Tutuklu İnşaat-İş temsilcisi Deniz Gider’den mektup var



3. Havalimanı direnişinde tutuklanan İnşaat-İş Sendikası temsilcilerinden Anıl Deniz Gider’in mektubunu paylaşıyoruz


Herkese merhaba. Ben Anıl Deniz Gider. İnşaat İşçileri Sendikası örgütlenme sekreteriyim. İnşaat işçilerinin yaşadıklarını anlatacağım sözlerime nereden başlayacağımı bilmiyorum. Hiçbir canlının barınamayacağı koğuş sistemi, önlerine konulan yemekler, ödenmeyen ücretler, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin önemsenmemesi ve daha neler neler! Öyle bir iş kolu ki, iş cinayetlerinin “normal” karşılandığı bir noktaya evrilmiş. İş kazaları, işçilerin günlük yaşamlarından bir parça haline gelmiş.

Hangi inşaat işçisine sorarsanız sorun, çalıştığı yerden parasını alamadığı olmuştur. Sigortaları düşük yatırılan ya da kaçak çalıştırılan… İnsanlık dışı bir çalışma sektörü. Neden mi? Çünkü denetleyici bir sistem yok. Önemsiz görülüp, “ötekilerin” çalıştırıldığı bir iş koluymuş gibi algılanıyor inşaat. Her gün bir, bilemedin iki işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği bir iş kolu bu.

İnşaat işçileri sendikası olarak, yıllarca hak gasplarına karşı yüzlerce eylem yaptık. Sokağı eylem alanına çevirdik. Direnişler, şantiye işgalleri, boğaz köprüsünü trafiğe kapatmak gibi birçok çeşit eylemler… Çoğu kez saldırıya uğrayıp gözaltına alındık ama hiçbir sendika üyemizin, işçi arkadaşımızın hakkını, onlardan çalanlara kaptırmadık.

3. Havalimanı konusuna gelecek olursam, bu şantiye ayrı bir cumhuriyet. On binlerce işçinin çalıştığı, sömürünün, kanunsuzluğun ve zulmün kol gezdiği, kırıntı dediğimiz haklara bile el konulmuş bir esir kampı. Çalışma şartlarının çok ağır olduğu bu şantiyede yaşanan iş cinayetlerinin sayısı dudak uçuklatıcı.
Taşeronlaşmanın yarattığı güvencesizliğin işçileri köleliğe mahkûm etmesi, ödenmeyen ücretler, kaldıkları koğuşlar… Saymakla bitecek gibi değil. Çalışmak için gurbete gelen işçilerin yaşam mücadelesi…

14 Eylül Cuma günü, işçilerin mesai saatinden önce servislere binmek için sıraya girdikleri günlerden biriydi. Yağmur altında süren bu bekleyiş içinde “Yeter ulan artık” diyerek yükselen bir ses ve saniyeler sonra kitleselleşen öfke. Kölece çalışmanın yarattığı, küçük küçük biriken öfkenin kendiliğinden gelişen örgütlülüğünün desibel rekoru kıran büyük patlaması… “Yönetim istifa” diyerek patlayan sloganlar karşısında, bu öfkeyi zapt edemeyeceğini anlayan jandarma. İlerleyen saatlerde gelen polis takviyesi… Bu gün, işçi sınıfının direniş tarihine bir not olarak düşmüştür.

O sabah sendikamız üyesi işçi arkadaşlarımızın haber vermesi sonucu eylemlerin başladığı Akpınar Kampı’na geldik. İşçilere plastik mermi ve gazla müdahale edildiğini gördük. İşçilerin kontrol altına alınamayan öfkesini de. Dağıtılan işçiler tekrar kamp girişine doğru toplanıyor ve “Yönetim istifa”, “Direne direne kazanacağız” sloganlarıyla karşı tavır sergiliyordu.

Eylemin başından beri direnişte, kamp alanında işçilerin arasında olan ve öncülük eden sendika yönetim kurulu üyemiz Özkan Özkanlı ile karşılaştık. Ardında işçilere, bizim sendikadan geldiğimizi ve bu eylemin en meşru hakları olduğunu anlattık. Bu kontrol edilemeyen öfkeye karşı bizi hedef gösteren “Binbaşı”, bizi işçilere linç ettirmek istedi. Üyelerimiz bu durumu görünce, “Can güvenliğiniz yok, dışarıya çıksanız daha iyi” dediler.

Otopark alanında eylemle ilgili haber yapıyor ve canlı yayına bağlanıp eylem hakkında an ve an bilgi veriyorduk. Sendikamızın sosyal medya hesapları aracılığıyla da kamuoyuna bilgi akışını sağlıyorduk.

Saat 14.00 sularında İGA yönetimi ile görüşmeye gidileceğini ve sendikamızın da işçiler tarafından bu toplantıya çağırıldığını öğrendik. Bu bizce, işçiler arasında sağladığımız güvenin filiz vermesiydi.

Toplantı İGA’nın ana yerleşkesindeydi. İGA CEO’su, Eyüp ve Arnavutköy Kaymakamları ve şirket yöneticilerine karşı, öncü işçiler ve sendikamız yöneticileri… İGA CEO’su özür dileyerek başladığı konuşmasında sürekli olarak projenin itibarından bahsederek, kutsal bir iş olduğunu savunarak eylemi sonlandırmamız için altı boş cümleler sarf etti. Bununla birlikte kaymakamların da “İGA sözcüsü” gibi davranması giderek uzlaşmanın önünü tıkayan bir hal aldı. İşçi arkadaşlarımızın “Taleplerimiz önünüzdeki kâğıtta var, bunların altına ıslak imza atarsanız taleplerimizin karşılanacağını işçi arkadaşlarımıza duyuracağız” söylemini önemsemeyen İGA yönetimi, “Eylemler son bulsun yoksa zarar görürüz” diyerek toplantıyı terk etti.

Bu tavırlardan sonra işçi arkadaşlarımız kısa bir toplantı yapıp direnişe devam etme kararı aldı, biz de İnşaat İşçileri Sendikası olarak bu kararın arkasında olduğumuzu, meşru bir karar olduğunu ve yan yana omuz omuza olacağımızı söyledik.

Türkiye’de sınıf sendikacılığının tavrı bu olmalıdır. Sendikalar, işçilerin ortak kararını çiğnememeli, konu üzerinde tartışma yürütmelerini ve eylem yapmalarını sekteye uğratıp “grev kırıcılığı” yapmamalıdır. İnşaat İşçileri Sendikası, sınıf sendikacılığı açısından bu çizgisini korumuş, sendikal bürokrasinin tam zıttı bir duruş sergilemiştir. Sendikamız, “bürokratik” sendikacılığın işçi sınıfını ve emekçi kitleleri harekete geçiremeyeceğini bildiğinden, “Uzlaşma yok direniş var” şiarını yükseltmek ve Akpınar Kampı’nda direnişin sabah da devam etmesini sağlamak için koğuşları, yemekhaneleri gezip direnişin devamını örgütleyen olmayı yeğlemiştir.

Bir koğuşta öncü işçilerle beraber ne yapmamız gerektiğini konuşuyorduk. Özkan arkadaşımız sürekli polis tarafından yapıldığını düşündüğümüz taciz telefonları almaya başladı. Kamp girişi etrafında polis ve jandarmanın yığınak yaptığı haberini aldık. Gece koğuşlara baskın yapıp işçileri ve bizi gözaltına alacaklarını tahmin edebiliyorduk.

İki sendika yönetim kurulu üyemizin kamp alanında kalıp işçi arkadaşları yalnız bırakmaması kararını aldık. Olması gereken buydu zaten. Dışarıdan gelen bilgiler “Sizi arıyorlar, sakın koğuştan çıkmayın” şeklindeydi. Sendika üyelerimiz ve öncü işçilerle beraber benim sabah geri gelmek üzere dışarı çıkmam kararını aldık.

Kamp girişine doğru ilerlediğimde polis ve jandarma ordusuyla karşılaştım. TOMA’ların peş peşe kampa giriş yaptığını, jandarmanın kamp giriş çıkışlarını tuttuğunu gördüm, dışarıdan gelen işçiler bile içeri alınmıyordu. Sanki şantiyede sıkıyönetim ilan edilmişti.

Gece 02.00 sularında operasyonlar başlamış, işçiler ve sendika yöneticisi arkadaşlarımız gözaltına alınmıştı. Sabah saat 06.00 sularında ise ben ve sendika genel sekreterimiz Yunus Özgür, jandarma çevik kuvvetinin HDP milletvekili Erkan Baş ve şoförü Yusuf Yılmaz’ı kalkanlarıyla iteklediğini gördük ve onların kollarına girerek direniş sergiledik. O hengamede Yunus Özgür ve Yusuf Yılmaz gözaltına alındı, ardından beni de gözaltına aldılar.

Gözaltına alındığımızda kamp içinde kurdukları karakola götürüldük. Gece operasyonla gözaltına alınan Özkan ve Uğur arkadaşlarımız da oradaydı. Birbirimizle selamlaşınca bizi ayrı odalara götürüp bekletmeye başladılar.

Gözaltına alınan işçileri darp edip korkuttuklarını gördük. Birkaç saat sonra gözaltındaki işçileri ve bizleri etraftaki jandarma karakollarına dağıttılar. İşçi arkadaşlarımız jandarma karakolunda nezarethanelerde balık istifi halde kalıyorlardı. Bizi ise işçilerden olabildiğince uzak tuttular. Üç gün boyunca bu şekilde alıkonulduk. Gözaltında insani taleplerimiz karşılanmadığı için ben, Yunus Özgür ve Yusuf Yılmaz, açlık grevine başladık.

Bu yaşananların tüm sebebi işçilerin gasp edilen hakları için eylem yapmasıydı. “Suçtu”.

Gaziosmanpaşa Adliyesi’nde de aynı durum yaşandı. Bir günümüzü de orada işçilerden ayrı bir nezarethanede geçirdikten sonra kanunsuzca tutuklandık. 2911 sayılı gerekçeyle… 20 işçi ve 4 sendika yöneticisi.

Önce Metris Cezaevi’ne getirildik, ardından aynı gün Silivri Cezaevi’ne sevk edildik. Hepimizi ayrı ayrı koğuşlara dağıttılar. Bundan sonrasında yalnızca avukat arkadaşlar aracılığıyla diğerlerinden bilgi alabildim, selam söyleyebildim. Sonraki günlerde de şantiyede gözaltıların devam ettiğini, eyleme katılan birçok işçi arkadaşın daha tutuklandığını öğrendim.

Arkadaşlar! İçi boş bir iddianame ile tutuklu bulunmaktayız! Yaptığımız itiraz dilekçelerimiz reddedilmiş. Belli ki işçilerin yarattığı basınç sermayede korku yarattı, bu gözle görülür bir durum. Bize yapılanlar, böyle kıvılcımların diğer üretim alanlarında yaşanmaması için sınıfa gözdağı vermektir. “Hakkınızı savunursanız tutuklanırsınız”, yani hakkını istemek suç.

İşçi ve emekçilerin öfkesinden korktuklarını bu kez yalnızca Türkiye değil, tüm dünya gördü.

Yaratılan baskı ortamında bizim onlara itaat etmekten başka yolumuz yokmuş gibi sindirmeye çalışıyorlar bizleri. İşçilerin öfkelendiği bir ortamda, yani onlara dayatmaya çalıştıkları yaşamı ellerinin tersiyle ittikleri noktada cezaevlerinde seslerinin kesileceğini düşünüyorlar. Sonuna kadar yanılıyorlar.

Kapitalizm kendi krizinde hesabını bize soruyor, faturasını bize kesiyor. Bu klişeleşmiş cümle giderek kendinden bahsettirecek bir noktaya evrilecektir. Bizlerin tutuklanmasına karşı işçilerin ve emekçilerin yılgınlığa düşmemesini temenni ederim. Dışarıda bizler için harcanan çabayı öğreniyorum. Teşekkürü borç bilirim.

Sizleri en içten duygularımla selamlıyorum.