Bilince Dönüşen Zorunluluk



Beni bu konuda yazmaya iten neden, yıllardır her fırsatta dile getirdiğim gibi tarihsel bakımdan ömrünü çoktan doldurmuş bir sistem olarak emperyalist kapitalizmin insanlığa ve doğaya yeni acı ve felaketler yaşatmaktan başka verecek bir şeyinin kalmadığını düşünenler her geçen gün çoğaldığı halde sosyalizmin bu muhalif kesimler içinde dahi hâlâ bir alternatif olarak görülmemesi.


Geçtiğimiz günlerde Sel Yayıncılık’tan çıkan Tek Ülkede Sosyalizm Yönelimi: Bilince Dönüşen Zorunluluk kitabına ilişkin olarak gazetemiz yazarlarından H. Selim Açan ile konuştuk:

Alınteri: Bu çalışma nasıl bir sürecin sonucu olarak ortaya? Sizi bu konuda yazmaya iten neden/nedenler nelerdi?

“Şu zaman karar verdim…” ya da “şu tarihler arasında…” şeklinde net tarihlerle tanımlayamam bu süreci. Başlangıcı bu konudaki saflaşma ve tartışmaların kızıştığı 1970’li yıllarla 1989 sonrasına kadar giden bir süreç söz konusu. Ama yeniden sistematik bir yönelime girmemin başlangıcı olarak 2010  tarihini verebilirim. Yıllarca gündemimizi kaplamakla kalmayıp bütün mesaimizi, enerjimizi ve moral güçlerimizi emip tüketen bir sürecin boğucu atmosferini geride bıraktıktan sonra sosyalizmin çekim gücünü tekrar nasıl yükseltebiliriz arayışı kapsamında yeni araştırmalara yöneldim. Oya’nın da yardımı ve desteğiyle ulaşabildiğim İngilizce kaynaklar yanında Türkçe’ye çevrilmiş hemen her yeni kaynağı edinip bilgilerimi tazelemeye çalıştım. Yanı sıra daha önceki yıllarda okuduğum kaynakları bu kez karşılaştırmalı bir tarih okuması temelinde bir kez daha okumaya giriştim.

Bu yönelim tabii ki salt okuma faaliyeti olarak kalmadı. Okumalara paralel olarak 2011’den beri her vesileyle konunun değişik yönlerine dair makaleler kaleme aldım. Bunlar Alınteri sitesi dışında Bianet, Gazete Duvar ve Artı Gerçek gibi mecralarda da yayınlandı. Bunlardan 2014 ve 2017 yıllarında yayınlanmış olan bazıları 2018 yılında Şubat Basım Yayın tarafından Sosyalizm Fil midir başlığı altında derleme olarak yayınlandı. 

Tek ülkede sosyalizm yönelimini mensubu olduğum kolektifin pandemi koşullarında oluşturduğu bir platformda iç eğitim ve tartışma konusu yaptık; ardından 2021 Şubat’ından  itibaren Geleceğe Dönüş başlığı altında değişik geleneklerden gelen sosyalistlerle fikir alış verişi yaptığımız bir podcast dizisinin konusu oldu. Kitap düşüncesi de bunlar sırasında uyanıp şekillendi kafamda. İlk taslak geçen Mayıs ayında çıktı ortaya. Görüşlerine değer verdiğim yoldaşlarımın yanı sıra bazı dostların değerlendirme ve önerilerini de alarak son şeklini verdim. 

Beni bu konuda yazmaya iten neden, yıllardır her fırsatta dile getirdiğim gibi tarihsel bakımdan ömrünü çoktan doldurmuş bir sistem olarak emperyalist kapitalizmin insanlığa ve doğaya yeni acı ve felaketler yaşatmaktan başka verecek bir şeyinin kalmadığını düşünenler her geçen gün çoğaldığı halde sosyalizmin bu muhalif kesimler içinde dahi hâlâ bir alternatif olarak görülmemesi. 

Sosyalizme karşı bu soğukluk ve uzaklığın başta gelen nedeni de 20. Yüzyıldaki inşa deneyimlerimizin yarattığı hayal kırıklığı. Sosyalizm denildiği zaman insanların aklına hemen zorbalık, boğucu bir devlet denetimi, baskı ve bürokrasi geliyor. Burjuvazi ve gericiliğin iyi örgütlenmiş sistematik anti komünist propagandası yanında “hakiki sosyalizm” adına konuştuğu yanılsamasını yaratan Troçkist tarih yazımının bu algının oluşumundaki belirleyici rolü inkâr edilemez. Öyle ki, kendisini “Stalin’in muhafızı” olarak görenlerin çoğunun o dönemde yaşananlara hatta sosyalizme dair algıları dahi bu propagandanın yoğun izlerini taşır. 

Fakat bu gerçek, Sovyetler Birliği başta olmak üzere geçmiş deneyimlerimiz sırasında olağanüstü başarılar yanında vahim yanlışların yapılmadığı, dahası sosyalizmin özüyle de tarihsel amaçlarıyla bağdaşmayan, tersine bunları da lekeleyip gölgeleyen ağır suçların işlenmediği anlamına gelmez. Proletarya sosyalizmini savunan komünistler olarak biz bunlarla yüzleşmediğimiz, sosyalizmin temel değer ve ilkeleri temelinde dürüst ve cesur bir muhasebeye yönelmediğimiz sürece zihinlerde yerleşmiş önyargıları kırmayı da başaramayız. 

Alınteri: Kitabınızdaki bölümlerden biri “1930’lu Yıllar: Gurur ve Utanç Tabloları, Nedenler ve Sonuçlar” başlığını taşıyor. Sizce o dönemin gurur tablosunu neler oluşturuyor, utanç tablosu olarak neleri kastediyorsunuz? 

– Dönemin realitesini kitapta her iki yönüyle de elimden geldiğince resmetmeye çalıştım. Bu fotoğrafı bir söyleşi sınırları içinde tekrar çekebilmek zor. Sınırlı değinmeler de zihin açıcı ve ikna olmaktan çok kafalardaki peşin hükümlerin Procrustes yatağına yatırılmaktan kurtulamaz. Bu tehlikeye baştan dikkat çekerek şöyle bir özet denemesinde bulunabilirim:

Arkasını getirmeyi başaramamış olsak dahi biz insanlığa, sayıları gün geçtikçe azalan bir avuç tekelci kan emicinin doymak bilmez kâr hırsı uğruna  insanı ve doğayı çürütüp yıkıma uğratan, hayallerin ötesinde bir bolluk yaşama olanağı varken artık “çöp” gözüyle görülen milyarların açlık ve yoksulluktan kırıldığı bir sistemin taban tabana zıddı bir dünya kurmanın mümkün olduğu gerçeğini gösterdik. Üstelik bunu Çarlık Rusyası gibi maça 3-0 geriden başladığımız geri bir tarım ülkesinde, olağanüstü elverişsiz tarihsel koşullarla boğuşarak başardık. Bu sadece olağanüstü bir sanayileşme ve ekonomik atılım hamlesinden ibaret değildi. Kadınların özgürleşmesinden tutalım dilleri dahi silinmeye yüz tutmuş ezilen ulus ve toplulukların benliklerini tekrar hisseder hale geldikleri, eğitimde, sağlıkta, bilimde, kültürde, müzikte, güzel sanatlarda insanlığın tarihsel birikimini -bazıları hâlâ aşılamamış- doruklara çıkardık. Üstelik kapitalist dünya 1929 krizi gibi tarihinin en yıkıcı bunalımlarından birini yaşarken başardık biz bu olağanüstü atılımları. En kısa bir özet sırasında bile anmadan geçmek olmaz, faşizmin belini insanlık tarihte ilk kez bizim sayemizde kırdı. 

Paris Komünü gibi hepi topu 72 gün süren bir örnek dışında daha önce çiğnenmemiş bir yolda yürümek şüphesiz kolay değildi. Öncülerimiz yollarını koşulların izin verdiği sınırlar içinde bir anlamda el yordamıyla açtılar.  Kimi zaman daha iyisini düşünüp bulmaya kapasiteleri yetmedi, kimi konularda düşündüklerini hayata geçirmeye güçleri yetmedi, kimi zaman an’ın yakıcı sorunlarına çözüm ararken seçtikleri yolun sonradan doğuracağı olumsuz sonuçları gözden kaçırdılar. Ama isteseler baştan ya da kısa süre içinde vazgeçip önünü alabilecekleri çok ciddi hatalar da işlediler. Bunlardan bazıları sırf tarihsel hizmet ve başarılarına değil  sosyalizm idealine de gölge düşürüp onulması zor zararlar verdi. Özellikle de sosyalizmin savunulması sorumluluğunun düpedüz gizli polis ve özel mahkemelerin eline bırakıldığı 1936-’38 yargılamaları ile o dönem yapılan infazlar bu utanç sayfalarının başında gelir. Sovyetler ve sendikalar gibi kitle örgütlerinin işlevsizleşip partinin denetimi altında bürokratik mekanizmalara dönüştürülmeleri, kadın örgütlenmesi Jenotyel’in 1930’ların başında kapatılması, Enternasyonal’in tasfiyesi… gibi bu bağlamda sayılabilecek başka başlıklar da var elbette. 

Alınteri: Kitabınızı kaleme alırken yararlandığınız kaynakların zenginliği ile eleştirel bir okuma dikkati çekiyor. Bu arada o dönem –ve öncesinde- yaşananlara dair saflaşmanın tarafları tarafından bilindiği bile şüpheli çok ilginç bilgiler veriyorsunuz. Bunlardan size özellikle çarpıcı gelen hangisi oldu? 

Bu süreçteki araştırmalarım sırasında öğrendiğim her şey diyebilirim. Gerçi çoğunu ucu Gorbaçov ve Yeltsin dönemlerinde açılan belgelere dayalı olarak 2000 sonrasında yayınlanan araştırmalardan öğrenmiş oldum. Ama en azından bazılarına dair ipuçlarını  önceden de yakalamanın mümkün olduğunu gördüm. 

Zaten bu araştırma sürecinde el attığım her yeni kaynak, Türkiye solunda da keskin saflaşmalara neden olan bu konuda yıllarca nasıl karanlıkta hareket ettiğimiz gerçeğini suratıma çarptı. Dahası biz resmen farklı ideolojik mihraklar tarafından ama en başta ve en fazla da burjuva anti-komünist propaganda ile Troçkist tarih yazımı tarafından üretilmiş bilgi kırıntılarına dayalı bir kör dövüşü yürütmüşüz bugüne kadar. Bu cehaletimizin boyutlarını gördükçe hem acı acı gülümsedim hem de kendi adıma utandım. 

Anti komünist propaganda ve Troçkist tarih yazımı 1928 sonrası sosyalizmi inşa sürecine önderlik eden Stalin’i “mutlak iktidar tutkunu bir despot, kendisine rakip olarak gördüğü bütün muhaliflerini gözünü kırpmadan kurşuna dizdiren bir cani” olarak resmetmişlerdir değil mi bugüne kadar? Kitapta her birinden olabildiğince geniş alıntılar aktardığım üstelik aralarında Yuriy Jukov ve Stephan Kotkin gibi katı Stalin düşmanlarının da bulunduğu değişik eğilimlerdeki tarihçilerin çalışmaları, Stalin’in 1923-1928 arasında tam 3 kez bütün merkezi görevlerini bırakıp uzak bir taşra örgütünde görevlendirilmeyi talep ettiğini ama Troçki ve Zinovyev başta olmak üzere bütün muhalifleri tarafından paçasına yapışılıp sekreterlik görevini sürdürmesinin istendiğini ortaya koyar. 

Daha da önemlisi onun 1936 Anayasası’nın hazırlık sürecinden başlayarak partiyi ve rejimi demokratikleştirme yönünde nasıl ısrarlı bir çaba harcadığı gerçeği çıkar karşımıza. Bu bağlamda parti ve devlet yönetiminin birbirinden ayrılmasını, partinin sadece kadroların eğitimi ve propaganda ile uğraşan bir aygıta dönüştürülmesini, öte yandan partisiz adayların da katılacağı, partiye geri dönmüş eski Troçkistlere hatta eski sömürücü sınıfların kalıntılarına dahi seçilme hakkının tanınacağı çok adaylı, eşit ve gizli oya dayalı bir seçim sistemi önerdiğini, bu bağlamda  Halk Komiserleri Kurulu Başkanlığı’ndan (başbakanlık) istifa ederek sadece parti işleriyle uğraşmaya yöneldiği fakat Merkez Komitesi’nde çoğunluğu oluşturan yerel parti yöneticileri ve parti bürokrasisinin kuşatmasını yaramadığı belgelere dayanılarak sergilenir. Özellikle Y. Jukov’un açığa çıkardığı belgelerle Amerikalı tarihçi G.Furr’le Rus tarihçi Vladimir Bobrov’un 1936-’38 yargılamalarına dair ortak çalışmalarının sergiledikleri gerçekler çok çarpıcıdır. 

Alınteri: 1930’lu yılların Stalin-Troçki karşıtlığı temelinde ele alınması başta olmak üzere izlenen yöntem yanlışlarına sık sık dikkat çekiyorsunuz. Bunlardan …. “yöntem cinayeti” olarak tanımlıyorsunuz. Aynı şekilde Stalin ya da Troçki yandaşlığını esas alan “taraftar veya mürit fanatizmini” eleştiriyorsunuz. “Yöntem cinayeti” ya da “taraftar fanatizmi” tanımlamalarıyla neyi kastediyorsunuz?..

Bireylerin tarihte oynadıkları ve oynayabilecekleri rolün önemini kabul etmekle bireylerin tutum ve düşünceleri ekseninde bir tarih anlatımı aynı şeyler değildir. Bunlardan ilki materyalist tarih anlayışı tarafından da teslim edilir. Diğeri ise tümüyle idealizme aittir. Burjuvazinin tarih anlatımında izlediği yöntemdir. 

Bu tarz, fetişleştirdiği ya da hedefe çaktığı bireylerin rolü dahil tarihsel olgu ve süreçleri en başta gerçekleştikleri tarihsel koşullar bütünlüğü ile bağlantısı ve karşılıklı etkileşimi içinde ele almayı bir kenara bırakır. Koskoca bir tarihsel dönemi o bütünlük içinden seçtiği parçalara -çoğu kez kırıntılara- dayanarak “açıkladığını” zanneder. Yaşananları somut tarihsel bağlamlarından kopararak ele aldığı için nedenlerden çok sonuçlardan hareket eder. Tartışmayı bunun üzerine kurar. 

Neden-sonuç ilişkisi baştan böyle baş aşağı kurulunca tarihin ters yüz edilmesi de kolaylaşır. Zaten ortada olan sonuçlardan hareketle ya o tarihin başka türlü yaşanamayacağına dair determinist “kaçınılmazlık” teorileri üretilir ya da en akıl almaz karar ve uygulamalar dahi “o koşullarda mümkün olanın en iyisi” şeklinde rasyonalize edilmeye çalışılır. “Mürit fanatizmi” ile kastettiğim en başta böylesi yaklaşımlardır.

Kişilere dayalı tarih anlatımının bir özelliği de kurgusal olmasıdır. Taraftarı olduğu kişileri ilkelerin üzerine çıkarmakla kalmaz, onların kusurlarını gizlemek için elinden geleni yaparken düşman bellediklerini yerin dibine sokmak için  onları da sadece yanlışları ve kusurları yönünden ele alır, bu amaçla gerçekleri eğip büker, pireyi deve yapar, dahası bulamadıklarını uydurur. Özellikle Stalin düşmanı tarih yazımlarında bunun akıl almaz örnekleriyle karşılaşırız. 

O dönemin değerlendirilmesi sırasında izlenen yöntemlere dair işaret etmek istediğim bir nokta daha  var: Paris Komünü dışında önlerinde ders alabilecekleri hiçbir somut deneyim örneği olmadan yollarını bir anlamda el yordamıyla açmak  zorunda kalan Sovyet komünistlerinden farklı olarak bizler bugün “bütün sonuçlarıyla ortada olan tamamlanmış bir süreç” üzerine konuşuyoruz. Bu avantaj, kimilerinde oturduğu yerden ahkâm kesmenin dayanılmaz rahatlığı biçimini alıyor. Daha çok böyleleri “otorite” pozlarına bürünüyorlar. Sosyalizmin değerlerini her şeyin üzerinde tutmanın doğal gereği olarak kişileri putlaştırmaktan uzak durmak ne kadar önemli ve gerekliyse bu tür çakma otoritelere itibar etmekten de o kadar uzak durmak gerekir.

Alınteri: Bu konuda yapmayı düşündüğünüz yeni çalışmalar var mı?

–  Aynı eksende yani 20. Yüzyıldaki sosyalizme inşa pratiklerinin gelişim seyrine dair yeni bir kitap çalışması içine girmeyi düşünmüyorum bugün için. Fakat bu kitabın da çıkış gerekçesini oluşturan sosyalizme yeniden çekim gücü kazandırma kapsamında ele alınmasında yarar olan konularda çalışmayı elbette sürdüreceğim. Özellikle insanlığın kolektif üretici güç ve yeteneklerinin geldiği düzey ile bilim ve teknolojideki gelişmelerin kazandırdığı olanakların sosyalizm ve sınıfsız komünist topluma ulaşma tarihsel hedefine gidişi kolaylaştırıp hızlandırma bakımından insanlığın önüne hangi muazzam olanaklar açtığını değişik yönlerden sergileyip somutlamak gerektiğini düşünüyorum. Elimden geldiğince bu yönde çaba harcayacağım. Yani sosyalizmin dün’ünden çok geleceği üzerine yoğunlaşmak istiyorum diyebilirim. 

Bu elbette düne dair tartışmalara bütünüyle kayıtsız kalacağım, insanların kafalarındaki sorular ve önyargıların ortadan kalkması için çaba harcamaya devam etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Şu an için bunu daha çok belirli başlıklarda küçük dizi yazılar kaleme almak şeklinde yapmayı düşünüyorum. 

Bilince Dönüşen Zorunluluk’un hazırlık ve yazım sürecinde elimde epey malzeme birikti. Kitabı alıntılara boğmamak için bu verilerin çoğunu kullanmaktan kaçındım. Ama tekil konu başlıkları altında bunların yine hepsini değil ama okuyanların işin arka planı ve aslı hakkında fikir edinmelerini sağlayacak, bugüne kadar empoze edilen tarih anlatımlarını sorgulama isteğini harekete geçirecek sınırlar içinde aktarmayı deneyeceğim diziler olacak bunlar. 

Arayı fazla soğutmadan örneğin “Lenin’in vasiyeti” olarak da pazarlanan mektubun arka planında nasıl bir saray entrikasının yattığını farklı tarihçilerin çalışmalarından hareketle göstermeye çalışacağım. Keza Isaac Deutscher gibi bir duayen dahil Troçki yandaşı tarihçilerin tarihi nasıl yazdıklarını, birbirleriyle hatta kendileriyle bile sık sık nasıl çelişkiye düştüklerini karşılaştırmalı tarih okuması şeklinde sergilemek istiyorum. Sovyetler’in giderek işlevsizleşmesi başta olmak üzere neredeyse hepsi Stalin yoldaşa fatura edilen parti ve devlet yönetimindeki tayin edici kimi çarpılmaların aslında nasıl Lenin henüz sağken başladığını, bu bağlamda özellikle de İç Savaş sürecinin fiilen ve anlayış düzeyinde hangi deformasyonlara yol açtığını ayrı bir başlık altında ele alma niyetindeyim. Yine farklı tarihçilerin çalışmalarının karşılaştırmalı okuması temelinde bazı siyasi meczupların ilgi çekmek amacıyla bir kez daha sömürü konusu yapmaya soyundukları Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’nın nasıl bir sürecin sonunda niye yapıldığı konusuyla 1936-’38 Yargılamaları olarak bilinen kesitte Stalin yoldaşı da etkisine alan “güvenlik paranoyası” sırasında işkence dahil hangi insanlık suçlarının işlendiğinin toplu bir anlatımı dosya şeklinde ele almayı düşündüğüm konular arasında. Bir de İspanya İç Savaşı sırasında nelerin nasıl yaşandığını ele almak niyetindeyim.