bu yanılsamayı. Her şey bir yana Güney’de Türk Ordusu’na yancılık yapmakta hiçbir beis görmeyen, öte tarafta Rojava Devrimi’ni boğma çabalarına ortak olarak Semelka Sınır Kapısı’nı yıllardır kapalı tutan Barzani çizgisinin ihaneti, sınıfsal farklılık ve düşmanlıkların ulusal olanın bağrında da hükmünü nasıl yürüttüğünün somut örneği oldu. Dolayısıyla bugün yeniden popülerleştirilen “demokratik ulus” söylemi, emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyle bağ kurulmadığı sürece kolaylıkla “düzeltilmiş kapitalizm” yandaşı liberal reformculuğa evrilebilir. Oysa Kürt hareketinin tarihsel gücü, yalnızca bir ulusun hak arayışından öte yoksul köylülerin, kentli emekçilerin ve genç işsizlerin yaşadığı sömürüye karşı kolektif direnişinden doğmuştur. Dolayısıyla KÖH, kendisini diğer ulusalcı çizgi ve “çözüm” anlayışlarından farklı ve devrimci kılan karakteristik özellikleri arasında yer alan bu köke dönmeyi başardığı ölçüde kendisine yeni soluk boruları açıp hareket alanını genişletebilir.

– Uluslararası Dayanışmayı Anti-Emperyalist Temelde Yeniden Kurmak

ABD ve benzeri emperyalist güçlerle kurulan “taktik ilişkiler” Kürt halkını her parçada her zaman daha büyük pazarlıkların malzemesi haline getirmiştir. Belli başlı emperyalist güçleri, gelişmiş kapitalist ülkeler dahil onların maşalarını kastederek “Dünya bizi neden sevmiyor” şeklinde bir yakınma ve beklenti, büyük bedeller ve acılar pahasına onlarca yıldır diz çökmemiş onurlu bir halk gerçekliğiyle bağdaşmayan ve ona yakışmayan bir beklenti ve yaklaşımın ifadesidir. Emperyalistler ve onların uzantılarının himmetine ‘dayanışma’ ve ‘destek’ gözüyle bakmak ve bunun peşinde koşmak onurlu bir ulusal tutum olamaz, doğal ve meşru görülemez. Gerçek uluslararası dayanışma, ezilen halkların ve emekçilerin mücadelesiyle yan yana yürümekten geçer.

– Hayalperestliğe Değil Sınıf Temelli Örgütlü Mücadeleye Güvenmek

Devlet, yıllardır olduğu gibi bu “süreç”te de yine zaman kazanmak, halkı umutla korku cenderesine sıkıştırmak istiyor. Buna karşılık sokaktan gelen basınçla güçlenen, halkın katılımıyla şekillenen, sınıfsal temellere dayanan bir halkçı çözüm stratejisi bugün her zamankinden daha günceldir.

Sözün özü, adı bile bilinçli olarak muğlak bırakılan ve “Süreç” adı altında topluma sunulan bu yeni manevra ne tarihsel bir yüzleşmeyi ne de halkların özgür geleceğini mümkün kılacak nitelikte gerçek bir barış arayışıdır. Aksine, rejimin içinden geçmekte olduğu çok katmanlı siyasal, toplumsal ve ekonomik krizleri öteleme ve yönetilebilir hale getirme amacını taşımaktadır. İktidar, Kürt halkının umut kırıntılarını manipüle ederek onu oyalayıp devrimci potansiyelini denetim altına almak, bu arada meşruiyet devşirmek ve hareket alanını genişletme peşindedir. Bu gerçek görülmeden atılan her ‘iyimser’ adım, özünde karşı devrimin zeminini genişletmek anlamına gelecektir. Bugün gelinen noktada mesele artık yalnızca bir çözüm süreci manipülasyonu olmanın ötesinde aynı zamanda halklar nezdinde gerçek bir alternatifin olup olmayacağı sorusudur.

Bu nedenle görevimiz, sisteme entegre edilmek üzere parçalanan, etkisizleştirilen ve ideolojik olarak silahsızlandırılmak istenen Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve onun siper yoldaşı olan devrimci-sosyalist güçlere sınıf eksenli, halkçı, gerçek bir sosyalizm perspektifi temelinde en azından tutarlı bir anti-faşist ve anti-emperyalist bir yön ve dinamizm kazandırma iradesini kuşanmaktır.

Yıllardır ağır bedeller ödeyen bir halkın özgürlük mücadelesi gizli diplomasi masalarında, devletin gizli servis odalarında, nelerin hangi sınırlar içinde konuşulduğu dahi meçhul kapalı kapılar ardında yürütülen temaslarla değil sokakta, fabrikada, kampüste, mahallede örgütlü halkın iradesiyle kazanılabilir.

Devrimci teoriye sırt dönmekle kalmayıp tarihte yaşananlardan hiç ders almamışçasına bugün bu gidişi gözü kapalı biçimde hararetle destekleyenler olabilir. Yarın bir gün kendilerinin dahi unutmak isteyecekleri ölçüsü hepten kaçmış “teoriler”, tezler ortaya atılabilir. Fakat bugün sesleri ne kadar çok ve gürültülü çıkarsa çıksın onlar ya da susanlar, bekleyenler, rıza gösterenlerden ziyade direnenler, örgütleyenler, devrimci çözüm hattında ısrar edenler tarih yazacaktır. Çünkü gerçek çözüm, egemen burjuvazi ve rejimin belirlediği sınırlar içinde değil işçi sınıfı ve emekçilerin kendi elleriyle kuracakları yeni bir toplumsal düzende, proletarya sosyalizminde mümkündür.

Ve diyalektiğin bize öğrettiği gibi o düzenin inşası, çelişkilerin keskinleştiği belirleyici momentlerde tarihsel bilinç açıklığına dayalı sınıf bilinçli ilkeselliğin, devrimcilikte ısrarın ve devrimci yaratıcılığın kazandıracağı niteliksel sıçramayla mümkündür.