Tanur Oğuz Gündüzalp
Yabani taşkınlığıyla sırada kim var?
Trier’li esmer ahbabımız, besbelli bir canavar.
Ne hoplar, ne seker, fakat sıçrayarak, zıplayarak ilerler,
Küplere biner. Sanki kapıp aşağıya çeker
Ve Cennetin yükseklerdeki havadar çadırını Dünyaya indirir,
Kollarını genişçe açar ve gökyüzüne erişir.
Densiz yumruğunu sallar, zıvanadan çıkar, delirir,
Sanki on bin şeytan üzerine yürümektedir.
Friedrich Oswald imzasıyla Marks’a dair ilk izlenimlerini bu şiirle ifade ediyordu Engels, ve ‘başka halklarda eşine rastlanmaz bir biçimde, haz tutkusunu tarihi eylem arzusuyla birleştiren bir halka sahip’ dediği Paris’te siyasi ve ideolojik ortaklığın temellerini birlikte atacağı Marks ile tanışacaktı.
Engels’in devrimci yaşamında özel bir rol oynayan Moses Hess, şair arkadaşı Auerbach’a yazdığı mektupta Marks ile tanışmalarını şöyle anlatır;
‘O, en derin tesiri bırakmış bir fenomendir. Yaşayan en büyük, belki de tek gerçek filozofla tanışmaya hazır olun. Kamu önüne çıktığında, bütün Almanya’nın gözleri onun üzerinde olacak…en derin felsefi ciddiyeti keskin bir zekayla birleştiriyor. Rousseau, Voltaire, Hollbach, Lessing, Heine ve Hegel’in tek bir kişide hem de gelişigüzel boca edilmeden birleştiğini hayal edebilir misiniz? Şayet edebiliyorsanız, işte karşınızda Dr. Marks. Başka ne denilebilir ki. Gerçekten harikulade!
Editörlüğünü üstlendiği Rheinische Zeitung’un Rusya karşıtı yazılarından şikayetçi olan Çar I.Nikolay’ın, gazetenin lisansının iptal edilerek kapatılmasını istemesi ve Prusya yetkililerinin yoğun baskıları, Marks’ı da Paris’e göçe zorlamıştı. Yoğun bir gözlem ve araştırmanın ardından kendisini komünist olarak tanımlayan Marks, Paris işçi sınıfının ileri gelen devrimci unsurlarıyla ilişkilenmeye başladı. Feuerbach’a yazdığı satırlarda şöyle diyordu; “Çalışmaktan bitap düşmüş bu insanların gençlik dolu tazeliğine ve asaletine inanabilmen için, Fransız işçilerinin toplantılarından birine katılman gerekiyor. Tarih, insanlığın kurtuluşunun pratik öğesini, uygar toplumumuzun bu ‘barbarları’ arasında hazırlıyor.”
Fransız Devrimi üzerine derinlikli bir araştırmanın yanı sıra Adam Smith ile David Ricardo’nun klasik ekonomi politik eserlerine yönelik yaptığı ayrıntılı okumalarla, dini yabancılaşma konularından -Hegelciliğin eleştirisi- kapitalist toplumun maddi gerçekliklerine yöneliyordu. Bunlarla birlikte esas ilgisini Carlyle’ın ‘nakit ödeme bağı’nın insan doğası üzerindeki etkileri çekiyordu. Marks da, Engels’in İngiliz işçi sınıfında gördüğü gibi, sınıf temelli kapitalizmin, doğası gereği, kendi benliğine ilerici bir biçimde yabancılaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Marks da, bu yabancılaşma krizinin çözümünün, doğrudan kapitalizmin yaratmış olduğu sınıfın, yani proletaryanın mülksüz ellerinde olduğuna inanıyordu.
Marks ve Engels’in bir ömür boyu sürecek dostluklarını sağlamca atan düşündaşlığın temelinde, özel mülkiyet sisteminin temelinde yatan zehirli adaletsizliği aşarak insanın özgürleşmesini sağlayacak işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin aynı ortak anlayışta bulunmaları yatıyordu. Marks’ın Engels’e duyduğu felsefi sempati o denli güçlüydü ki, ilk tanışmalarına vesile olan birlikteliğin içeriğini de, “Manchester gözlemleri ve Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Genel Hatları” adlı çalışmadaki analizler dolduruyordu. Bir ömür boyu sürecek olan duygusal ve ideolojik bağın kurulmasına ilişkin Engels, sonraki yıllarda şöyle söyleyecekti; “Marks’ı 1844 yazında Paris’te ziyaret ettiğimde, bütün teorik alanlarda tamamıyla hemfikir olduğumuz ortaya çıktı. Birlikte yürüttüğümüz çalışmalar o günlere uzanır.”
Lenin ise bu dostluğu şöyle tanımlıyordu: ‘Kadim toplumların insan arasındaki dostluğa dair anlattıkları en etkileyici hikayeleri bile geride bir bırakan yoldaşlık!’
Süreklilik içinde kopuş dinamiklerini en ileri düzeyden temsil eden bir karakter olarak Engels, tevazu kavramının dahi yetersiz kaldığı komünist bir sorumluluk ve Marks’a karşı duyduğu yüksek sadakatle şunları söylüyordu; ‘İnsan dehayı nasıl kıskanabilir; bu, o denli özel bir şeydir ki, biz, ona sahip olmayanlar, baştan bunun erişilemez olduğunu biliriz; fakat böyle bir şeyi kıskanmak için, insanın korkulacak derecede dar görüşlü olması gerekir.’
İki dostun birlikteliği, ilk olarak, Genç Hegelcilerin idealist kalıntılarına karşı ortak tahammülsüzlük ve yeni edindikleri materyalizmi devrimci kamuoyuna duyurma istekleriyle başladı. Bruno Bauer ve Kumpanyasına Karşı Eleştirel Eleştirinin Kritiği başlıklı broşürün hazırlanmasıyla, aynı zamanda iki dostun yılları bulacak dostluğu da perçinleniyordu. Broşür iyi incelendiğinde, belirgin bir şekilde Engels’in Manchester’da, Marks’ında Paris’te edindiği tecrübelerin izi görülür.
Bauer kardeşlerin, din ve etik üzerine sonu gelmez lafazanlıkları sebebiyle, ilerici toplumsal değişimin önündeki şımarık engellerden biri oldukları için itirazı hakettiğini düşünen Marks ve Engels, materyalist anlayışın, her şeyden önce insanın iktisadi faaliyetine ve bunun meydana getirdiği toplumsal ilişkilere odaklanmasını öneriyordu. Engels, bu çıkışlarını, sert sözlerle şöyle ifade ediyordu; ‘Basit teorilerinden pratik sonuçlar çıkarmayı reddeden ve insanın metafizik sorular üzerine eylem alanına geçmeyen, yalnızca bilmek ve açıklamak ereğini gütmekten başka bir işi olmayan Alman filozoflarına karşı bir savaş ilan etmek gerekiyordu.’
“Bira entelektüelleri”nin aksine Marks ve Engels, İdea ve Tin’in Hegelci gölgesini kovalamak yerine, sosyal ve ekonomik koşullara odaklanmak istiyorlardı. Marks’ın yaptığı ekonomi politik çalışmaları ve Engels’in Manchester’ın pamuk fabrikalarındaki mesaisi, her ikisinin de özel mülkiyetin modern toplumu şekillendirmedeki birincil rolünü kavramasına vesile olmuştu. O dönemin tabiriyle, toplumsal yapıları belirleyen köhne Hegel felsefesi değil, maddi gerçeklikti.
Engels’in bir buçuk sayfalık katkısını yirmi iki sayfalık bir broşüre çıkaran Marks, Bauer tayfasına alaylı bir atıf yapmak maksadıyla broşürün adını, ‘Kutsal Aile: Eleştirel Eleştirinin Kritiği’ olarak değiştirdi.
Materyalist tarih tezi: Alman İdeolojisi
Temsilcileri olarak Feuerbach, B. Bauer ve Stirner başta olmak üzere modern Alman felsefesi ve Alman sosyalizmine eleştirel bir yaklaşımı kendisine çıkış noktası alan 530 sayfalık bu kitapla Marks ve Engels, birden çok cephede yürüttükleri polemiklerle aynı zamanda bir dönem içinde yer aldıkları ekolden de kopuşu ortaya koydular. Başka bir deyişle, idealizmden materyalizme giden yolda bir adım daha atılmasına önayak olmak, Genç Hegelci miras ile aralarına bilinçli bir şekilde kalın çizgiler çekerek ideolojik rakiplerini ‘dövmek’ gibi bir misyon üstlendiler.
Marks ve Engels, toplumsal yapıları, üretim ilişkileri üzerinden ele almayı da ilk kez bu kitapta yaptılar; ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma kadar her üretim ilişkisini, özel mülkiyeti, sınıf yapısını, siyasi, din, kültürel vb. gibi birçok yapıyı da bu ilişkiler üzerinden belirlediler. Marks, bu materyalist yaklaşımı sonraları daha berrak bir biçimde şöyle formüle eder; ‘Toplumsal ilişkiler üretici güçlerle sıkı sıkıya bağlıdırlar. İnsanlar yeni üretici güçler elde ederek üretim tarzlarını değiştirirler ve üretim tarzlarını, dolayısıyla hayatlarını kazanma tarzlarını değiştirerek bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. El değirmeni feodal beyin toplumunu beraberinde getirir; buhar değirmeni ise, sanayici kapitalistin toplumunu…’
Marks ve Engels, bu materyalist tarih yorumuyla, her medeniyetin, nihai olarak ona şekil veren üretim tarzlarının dışavurumu olduğunu belirterek, “politik ve ideolojik üstyapı”, “üretim ilişkileri” adı verilen mülkiyet biçimlerinin yansıttığı ekonomik alt yapı tarafından belirlenir’ tespitini yaptı. Fikirlerin, kavramların, bilincin üretimi, en baştan, doğrudan maddi faaliyetle ve insanların maddi ilişkileriyle iç içe geçmiştir. Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine bilinci belirleyen yaşamın kendisidir.
Tarihsel ve toplumsal dönüşümlerin temelinde yatan itici gücün sınıf mücadelesi olduğu ve -1840’lardaki sanayileşme bağlamında- ufuktaki devrimi ateşleyerek yalnızca kendi kurtuluşunu değil, aynı zamanda bütün insanlığın değişimini vaat eden komünist geleceği yaratma görevinin proleter sınıfa düştüğü tespiti de yine ilk kez Alman İdeolojisi’nde yapılır.
Esas olan değiştirmektir
‘Benden önceki filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler. Oysa esas olan onu değiştirmektir!’ diyordu Marks, Feuerbach Üzerine Tezler’in 11’incisinde.
Bir bütün olarak bu tezlere yönelik incelemeyi buradan yapamayacağımız için şununla yetinmek yeterli olacaktır: Feuerbach Üzerine Tezler’i bir cümleyle özetlemek gerekirse, tarihsel ve toplumsal süreçlerde insan eyleminin önemine ve pratiğin oynayacağı role dikkat çeker. Tarihsel materyalizmin en temel önermelerinden biri olan ‘insan özü’nün toplumsal ilişkiler bütünü olduğu önermesiyle Marks, insanın üreterek ve yaratarak kendini gerçekleştiren bir tarihi olmasının yanı sıra, aynı zamanda insanın içinde bulunduğu tarihsel koşullara göre içeriği değişen bir öze sahip olduğunu dile getirir. Ama en az yukarıdaki özet kadar önemli olan bir gerçekliğe daha vurgu yapar Marks; “bu değişim için neye ihtiyaç vardır?”
Bu değişimi gerçekleştirecekleri bir aracın (parti-örgüt) gerekliliğine işaret ederek, Engels’le birlikte, 1830’larda Paris’te sürgündeki Alman terziler tarafından kurulan yeraltı örgütlerinden Adalet için Birlik’i gözlemlediler.1845’teki İngiltere seyahatleri sırasında uluslararası bir sosyalist topluluk fikrini geliştirmek için kurulan Kardeş Demokratlar adlı birliğin üyeleriyle bir dizi toplantılar gerçekleştirdiler. Bu amaç doğrultusunda, Alman İşçiler Derneği’ni ve Avrupa genelinde sosyalist ajitasyonun ve emekçilerin eğitiminin koordinasyonunu sağlamak üzere Komünist İrtibat Komitesi’ni kurdular. Bu komite, hareketin resmen tanınan İngiliz şubesi olarak hareket edecekti.
Komünist İrtibat Komitesi’nin birincil hedefi, demokrasinin gelişmesini, yani otokrasi, monarşi ve kilise unsurlarını barındıran rejimlerin çökmesini sağlamaktı. Engels’in deyimiyle: “Günümüzde demokrasi, komünizmdir; demokrasi, proleter ilke, kitlelerin ilkesi olmuş durumdadır.”
Fakat Avrupa komünist hareketi içerisinde hemen devrim yapma arzusunda olan kesimler de vardı. Liderliğini seyyar bir terzi olan Wilhem Weitling yapıyordu. Onun öğretisinde, radikal Hristiyan Felicite de Lamennais’nin eserlerinden ilhamla, 40 bin kişilik bir sabıkalı ordusuyla fiziksel güç kullanarak komünizme geçme hülyası vardı. Londra’daki birlik üyeleri Weitling’i ciddiye almayınca, o da Brüksel’e gelerek, Marks ve Engels’in kurdukları Komünist İrtibat Komitesi’nin üyelerini kendi tarafına çekmek için toplantılara katıldı. Brüksel’deki ilk toplantıda Weitling’in kendini beğenmiş tavrı ve böbürlenmesi karşısında çılgına dönen Marks şöyle soruyordu: “Söyleyin bize bay Weitling, Almanya’da konuşmalarınızla büyük gürültü kopardınız, peki faaliyetinizi hangi temele dayandırıyor, gelecekte neyin üzerine bina etmeyi düşünüyorsunuz?”. Bol bol soyut laflar ve İncil’den tasvirlerle iş görmeyi seven Weitling, yeterli seviyede açıklamalarda bulunamayınca Marks masaya vurdu ve haykırdı: “Cehaletin şimdiye dek kimsenin imdadına yetiştiği görülmedi”
Weitling’i ezmek yetmezdi; onun çizgisinde hareket edenleri de saf dışı bırakmak gerekiyordu. Romantik bir sevgi fikrine dayalı, sevgiyle başlayıp sevgiyle biten coşkulu bir komünizm düşüncesine de savaş açmak gerekiyordu. “Keskin sözler ardına saklanmış ama özünde ideolojik bir sapmayı ifade eden bu saçmalıklar yığını yanında geniş halk kesimlerinin desteğini almaktansa, partinin proleter anlayışında ısrarcı olmak daha iyidir” diyordu Engels. Tarihsel önemi asla tartışılamayacak bir komünist hareket kurma hedefi, “salt büyük bir birliktelik ruhuna” ilişkin muğlak özlemler üzerine kurulamazdı. Marks ve Engels’in komünizmi, proletaryanın tarihsel eylemlerine dayalı sistematik ve giderek bilimsel bir içerik kazanacak süreç içindeydi. Dolayısıyla Marks ve Engels, Weitling ve hempalarına karşı ideolojik savaş açarak etkisizleştirmeye çalıştılar.
Ama karşılarında sadece Weitling yoktu; “gerçek”, “felsefi sosyalizm” düşünceleriyle en az Weitling’in ilkel komünizmi kadar zararlı olan anarşist Proudhon’a karşı da bir tutum almak gerekiyordu. Gerçi 1840’lı yılların başlarında, Engels de Marks da, Proudhon’dan oldukça etkilenmişlerdi; Proudhon Marks’a, özel mülkiyetin yol açtığı adaletsizliğin çözümünün Weitling’in iddia ettiği mistik bir ‘mallar topluluğu’ olmadığını göstermişti. Proudhon’un özel mülkiyet kavramı, üretken emeğe dayanmayan ter türlü kazanç ve gelirin kaldırılmamasını, mülkiyetin içlerinde barındırdıkları emek temelinde adil ve hakça ticaretinin yapıldığı bir mübadele sisteminin kurulmasını öneriyordu. Bu şu demekti; sosyalizmi ya da kendi ifadesiyle ‘karşılıkçılığı’, liberal ekonomi politiğin öncüllerinden kaynaklanan bir şey olarak sunan Proudhon, buna uygun olarak, işçilerin işverenlere karşı sınıf mücadelesi yürütmelerine karşı çıkıyor, bu iki grup arasında özgür ve adilane ticarete dayanan bir uyumun sağlanabileceğini savunuyordu. Proudhon’un artan etkisinin Fransız işçi hareketinin siyasi gelişimini engelleyeceğinden kaygı duyan Marks, işçilerin burjuvaziye karşı sınıf mücadelelerine girişmelerini reddeden bu siyasi görüşün teorik temellerini eleştirmek zorunda hissetti kendisini.
Marks, Proudhon’un küçük burjuva felsefeciliğine, emek borsalarına dair ütopyacı planlarına ve proletaryanın tarihsel rolüne hakkını vermediği Sefaletin Felsefesi’ne, yine kendi alışılmış üslubuyla yanıt vererek Felsefenin Sefaleti adlı eleştiri kitabını yazdı.
Burada bir alt çizmede bulunarak şunları söylemek, konuya açıklık kazandıracaktır: Marks, Felsefenin Sefaleti’nde ilk olarak Proudhon’un argümanlarına karşı çıkar.
Başta klasik iktisadın en önde gelen temsilcisi David Ricardo tarafından temsil edilen ‘ütopyacı’ anlayışına yönelen Marx, ekonomi politik eleştirisinin ilk açık ifadesini sunar. ‘Bilimsel Bir Buluş’ başlığını taşıyan ilk bölüm, Marx’ın ekonomi politik eleştirisinin ana çizgilerini içerir ve burada bir yorumcu konumundadır. Zaten bu bölüm daha sonraları Kapital‘in ‘ilk taslağı’ olarak tanımlamıştır.
İkinci olarak, piyasa ilişkilerini yıkmak yerine onları uzlaştırmayı hedefleyen bir sosyalizm anlayışı olarak ‘küçük burjuva sosyalizmi’nin kusurlarıyla ilgili ilk analizlere de bu metinde yer verir. Kitabı okuyanların da bileceği üzere burada Marks, daha sonraları piyasacı sosyalizm denilecek olan şeyin kilit noktalarını güçlü bir şekilde eleştirir.
Üçüncü olarak, diyalektik ve materyalist tarih anlayışı konusunda kısa ama çarpıcı bir açıklama sunar.
Dördüncü olarak, ekonomi politiğin metafiziğinin eleştirisi çerçevesinde bu çalışma, Kapital‘de geliştirilen meta fetişizmi teorisinin bazı önemli yönlerine önceden ışık tutar.
Ve son olarak, işçilerin özgürleşmesi hareketinin inşa edilmesinde işverenlerle doğrudan mücadelenin hayati rol oynadığını gösterir.
Stephan Born, 1840’ların Paris’ini şu sözlerle hatırlıyordu; “Bastille’in bulunduğu meydana dikilmiş bir sütunla Büyük Devrim’in, Temmuz Devrimi’nin kokusu hala havadaydı. O zamanlar bu türden hiçbir emare göstermeyen Almanya’nın aksine, Paris’in emekçileri, egemen burjuvaziye karşı belirgin bir muhalefet oluşturmuşlardı.” Engels’in, 1846 Ağustos’unda Paris’te üstlendiği görevin açık bir hedefi vardı: Bahse konu olan emekçilerin Adalet için Birlik’e katılmalarını sağlamak ve Grün’ün ‘gerçek sosyalistleri’ ya da Weitling’in ‘komünist terzileri’nin yeni proleterler kazanmalarını engellemek için oradaydı. Burası da, sanayileşen Manchester gibi, giderek bölünmüş bir şehir halini almaktaydı. Paris, tarihsel olarak hep farklı toplumsal sınıfların coğrafi yakınlığını kurabilmekle övünen bir şehir olagelmişti. Fransa uzunca bir süredir sosyalist düşüncenin merkezlerinden biri haline gelmişti. Fourier ve Saint-Simon’un etkili olduğu ilk yılların ardından radikal siyaset yeniden kendisini hissettirmeye başlıyordu ve en önde de Proudhon vardı.
Komünist Manifesto’ya doğru
Marks ve Engels’in komünizm hedefleri de bu dönemde şekillenmeye başlıyordu.
1- Burjuvazinin değil, proletaryanın çıkarlarının hakim olmasını sağlamak;
2- Bunu, özel mülkiyeti kaldırarak gerçekleştirmek;
3- Bu hedeflere ulaşmanın tek yolunun, zora dayalı demokratik devrimden geçtiğini bilmek.
Adalet için Birlik, 1847 Haziran’ında Londra’da bir kongre düzenlemişti. Marks ve Engels’in yeni üye sıfatıyla davetli oldukları kongrenin amacı, Schapper, Bauer ve Mill’in Brüksel Komitesi’yle işbirliği yapmasını sağlamak ve eski yeraltı örgüt anlayışını bir kenara bırakarak daha açık bir siyasi program benimsemekti.
Bu kongre, Komünist Parti’nin oluşumunda çok önemli bir yere sahiptir. Adalet için Birlik’in adı Komünist Birliği olmuş, daha önceki misyonu “Bütün İnsanlar Kardeştir” olan Birlik’in yeni misyonu ise, “Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşin!”e dönüşmüştür. Kongre ayrıca Engels’e, birliğin siyasi-felsefi duruşunu da ortaya koyacak bir taslak yazma görevini vermişti. Erken komünist harekete damgasını vuran dini fanatizm ile yeraltı örgütlerine özgü anlayışın harmanlandığı bir taslak olan “Komünizme İnancın İlanına İlişkin Taslak” ortaya çıkmıştı.
İlan edilen taslakta, Marks ve Engels’in nefret ettiği türden ütopyacı sosyalizme çokça yer veren ifadeler yer alsa da, merkezinde, proletaryanın gelişi ve sosyalist devrimi müjdelemedeki tarihi işlevi de vardı; ve Engels’in metni, Marks’la birlikte geliştirdikleri materyalist tarih ve toplum yorumlarına yer veren bir içerik de barındırıyordu.
1847’de düzenlenecek ikinci Komünist Birliği Kongresi için yeni taslak hazırlayan Engels, taslağın başlığını “Komünizmin İlkeleri” olarak belirledi. Bu taslak, bir önceki taslağa göre, materyalizmin dozunun arttığı, ütopyacı sosyalizm vurgusunun azaltıldığı bir taslaktı. Proleter devrimin zorunluluğu daha açık savunuluyordu. Kapitalizmin durdurulamaz, küresel karakterine yapılan yeni vurguyla işçiler arasında uluslararası dayanışma çağrısı yükseltiliyordu.
Komünizmin İlkeleri Komünist Manifesto’ya temel oluşturacaktı. Engels, Marks’a şöyle söylüyordu: “Bu kongre belirleyici olmalı. İnancın İlanı üzerine biraz düşün. Bence en iyisi, ilanın üslubundan vazgeçelim ve metne Komünist Manifesto diyelim.”
1847 yılının Kasım ayında toplanan ve on gün süren kongrede toplantıya yön veren Engels ve Marks’tı. Kısa, ikna edici ve sağlam bir mantığa dayanan konuşmasıyla Engels’in her cümlesinde bir fikir, her fikirde öne sürdüğü iddia zincirinde temel halkalar bulunuluyordu. Sonunda bütün çelişki ve şüphe ortadan kalkmış, yeni temel ilkeler oy birliği ile kabul edilerek Marks ve Engels’e manifestoyu kaleme alma görevi verilmişti. “Manifesto, o günden beri bütün dünyayı dolaştı, neredeyse bütün dillere tercüme edildi ve hala birçok ülkede proleter harekete rehberlik ediyor.”(Engels)
Komünist Manifesto’da, her ne kadar Marks’ın tezlerinin ağırlığı hissedilirse de, proletaryanın ortaya çıkışının tasvir edildiği bölümler Engels’e aittir. “İş bulamadığı sürece hayatta kalabilen ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulabilen bir emekçi sınıfı…’”.Sanayi Devrimi’nin sürekli hız kazanan işlevine dayalı bu sosyo-ekonomik tanımlamaya, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı kitabın sayfalarında rastlanabilir.
Üstelik Marks ve Engels, manifestoda, taviz vermeksizin, özel mülkiyetin kaldırılmasına ve proleter devrimin ateşlenmesine yol açacak son derece materyalist bir plan tasarlayarak “Tüm toplumların bugüne kadarki tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” diyorlardı. Bu aynı zamanda, Genç Hegelci tortuların da kesilip atıldığı bir ilerlemeydi.
Karl Marks ve Friedrich Engels’in, Komünistler Birliği‘nin programı olarak kaleme aldıkları Komünist Manifesto, 1848 Şubat’ında, tüm Avrupa’nın devrimci ayaklanmalarla çalkalandığı bir dönemde, Londra’nın gösterişsiz bir basımevinde basıldı.
Bilimsel sosyalizmin kitlesel siyaset sahnesine çıkışının ilk ciddi işareti olan Manifesto, yayınlandığı günden bu yana en çok okunan ve en çok tartışılan toplumsal ve siyasal metinlerden biri olmakla kalmadı; daha sonraki sosyalist ve komünist partilerin programlarının temelini oluşturdu; dünyanın değişmesinde ve milyonlarca insanın yaşamında belirleyici bir rol oynadı. Modern çağda başka hiçbir siyasal hareket, döneminin toplumsal, ekonomik ve sınıfsal koşullarını kavrayışındaki derinlik, çözümleyişindeki gözüpeklik ve üslubunun gücü bakımından, Manifesto‘yla kıyaslanabilecek bir metin ortaya çıkaramadı.
(Sürecek)