AKP’nin Kadın Düşmanlığının Yarım Asırlık Bilançosu



2007-2011 arasındaki döneme gelindiğinde AKP, “aile” odaklı kadın propagandasını belirgin bir tarzda öne çıkarmaya başladı. Kadını “aile” ile birlikte tanımlamaya başladı, “aile”yle anılmayan kadını hedefe çakma hazırlıklarına girişti


Oya Açan

Türkiye’de kadına yaklaşım kapitalizmin ihtiyaçları, dünyadaki ekonomik-politik gidişat ile bunların sentezini ifade eden devlet politikalarına göre şekillenmiştir. Aslında 23 yıllık iktidarı sırasında karşı karşıya olduğumuz AKP politikaları eğrisi de bu gerçeklik üzerinden şekillenmiştir. Kadın mücadelesi bu sentez üzerinde daima hız kesmeyen bir basınç unsuru oldu.

AKP iktidarı yıllardır yeni bir toplum inşa etmeye çalışıyor; asıl hammaddesi ise adı sürekli aileyle birlikte anılan, aileye hapsedilmeye çalışılan kadın.

Adım adım örülen ve her aşamada sıkıştırılmaya çalışılan bu zincir, kadınların kazanılmış haklarını olduğu kadar -ve bu sayede- geleceklerini de karartmayı, kadınlar açısından insan olmanın yadsınması anlamına gelen saldırılara karşı “rıza”nın örgütlenemediği durumda daha gözü dönmüş darbeleri hayata geçirmek üzerine oluşturulmuş durumda.

Dünyadaki hava da henüz neoliberalizmin tam iflasının yaşanmadığı bir nitelikteydi. Liberal demokrasinin epey gerilemiş biçimleri halen iş görüyordu. 2008 kriziyle bu hava dünyada dağılmaya yüz tutmuşken Türkiye’de de etkilerini göstermeye başladı. Bu, 2013 Gezi Direnişi öncesi ve sonrasında iktidar krizleriyle de birleşerek daha karmaşık ama liberal demokrasi kırıntılarıyla iktidarını pekiştiren AKP açısından daha faşist bir eksene geçişle netleşti.

Politik saldırılar sistematik olarak eş zamanlı sahneleniyor ki bütünlük gözden kaçırılsın tepkiler bölünsün, kitlesel muhalefet parçalı, dolayısıyla etkisiz kalsın! Oysa AKP, işbaşına geldiği 2002’de bambaşka bir yüz bambaşka bir görünüm ve “yapıcılık” iddiasındaydı.

Toplumu yedekleyebilmek, özellikle de kadınların gözünü boyayarak yanına çekebilmek için onlar lehine kimi adımlar attı. Örneğin 2003’te çıkarılan 4857 sayılı İş Kanunu ile eşdeğer işe eşit ücret ilkesi doğrultusunda cinsiyete dair ayrımcılık yasaklandı.

2005’te yürürlüğe giren TCK’da yapılan düzenlemelerle daha önce aile ve toplum düzenine karşı suç kabul edilen cinsel suçlar ‘bireye yönelik suçlar’ başlığı altına alındı, aile içi tecavüz de suç kapsamına girdi. Çocukların cinsel istismarında “rızası vardır” tanımı kaldırılarak nitelikli insan öldürme kapsamına alındı. Nüfusu 50 bini aşan belediyelere kadın sığınma evi açma zorunluluğu getirildi. Bunlar AKP’nin gerçek yüzünün henüz yeterince görülmediği ve onun topluma şirin görünmek için kendini parçaladığı yıllardı.

Aileye zincirlenmek istenen kadın

2007-2011 arasındaki döneme gelindiğinde AKP, “aile” odaklı kadın propagandasını belirgin bir tarzda öne çıkarmaya başladı. Kadını “aile” ile birlikte tanımlamaya başladı, “aile”yle anılmayan kadını hedefe çakma hazırlıklarına girişti.

Kadın örgütlerinin mücadelesi ve talebiyle kurulan “Kadın Bakanlığı”nın adı 2011’de değiştirilerek yerine “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”nı getirildi. Bu yeterli gelmemiş olacak ki 2018’de bakanlıktaki ‘kadın’ ibaresine dahi tahammül edemeyerek, “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”nı “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı”na çevirdi. Bir şeyin adını değiştirirseniz o olmaktan çıkmaz. Aşağılama ve yok sayma unsuru olarak kullandığınız bu yapbozculuk algıda hiçbir farklılık yaratmaz! Kadını bu denklemden çıkarınca onun hayatta, üretim ve yeniden üretimde kapladığı yeri yok sayamazsınız!

Aynı yıllarda “eşitlikçi” söylemden “kadının ailenin bekası için önemi”ne geçiş de rejimin alamet-i farikalarından biridir. Eşitliğe aykırı politikalar, hiçbir örtüye gerek duyulmadan “Eşit değilsiniz, asla eşit haklara sahip olamayacaksınız” söylemiyle dile getirildi.

AKP, -başlardaki demokrat görünme manevralarını saymazsak- kadınların kimliğine, bedenine, eşitlik arayışına, haklarına sahip çıkma bilincine karşı aralıksız bir saldırı içinde oldu. Kadına boyun eğdirmek, aileyi ihtiyaç duyduğu muhafazakar kıvama getirmek, kapitalizmin çarklarında duraksama yaratacak her ‘tortuyu’ söküp atmak burjuva iktidarlar açısından tayin edici bir önem taşıyordu, hâlâ da öyle.

Erkeğin kadın üzerindeki denetiminin, aile kurumunun korunması fikrinin her şeyin önüne konulması, kapitalist sömürü sistemi açısından kaçınılmazdır. Kadının özgürleşmeye dönük her adımı, erkek egemen cendereyi kırmaya dönük her girişimi sistemin temel denetim araçlarından biri olan aile kurumunun, dolayısıyla sistemin kendisinin sarsılması olarak okunduğu için derhal hizaya çekilmesi, had bildirilmesi hatta imha edilmesi gerektiği anlayışı sistemin tüm kurumlarının dayandığı temel fikirdir. Kadın çizilen sınırların dışına çıktığı anda sistem karşıtı haline gelir ve bunun karşılığını da devletin yazılı olmayan, içselleştirilmiş uygulamaları ile alır!

Muhalif ya da komünist-devrimci kadınlar ise “en tehlikelileridir”, toplumun geleneksel yapısında linç edilmeye mahkum edilirler.  Tayyip’in Ankara’daki Hopa eylemlerinde panzerin üzerine çıkan kadın devrimci için sarfettiği, “Kadın mıdır, kız mıdır…” ifadesi, bu anlayışın en çıplak ifadesidir ve tarih henüz 2011’dir!

Kürtaj: Kadın bedenine fiili müdahale

2011-2015 yılları AKP’nin “aile bütünlüğü”ne ve “güçlü aile”ye yaptığı vurguların ön plana çıkmasına paralel toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda elde edilen kazanımların geri alınmaya başlandı, kadın bedenine yönelik doğrudan müdahaleler içeren söylem ve politikaların yaygınlaştığı yıllar oldu. O zaman Başbakan olan Tayyip Erdoğan, AKP Kadın Kolları Kongresi’nde “Her kürtaj bir Uludere’dir” dedi. Kürtajın Türk milletini dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu yumurtladı. 2012’deki Uluslararası Parlamenterler Konferansı’nda kürtaja yönelik düşmanlığını, “Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Buna kimsenin müsaade etme hakkı olmamalı” sözleriyle dile getirdi.

1 Mayıs 2013’te kürtajı bir sağlık hizmeti olmaktan çıkaran AKP iktidarı, tepkiler üzerine tekrar Sağlık Uygulama Tebliği’ne ekledi. Ancak AKP Lideri Tayyip Erdoğan’ın, “3 çocuk çağrı”sının ardından kürtajı bir cinayet olarak gören ve yine aynı dönemde sezaryen karşıtı açıklamalar etrafında şekillenen kadın düşmanı politikalarla kadınların kürtaj ve sezaryen gibi sağlık hizmetlerine ulaşımı zorlaştırıldı hatta kürtaj fiilen yasaklandı.

Bu saldırı dalgası boşanmaları zorlaştıran uygulamalarla devam etti.

AKP 14 Ocak 2016’da Meclis’te “Boşanma Komisyonu” oluşturdu. Aile kurumunun güçlendirilmesi için oluşturulan bu komisyon boşanma davalarında arabuluculuk ve uzlaşma uygulanması, boşanmanın zorlaştırılması, kadının nafaka hakkının süreye bağlanması, kadının mal rejiminden kaynaklı yüzde 50 payının verilmek istenmemesi, aileye yönelik psikolojik rehberlik ve danışmanlık hizmetinin dini temele oturtulmak istenmesi gibi bir dizi adım attı. Bu adımların çoğu yasalaşmasa da fiiliyatta uygulanmaya başlandı.

Çocuk istismarı konusunda alçakça adımlar

AKP 2016’dan başlayarak kadınlar ve çocuklar üzerindeki saldırganlığını yoğunlaştırdı. Ortalık, “ince mühendislik” sonucu oluşturulan raporlar, birbiri ardı sıra kurulan komisyonlardan geçilmez oldu. “Kız çocukları 6-9 yaş arasında evlendirilebilir” fetvaları havalarda uçuşurken, çocuk gelinlerin sayısı net olarak bilinmezken* AKP 12 yaş öncesi ve sonrasında farklı cezalar uygulanması hesabıyla bir kanun teklifi verdi.

TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşülen kanun tasarısı, çocuğa yönelik cinsel istismarın cezalandırılmasında ilk kez 12 yaş öncesi ve sonrasının birbirinden ayrı değerlendirilmesini öngördü. Zira Anayasa Mahkemesi o dönem çok tartışılan bir karar vererek Bafra’da bir Ağır Ceza Mahkemesi’nin başvurusu üzerine “15 yaşını tamamlamamış her çocuğa karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranışın cinsel istismar sayılacağına” ilişkin hükmü iptal etmişti.

Rıza yaşının 15’ten 12’ye indirilmesi anlamına gelen bu tasarı 12-15 yaşlarındaki çocuklara yönelik istismarda rıza olabileceği yönündeki görüşün zeminini oluşturma amaçlıydı ve çocuk haklarında ciddi bir geriye gidişi ifade ediyordu.

Sonra ne mi oldu?

Cinsel istismarın ‘rızaya’ dayalı olabileceğinin öne sürülmesi çocuğun istismarcısıyla evlendirilmesi ve 5 yıl ‘sorunsuz’ bir evlilik sürmesi halinde tacizcinin/istismarcının denetimli serbestlikten yararlanabilmesi anlamına geliyordu; çocuğun ömür boyu tecavüze uğramasıyla sonuçlanacak bu süreçler AKP eliyle özenle biçimlendirildi. Basına yansımayan binlercesi de bir yana, 6 yaşında evlendirilen ve yıllarca cinsel istismara uğrayan H.K.G’nin ibretlik öyküsünü hepimiz hatırlıyoruz.** Çocuk istismarına af getirmek için döne döne yeni yollar ve argümanlar aradılar fakat toplumun tepkisi büyük olunca bu amaçlarından vazgeçmemekle birlikte -şimdilik- geri adım attılar.

Tacizci ve tecavüzcüsüyle uzlaştırmak, zaten hiçbir zaman kolay olmayan ve yıllara yayılarak kadınların hayatını zindana çeviren boşanmayı zorlaştırmak için “çalışmalarına” hız vermeleri de asıl olarak bu döneme rastlar.

“Arabuluculuk ve uzlaştırma”, tıpkı diğer saldırgan politikaları gibi hiç vazgeçmedikleri bir amaç durumundadır. Raporlara konu olan ve toplumun nabzını ölçüp ona göre adım atmak için fiilen uygulanan kısıtlama ve ayrımcılık yasal çerçeveye sokulmak istendi. ‘Aile birliği’nin bekası adına -ne yaşıyor olursa olsun- kadınları boşanmadan caydırmak için yeni engeller çıkarılmak istendi. Aile danışmanı olarak ilahiyat mezunları görevlendirildi, ‘zorunlu arabuluculuk’ hayata geçirilmeye çalışıldı.

Şiddete uğrayan kadının hızlı başvuru olanaklarını elinden alan bu maddeye göre kocasıyla barışması için ikna edilmeye çalışılan kadınlar artık can güvenlikleri tehlikeye düştüğünde bile karakollara gidemeyecek -özellikle- büyük kentlerde mahallesinden çıkmayan kadınlar savcılıklara ulaşmaya çalışacaktı!

AKP’nin canını dişine takarak hayata geçirmeye çalıştığı uygulamalardan biri de, ‘aile mahremiyetinin korunması’ bahanesiyle -aile hukukuna ilişkin tüm davalarda- duruşmaların gizli yapılmasıydı. Kadınları ilgilendiren her türlü davada son yıllarda sayıları hayli artmak üzere destekçilerin ve takipçilerin katılımının kadınlar açısından nasıl manevi bir motivasyon kaynağı olduğu biliniyor. Bu madde, kadınları bütün bu destek ve dayanışma gücünden mahrum bırakmayı, onları daha da yalnızlaştırmayı amaçlıyordu.

Kadının nafaka hakkının süreye bağlanması, mal paylaşımında dava açma süresinin kısaltılması, eşin ölümünde kadının payının verilmek istenmemesi… gibi kadına yönelik daha bir dizi saldırı adımı gündeme getirildi elbette.

Bunlardan sonuncusu ise geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı Yılmaz Tunç tarafından dillendirilen “boşanma davalarını nafaka, tazminat ve mal rejiminden ayırarak hızlandırma” ve “aile arabuluculuğu” önerisidir. AKP-MHP blokunun bu önerisi kadınlar lehine hukuki bir “reform” değil ataerkil düzenin sürekliliğini güvence altına almaya dönük yeni bir hamlesidir. “Boşanmayı bir an önce kesinleştirelim” söylemi, erkeğin ekonomik sorumluluklarını ertelemenin ve kadınları uzun bir hukuki maratona sürüklemenin örtülü ifadesidir.

Kadın düşmanlığı, şiddet ve kadın cinayetleri

Devlet, aile içinde erkek üzerinden hükmünü yürütmek için elinden geleni yapıyor. Erkeği, devletin evdeki egemen eli olarak kullanmayı sürdürmeye çalışırken, bireysel gibi gösterilmek istenen erkek şiddeti tam da bu egemenliğin toplumsal bir aracı olarak biçimleniyor. Kadına yönelik erkek şiddeti tüm bu gelişmelerin toplamı ile sıkı sıkıya bağlı olduğu için devlet şiddeti ile özdeştir.

Türkiye’de her 1,5 dakikada bir bir kadın şiddete uğruyor.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin besleyip büyüttüğü, cezasızlık politikasıyla cesaretlendirilen erkeklerin işledikleri kadın cinayetlerindeki tüyler ürpertici artışın adını koymakla birlikte gerçek rakamlara ulaşmak hem erkek devletin uyguladığı karartma hem de kayıt altına dahi alınmayan cinayetler nedeniyle hiçbir zaman tam olarak bilinemiyor.

Kadın düşmanlığı sürdükçe ve iktidarın tepesindekiler aile temelli söylemlerle hayatları hakkında karar veren kadınları hedefe çaktıkça tırmanarak devam ediyor. Gün gün, ay ay, yıl yıl birikiyor kadın ölümleri istatistiki olarak…

Devasa boyutlara ulaşan bu tabloyu akılda tutmamız ve bunların gerçeğin sadece bir kısmı olduğunu unutmamamız gerekiyor: 2023’te Türkiye’de 315 kadın cinayeti işlendi, 248 şüpheli ölüm yaşandı***. 2024’te ise kadın cinayeti sayısı 394 ve şüpheli ölüm 258 -ki bu, veri tutulmaya başlandığından beri en yüksek sayı.

Mücadele geliştikçe sınıfsal egemenlik ile erkek egemenliği arasındaki bağlar daha fazla görünür hale geliyor. Hayatın her alanında “rıza” ve sessizlik giderek bozuluyor.

Toplumsal dönüşümün baş döndürücü seyri dünya ölçeğindedir. Türkiye’de buna bir de ataerkinin en saf ifadesi olan din ve siyasal iktidarın çözüleni toparlamak için geliştirdiği söylemler, hayata geçirilen politikalar ekleniyor. Faşizmin dinle sentezlenen biçiminde kadının yeri sürekli hatırlatılır, yere çakılan ataerkinin elinden tutularak kalkması için sistematik bir ajitasyon ve propaganda yürütülür. Bu propaganda devasa iktidar aygıtları ve onun “sivil toplumu” üzerinden yapılıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği talebinin her vesileyle yere çalındığı, cezasızlığın rutin hale geldiği, klasik çekirdek aile formunun çözüldüğü, boşanmaların geometrik olarak arttığı, bütün “teşviklere” rağmen evliliklerin azaldığı, doğurganlık eğrisinin AKP iktidarını dehşete düşürdüğü ortamda sınıfsal olarak kapitalizmin de erkeğin sarsılan iktidarı için de çanlar çalmaya başlar!

Çığlaşan cinsel taciz ve çocuk istismarı 

Kadın ve çocuklara yönelik cinsel taciz ve istismar AKP’nin politikaları nedeniyle her yıl artarak sürdü. 2004’te 4 bin 117 olan dava sayısı 2009’da üçe, 2019’da ise sekize katlanarak 32 bin 860’a yükseldi. Çocuklara yönelik cinsel istismar, 2023’te 66 bin 138 soruşturma dosyasına ulaştı; 15 bini karara bağlanabildi, bu davalarda 7 bin 88 kişi mahkum oldu, beraat edenlerin sayısı ise 6 bin 211!

2024’te savcılığa yapılan müracaatlar 31 bin 592’ydi; bunlardan 15 bin 227 dosya karara bağlanıyor, 17 bin sanık yargılanıyor, yalnızca 6 bin 905 kişi mahkum oluyor.

2015 yılıyla kıyaslandığında ise çocuklara yönelik cinsel istismarda yüzde 84 oranında, dava sayısında ise yüzde 47 artış var.

Cinsel suçların yüzde 46’sı çocuklara karşı işleniyor. Kadının ve çocuğun nesne, esas olarak da haz nesnesi olarak kodlandığı bu topraklarda “çocuk gelin”ler de yadırganmıyor, çocuk tecavüzlerinin sadece yüzde 5’inin ortaya çıkması da…

Çocuklara yönelik istismar, cinsel istismar ve şiddetin yüzde 80’i aileden biri tarafından gerçekleştiriliyor. Ne var ki, ensest vakalarının ancak binde 1’i ortaya çıkıyor. Üstelik istismarcıların yüzde 9’u çocukla aynı evde yaşıyor ve kolay kolay ortaya çıkmıyor bu ahlaki çürüme. Çocuk çaresiz, yetişkinler “aileyi korumak” adına pisliği örtmekle meşgul. “Kol kırılır yen içinde kalır” özdeyişi de bu toplumsal dokunun ürettiği ve sonuna kadar sahiplenilen bir “gizlemek gerekir”, “aile içinde kalmalı, dışarıya sızmamalı” düsturu. Bazen yaşam boyu ortaya çıkmayan, hele hele davaya hiç dönüşmeyen bütün cinsel taciz, istismar ve ensest suçları işte bu “ağzımızın tadı kaçmasın” uyumculuğu yüzünden. Kadınların, çocukların hayatı da nefes alınıp verilen evler de cehenneme dönüyor.

Kadın istihdamı diplerde…

AKP’nin kadın istihdamına yönelik politikaları ucuz işgücünün sağlanmasıyla kadını ev ve aileden sorumlu gören cinsiyetçi işbölümünün derinleştirilmesiyle karakterize oldu. Esnek çalışma sistemi, kayıt dışı parça başı işler, düşük ücret politikası, cinsiyet eşitsizliğinin tavan yapmasıyla çocuk ve yaşlı bakımının kadınların hayatını teslim alması AKP’nin kadın düşmanı politikalarının somutlandığı göstergeler oldu. AKP kadını aileye hapseden bir strateji izledi.

DİSK-AR’ın 2020 verilerine göre genç kadın işsizliği bir önceki yıla göre yüzde 27.2’den yüzde 32.9’a çıkarken ne eğitimde ne iş yaşamında olan genç kadınların oranı ise yüzde 37 oldu. Bu oran yıllar içinde giderek arttı.

TÜİK tarafından açıklanan dört ayrı işsizlik türünde de kadın işsizliği erkek işsizliğinden daima yüksek seyrediyor. Mart 2025’te mevsim etkisinden arındırılmış dar tanımlı işsizlik oranı erkeklerde yüzde 6,5 iken kadınlarda yüzde 10,6 olarak gerçekleşti. Geniş tanımlı işsizlik (âtıl işgücü) erkeklerde yüzde 23,1 kadınlarda ise yüzde 38,2 olarak hesaplandı.

Kadınların “ev işleriyle meşgul olduğu” gerekçesiyle Türkiye’de işgücüne dâhil olamayan kadın sayısı, 2025’in ilk çeyreğinde 6 milyonu aştı. Bu rakam, işgücüne dâhil olamayan erkeklerin 2,2 katı. İstihdama dahil olabilen kadınlar da zaten ancak esnek ve kısa süreli işlerde iş bulabiliyor. Bir süre önce AKP blokunun gündeme getirdiği “yarı zamanlı çalışma”yla zaten yerlerde sürünen kadın istihdamı daha diplere doğru yol alacak; evdeki bakım yükü hafiflemek şurada dursun, aksine işteki süre azaldıkça ev içi sorumluluklar daha da artacak. Kadınların sırtına yüklenen bu katmerli yük onların fiziksel, duygusal ve ekonomik olarak daha fazla tükenmelerine yol açacak.

LGBTİ+lar hedeftedir

AKP, iktidarının ilk yıllarında daha özenli ve “ılımlı” bir yaklaşım sergilediği LGBTİ+larla ilgili özellikle 2015’ten itibaren tam tersi bir yönelim içine girdi. Eşcinselliği hastalık olarak tanımlayan söylemler eşliğinde LGBT+ları hedef haline getiren politika ve uygulamalar trans kadınların IŞİD’vari yöntemlerle katledilmesine, şiddete uğramalarına alan açtı.

LGBTİ+ların her yıl düzenlediği Onur Yürüyüşü yasaklandı, cinsel yönelimi nedeniyle şiddet görenlerin oranı arttı ve toplumdan dışlanmalarına yol açan ayrımcı uygulamalar yaygınlaştırıldı.

Eşcinselliğin sapkınlık olarak nitelendirilmesi AKP’nin politikalarından biri haline geldi.

Türkiye’de de 24 Nisan 2020’de Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş tarafından okunan Cuma Hutbesi eşcinsellik ve “zina” konularını pandemiyle ilişkilendiriyordu. Öte yandan eşcinsellik -hastalık (yayma) ilişkisi sadece LGBTİ+fobik bağlamda değil, aynı zamanda kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak tanınan Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni itibarsızlaştırmak için de kullanıldı.

İstanbul Sözleşmesi “serüveni”

Son yıllarda kadın mücadelesinin ana gündemlerinden biri olan İstanbul Sözleşmesi, yürürlüğe girişiyle de faşist gerici argümanlarla altının oyulmaya çalışılıp iptal edilmesiyle de. Bu süreçlerin seyri, kadın hareketinin ivmesi hiç düşmeyen mücadelesiyle hafızalara kazınmıştır.

Kadın hareketi -özellikle ilk dönemlerde-, kadına yönelik şiddet ve cinayetler karşısında gelişen ve toplumsal bir nitelik kazanan toplumsal tepkinin, özelde de kadın öfkesinin alanlara taşınmasına öncülük etti. Ne var ki, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali ya da 2011’den başlayarak iktidarın kadın düşmanı politikalarını daha açıktan ifade edip belirli bir stratejiyle hareket etmesi karşısında tekrara düşüp daraldığı da vakıadır.

İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılmıştır, “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinmesi bu nedenledir. Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayan ve onaylayan ülkedir. Türkiye tam 10 yıl sonra, 20 Mart 2021’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkan iki cümleyle sözleşmeden çekildi. Gerekçesi ise yine onun ağzından şöyle açıklandı: “Toplumsal ve ailevi değerlerle bağdaşmayan, eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir!”

İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadele konusunda kapsamlı hükümler içermekteydi ve Türkiye’de kadına karşı şiddetle mücadele konusunda yasal bir dayanak oluşturuyordu.

Birdenbire yok hükmünde sayılıp Sözleşme’nin iptali de sistemin o kesitteki ihtiyaçlarının girilmesi gereken yolu işaret etmesi üzerinedir. Hatırlayalım o günleri, gericilik dört koldan harekete geçmiş, kendisini Aile Akademisi olarak adlandıran bir “inisiyatif” üzerinden “10 maddede İstanbul Sözleşmesi neden iptal edilmeli?” başlıklı bir metin yayınlamıştı: “Metin (İstanbul Sözleşmesi -nba) bu haliyle bir toplumu ayakta tutan kültürel değerlerin belirlediği toplumsal rol beklentisini değersizleştiren, küçük bir grubun değerden arınık rol beklentisini temel değer haline getiren yeni bir emperyalizm türüdür.”

“Toplumsal rol beklentisini değersizleştiren…” deniyor; bütün kaygıları toplumsal cinsiyet eşitliğine doğru gidecek bir akışı durdurabilmek, kadın ile erkeğe yapışmış rollerin ne olursa olsun aşındırılmasının önüne geçmekti, kuşkusuz hala bu çabadalar.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelinde körüklenen tüm şiddet biçimleri gıdasını sömürü sisteminin ihtiyaçları ve onun siyasal bekçisi olan erkek-devletin politika ve uygulamalarından alır. Dünya-tarihsel gelişmeleri ve toplumun büyük bir hızla dönüşüyor olmasının sonucu olarak daha önceki geleneksel aile ve toplumsal ilişkilerin farklılaşmasının yarattığı ürküntü, bu zeminin kayıp gitmesinin telaşıdır.

Sözleşmeden çıkıldıktan sonra kadınların dayandıkları hukuki ve moral dayanak zayıflamış olsa da ellerinden çekilip alınanı tekrar kazanmak için yapmaları gereken çok şey olduğunun daha fazla ayırdına vardılar ve hareketi daha geniş temellerde örgütlemeye, her kadına ulaşma çabasına hız verdiler.

Peki neydi İstanbul Sözleşmesi, daha tam adıyla “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”? Sözleşme, kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması konusunda bağlayıcı hükümler getiriyor, devlete sorumluluk yüklüyordu.

Kadına yönelik şiddetle mücadeleyi kurumsal bir mekanizmaya bağlıyor, kadına yönelik şiddetin uluslararası düzeyde izlenmesi ve taraf devletlerin yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin denetlenmesi amacıyla GREVIO adlı bir yapılanmayı içeriyordu. Kimilerinin abarttığı ölçüde bir barikat değildi gerçi ama politik ve manevi bir dayanak noktasıydı.

Elbette bütün bunların hayata geçirilmesi için buna yanıt veren politikaların tesisi gerekliydi. İstanbul Sözleşmesi imzalandıktan sonra kadınların hayatı kuşkusuz güllük gülistanlık olmadı fakat hem bedeller ödeyerek dişle tırnakla kazanıldığı için kadınlar açısından büyük bir moral-manevi dayanaktı hem de cinsiyet temelli tüm şiddet biçimlerine karşı devlete görev yüklüyordu.

İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken de kadınlar her gün öldürülüyordu; tacize ve tecavüze uğruyor, üretimden dışlanıyor, hayatın her alanında eşitsizlik yaşıyorlardı. Çünkü temelinde toplumun en ücra köşelerine kadar sindirilmiş ve sistem tarafından süreklileşmiş biçimde yeniden üretilen toplumsal cinsiyet eşitsizliği hükmünü yürütmeye devam ediyordu.

İstanbul Sözleşmesi, çıkışını her ne kadar kadına yönelik şiddetin yaygınlığından, kadın erkek eşitsizliğinden alsa da sadece şiddete uğrayan, tecavüze maruz kalan kadınlara değil, cinsel kimlikleri (LGBTİ+’lar) ya da etnik farklılıkları nedeniyle ayrımcılıkla karşılaşan ve saldırıların hedefi olan toplumsal kesimlerin korunması için devlete uluslararası bağlayıcılığı olan görevlerini hatırlatıyordu.

Bu sözleşmeye dayanarak yapılan 6284 sayılı Kanun da aynı amaçları güdüyor. Ne var ki, faşist iktidar bloku, kadına yönelik şiddete karşı sınırlı da olsa bir güvence anlamına gelen 6284 sayılı Kanunun kağıt üzerinde bile kalmasına tahammül etmeyeceklerini her fırsatta gösteriyor.

Bu yüzden erkek egemen devletin ve gericilerin hedefinde şimdi o var: Yasa, şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenliyor.

AKP iktidarının -neredeyse çeyrek asır boyunca- dozunu giderek artırdığı kadın düşmanı politikalar ve ailenin ayakta tutulması için sergilediği canhıraş “pratik” kadınlar ve çocuklar, ayrımcılığa uğrayan ve yok sayılan kesimler açısından ağır bedeller ödenmesiyle somutlandı. AKP, bir yandan emniyet ve yargı kurumlarını kadına yönelik suçlar karşısında işlevsizleştirme politikaları uygularken öte yandan kazanılmış haklarını adım adım gasp eden, yasalar önünde eşitliği dahi fiilen ortadan kaldıran yeni baskı ve sömürü yasalarını yürürlüğe sokmanın hazırlığı içinde.

Kadın pasifize edildiğinde sistemin temeli ve erkek egemenliğinin tarihsel varlık nedeni olan özel mülkiyetin aileden başlayarak toplumun her alanında etkin olan gücüyle, gerçek eşitsizliğin maddi zemini korunur, devamı sağlanır. Devletin bekası “aile”nin bekasına bağlıdır. AKP’nin bütün endişesi klasik aile formunun iplik iplik çözülüyor olmasıdır.**** Kadınlardan, kadın hareketinden yayılan pes etmeyen direniş ruhu işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde “onlar boyun eğmiyor” şeklinde bir esin ve mücadele kaynağı durumundaysa, yorulmak bilmeyen kadın dinamiğinin varlığı ve eylemi faşist rejim bloku ne yaparsa yapsın gerileyeceğe benzemiyor.

Ne yapmalıyız, ne yapacağız?

AKP’nin kadın düşmanı politikaları, kapitalizmin ve faşizmin ihtiyaçlarına göre biçimlenmiştir. Kadınların özgürleşmesi yalnızca yasal reformlarla değil işçi sınıfı ve emekçilerin, kadın hareketinin ve ezilenlerin ortak mücadelesiyle mümkündür. İşçi grevlerinden kadın meclislerine, LGBTİ+ direnişlerinden Kürt özgürlük hareketine uzanan bir cephede, erkek-devlet şiddetine karşı savaşımın daha örgütlü bir şekilde yürütülmesi şarttır.

Kadınların özgürleşme mücadelesi yalnızca “kadın-erkek eşitliği” talebiyle sınırlı kalamaz; mücadele, ataerkil kapitalizmin kadınları köleleştiren bütün politikalarına karşı sınıfsal, anti-faşist ve anti-kapitalist bir perspektifle bütünleşik yürütülmelidir.

Örgütlü mücadelenin işyerlerine, mahallelere, yaşam alanlarına taşınması ve yakıcı taleplerle derinleştirilmesi işin bir yanıyken bu kadim sorunun diğer toplumsal sorunlarla daha güçlü bir ilişki içinde ele alınması zorunluluğu da diğer yanını oluşturuyor.

Kadınların kadın olmaktan kaynaklanan hiçbir sorunlarının ıskalanmaması, bunların işçi sınıfı mücadelesinin merkezine yerleştirilmesini başa yazan bir savaşım hattının sendikalarda kurulacak kadın komiteleri, mahalle komiteleri ve kadın meclisleri daha gelişkin bir  örgütlülüğe dönüştürülmesi elzemdir. Kadın mücadelesinin daha ileri taşınması ihtiyacı da asıl olarak buradan yürünerek ete kemiğe büründürülecektir.

(*) 20-24 yaş arası kadınların yüzde 14,7’si 18 yaşından önce, yüzde 2’si 15 yaşından önce evlenmiştir. Türkiye’de şu anda 18-45 yaş arasındaki her 5 kadından 1’i çocuk yaşta evlendi. Çocuk yaşta evlenen her 3 kadından 1’i çocuk yaşta anne olurken, çocuk yaşta evlenen kadınların yarısı ise fiziksel şiddete maruz kaldı.

(**) Dava sürecinde ortaya çıktığı üzere İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H.K.G, 6 yaşından itibaren bir cemaat mensubu ve aynı zamanda komşuları olan bir yetişkin erkek tarafından cinsel istismara uğramış, 13 yaşında bu kişiyle nişanlanıp 14 yaşında evlendirilmiş, 17 yaşında anne olmuş, 18 yaşında ise resmi nikahı kıyılmıştı.

(***) Şüpheli kadın ölümleri denilen cinayetlerin çoğu kadınların yüksek bir yerden düşmeleri sonucunda meydana geliyor; ya ayakları kayıyor ya dengelerini kaybediyorlar ya da yükseklik korkuları var! “İntihar etti” söylemi erkek egemen sistemin en sık sarıldığı gerçeği karartma gerekçesi. Sözgelimi, Şule Çet’in 29 Mayıs 2018 tarihinde Ankara’da lüks bir plazanın 20. katından atlayarak intihar ettiği iddia edilmişti. Davanın ilerleyen aşamalarında Şule Çet’in tecavüz edildikten sonra binadan atıldığı ortaya çıktı.

“Faili meçhul” süsü verme örnekleri de bu kategoridedir. Boşanma aşamasındaki eşi Ayşe Çelik’i katleden Engin Çelik, cinayete “faili meçhul” süsü vermek için cesedi aracının bagajına koymuş Sultangazi’ye doğru giderken polis çevirmesine yakalanmıştı. Eğer yakalanmış olmasaydı Ayşe Çelik’in ölümü de “şüpheli” kategorisine sokulacaktı.

(****) 2014’te çekirdek ailelerin yüzde 67,8’i iki ebeveynli çocuklu ailelerden oluşurken, bu oran 2024’te yüzde 60,7’ye geriledi. Aynı dönemde tek ebeveynli ailelerin oranı yüzde 11,3’ten yüzde 17,2’ye yükseldi.

‘Anne-baba-çocuk’ tipi çekirdek aile artık baskın değil; bu oran 2014’te yüzde 45 iken 2024’te yüzde 38’e geriledi.

Devrimci Proletarya