/Aşağıdaki makale, Haziran (Gezi) İsyanı’nın henüz ilk haftasını dahi doldurmadığı ilk günlerden (2 Haziran 2013) başlayarak 5 ve 6 Haziran 2013 tarihlerinde devam eden bir yazı dizisinin ilk bölümüdür. Öncelikli olarak harekete bir yön kazandırma amacını gütmenin yanı sıra devrimci politika anlayışı ve tarzı bakımından çıkarılması gereken derslere de odaklanan bu çözümleme çabaları sonrasında da sürmüştür.
Türkiye tarihinde daha önce benzeri görülmedik boyutlar kazanarak aylarca süren bu büyük halk hareketinin 5. yıldönümünü yaşadığımız şu günlerde, hem bellek tazelemek hem de sürecin daha sonraki gelişiminin gösterdiği somut sonuçlar ışığında kendimizi bir kez daha gözden geçirmemize vesile olması amacıyla bu yazıları tekrar yayınlıyoruz./
Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde yeni bir sayfa açıldı.
31 Mayıs‘tan bu yana kelimenin tam anlamıyla tarihsel günler yaşıyoruz. Sayıları her geçen gün ve saat katlanarak büyüyen yüzbinlerce insan günlerdir çok sayıda kentin meydanlarında polisle göğüs göğüse militan çatışmalara giriyor. Faşist devlet terörünün bütün azgınlığına karşın dağılmıyor, gerilemiyor, pes etmiyorlar. Sergiledikleri kararlılık ve gözüpeklikle tam tersine onlar devleti ‘yoruyor‘, dengesini bozuyor, geri çekilmek mecburiyetinde bırakıyorlar.
İsyanın fitilinin ateşlendiği Taksim başta olmak üzere Ankara‘nın Kızılay‘ı, İzmir‘in Konak‘ı gibi onlarca yıldır kitle gösterilerine kapalı ve yasak olan alanlar özgürleştirilmiş durumda.
Çatışmaların, büyük kentlerin merkezlerini oluşturan alanlar odağında cereyan etmesi, kentlerde gelişen toplumsal hareketlerin karakterinden kaynaklı doğal bir sonuç olarak görülemez sadece. Bunun daha farklı bir nedeni, başka bir ifadeyle, ‘dönemin ruhu‘ ndan kaynaklanan ve onu yansıtan bir anlamı var.
Yoksa, kentlerde başgösteren toplumsal öfke patlaması olarak bu çatışmalar, düzeni ve zulmü simgeleyen kışla, cezaevi, valilik, polis merkezi veya düzen partilerine ait binalar vb. gibi illa merkezde olması gerekmeyen farklı bir simgesel yapı ya da kurumun etrafında patlak verip oradan da gelişebilirdi. Ya da 1995’teki Büyük Gazi Direnişi‘nde olduğu gibi yine merkezin dışında ve uzağında patlak veren lokal bir karakter taşıyabilirdi.
Ama dediğimiz gibi, İstanbul’da Taksim, Ankara’da Kızılay, İzmir’de Konak meydanı ekseninde gelişiyor bütün çatışmalar. Bunlardan Taksim bir dereceye kadar anlaşılabilir. Çünkü bu isyan dalgasının fitili zaten orada, Gezi Parkı‘nın AVM’leştirilmek istenmesi üzerine ateşlendi. İyi ama, Ankara’da Kızılay, İzmir’de Konak meydanlarının özgürleştirilmesi neden bu kadar kolay benimsenen hedefler haline geldi?..
Bu sorunun yanıtı, bu isyan dalgasını doğuran nedende gizli.
Hiç ummadıkları bir öfke patlamasıyla karşı karşıya kalmış olmanın şaşkınlık ve giderek büyüyen paniği içindeki AKP sözcüleri ile sermayeye ve iktidara yalakalık ruhlarına sinmiş kimi alçaklara bakacak olursanız, direnişin bu kadar büyüyüp inatçılaşması, tamamen “polisin uyguladığı ölçüsüz şiddetin sonucu”. Bu tezin sahiplerine göre, “Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini engellemeye çalışan küçük bir gruba polis eğer o kadar sert davranmasaydı bu iş bu kadar büyümez, tepkiler de yatışır giderdi”.
Gösterilere katılan çevreler içinde de geniş bir kesimin paylaştığı bir başka tez ise, gelişmeleri daha çok son döneme özgü konjonktürel bazı gelişme ve nedenlerle açıklama eğiliminde. Onlara göre, bu öfke patlamasının gerisinde, AKP kadrolarının, en başta da Tayyip Erdoğan‘ın küstah ve kibirli tutumlarına duyulan kızgınlık yanında farklı kesimlerin hükümetin farklı konulardaki politika ve uygulamalarına duydukları tepkiler yatıyor.
Bu tepkiler arasında, hükümetin Suriye konusunda izlediği mezhepçi politikadan dolayı zaten gergin ve huzursuz olan Alevilerin İstanbul’a yapılacak üçüncü köprüye tarihteki en büyük Alevi katliamlarından birini gerçekleştirmiş olan Yavuz Sultan Selim‘in adının verilmesine duydukları kızgınlık ile kentli laik kesimler ve orta sınıfların yaşam tarzlarına giderek daha fazla ve daha hoyratça müdahale edilmesinden duydukları huzursuzluğun altı özellikle çiziliyor.
Bunlar elbetteki son patlamanın gerisinde yatan önemli etkenler arasında. Harekete geçen kesimlerin bileşiminden tutalım dalganın bu denli hızlı yayılışına dek, isyanın gelişiminde bu etkenlerin rolünü çıplak gözle bile görebilmek mümkün. Fakat her şey sadece Tayyip Erdoğan’ın kibri ve küstahlığıyla AKP’nin son aylarda giderek daha fazla tepki uyandıran kimi karar ve politikalara indirgenebilir mi?..
Bu, aslında, bunların da temelinde yatan asıl belirleyici etkeni gözden kaçırmakla kalmayıp perdeleyen bir yaklaşım anlamına gelir.
Tıpkı 1. Dünya Savaşı’nın ‘çıkışını‘ tetikleyen olay gibi görünürde Avusturya Prensi’ne suikast olayı gibi Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmek istenmesi üzerine patlak vermiş görünen bu isyanın gerisinde neoliberal kapitalizmin açgözlülüğüne ve saldırganlığına duyulan tepki birikimi yatıyor gerçekte.
Bu, ne salt AKP dönemine özgü ne de salt AKP’nin son dönem icraatlarına duyulan tepkiyle sınırlı… Olayın görünürdeki nedenini oluşturan Gezi Parkı’ndaki ağaç katliamının gerisinde de bu gerçek yatıyor. Sağlık, eğitim, barınma gibi en temel insani ihtiyaçları dahi metalaştırmakla kalmayıp kentleri, köyleri, ormanları, dereleri yağma ve talan alanları haline getiren sınır ve ölçü tanımaz bir kar açgözlülüğünün yarattığı tiksinti yatıyor. Çerçevesini “sosyal demokrat” Kemal Derviş‘in çizdiği IMF-Dünya Bankası politikalarını köpeksi bir sadakatle uygulamakla kalmayıp sürekli güncelleyerek derinleştiren AKP’ye ve onun başındaki Recep Tayyip Erdoğan’a duyulan tepkinin gerisinde de bu etken var.
Ya da farklı bir söylemle ifade edecek olursak, Tayyip Erdoğan şahsında cisimleşen küstahlık, kibir ve saldırganlık, neoliberal kapitalizmin doğasından kaynaklanan özellikler. Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti, onun bütün ülkeyi AVM’leştirip HES ve nükleer santrallerle “donatma” hevesinden tutalım Suriye ve Ortadoğu’da izlediği emperyalizmin maşası saldırgan mezhepçi politikalara kadar, değişik kesimlerde farklı neden ve yoğunluklarda öfke birikimine yol açan her şey aslında birer ‘sonuç‘.
Dolayısıyla, çatışmaların kentlerin “kalbi” olarak bilinen simgesel-tarihsel anlam ve öneme sahip meydanlar eksenli gelişimi de tesadüf değil. Neoliberal saldırgan açgözlülük, buraları da rant alanları olarak gördüğü ve değerlendirmek istediği için, işçileri, emekçileri, kent yoksullarını, muhalifleri bu merkezlerden olabildiğince uzağa sürme isteği ve çabası içinde. “Kentsel dönüşüm” yağması, burjuvazi için sadece yeni ve karlı bir rant alanı değil. Toplumsal-politik anlamda da kentleri bütünüyle denetim altına alıp yalnızca parası olanlar için yaşanılabilir mekanlar haline dönüştürmeyi hedefleyen bir toplumsal mühendislik ve rejim yapılanmasının konusu. İslamcı neoliberal AKP’nin, kapitalizmin tapınakları olarak AVM’lerle İslamın simgesi camileri aynı anda gözün görebildiği her yere inşa etme hırsı ve pervasızlığının gerisinde ve kesişme noktasında bu gerçeklik yatıyor.
Neoliberal kapitalizmin açgözlü saldırganlığına duyulan tepkilerin kentlerin tarihsel meydanlarını ele geçirme hedefinde birleşmesi ve bu temelde gelişmesinin gerisinde de bu etken var. Meydanlar, bu yüzden, burjuvaziyle onun açgözlülüğüne sömürü, talan ve baskılarına karşı biriken tepkilerin kesiştiği ve karşılıklı çatıştıkları alanlar özelliğini kazanıyorlar.
Bu gerçekliği sadece son bir haftanın Türkiye özgülünde değil Yunanistan’dan İspanya’ya, Tahrir’den Wall Street’e kadar uzanan geniş bir yelpazede son yılların yeni toplumsal muhalefet eylemlerinin gelişim seyrinde de görebiliriz.
Türkiye tarihinde yeni bir sayfanın açılışı anlamına gelen isyan dalgasını doğuran temel etkenin doğru kavranması, hareketin bundan sonraki seyrine hangi doğrultuda nasıl bir yön verilmesi gerektiği sorusuna daha tam ve doğru bir yanıt verilebilmesi açısından da tayin edici.
Yunanistan başta olmak üzere yukarda andığımız son yılların benzer bütün toplumsal isyanlarında olduğu gibi Türkiye’deki Taksim İsyanı’nın da, bir yönüyle ona güç kazandıran ama bir yönüyle de onun stratejik zayıflığını oluşturan nokta, hareketin belirli bir programdan, somut stratejik bir hedef ve yönelimden yoksunluğu oluşturuyor.
Bu boşluk giderilmediği, canlılığını halen koruyan direnişlere daha üst düzeyde merkezi bir biçim ve bunu da kazandıracak olan tanımlanmış somut hedefler kazandırılmadığı sürece, günlerdir gaz sağanakları altında yiğitçe direnen kitlelerin yorulması ve hareketin bir biçimde sönümlenip geriye çekilmesi de kaçınılmaz.
Bu zaafiyetin nasıl giderilebileceği sorusuna doğru yanıt verilebilmesi ise, her şeyden önce bu isyanı doğuran dinamiklerin doğru kavranmasına bağlı.Tarihsel bakımdan isabetli ve ön açıcı bir öncülüğün bu hayati sorumluluğunu yerine getirebilmek için, elbette sadece hareketi doğuran nedenlerin doğru çözümlenmesiyle de yetinilemez. Bu çözümlemenin, aynı zamanda hareketin ruhuna uygun, onun asgari ölçülerde de olsa ortak çizgi ve beklentilerini yansıtacak bir gelecek perspektifiyle de birleştirilmesi şart.
Zaten, bu isyanın temelinde yatan asıl tayin edici etkenin doğru tanımlanması da bu yüzden önemli.
Eğer siz, İstanbul’dan başlayıp Ankara ve İzmir dışında Eskişehir’inden Hatay’ına, Sivas’ından Diyarbakır’ına kadar Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın birçok iline, çarpıcı bir kitlesellikle hızla yayılan bu isyan dalgasını tutup da, “Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini engellemeye yönelik çevreci bir tepki” olarak görür ve yorumlarsanız, hareketin sürekliliğini sağlamak gibi bir derdinizin olduğu durumda dahi önereceğiniz talepler ve program, doğanın ve yeşilin korunması sınırlarının ötesine haliyle geçemez.
Yine eğer siz, bu isyan dalgasını doğuran nedeni sadece Tayyip Erdoğan’ın küstah ve kibirli tavırlarıyla AKP’nin kimi son dönem politikalarına yönelik bir öfke sınırları içinde görür ve yorumlarsanız, öne süreceğiniz en ileri talep, AKP karşıtlığının ötesine geçemez (Doğası gereği heterojen bir karakter taşıyan bu isyanın içine sızıp onu kendi doğrultularında kullanma eğiliminde olan ulusalcı faşist güçlerden Kemalist laiklere kadar geniş bir kesimin yaklaşımı ve çabası da zaten bu yöndedir. Dolayısıyla ufku sadece AKP karşıtlığıyla sınırlı bir “devrimcilik” ya da “sosyalistlik”in de, bu çevrelerin değirmenine su taşıyıp niyet ve amaçlarının tümüyle farklı ve halisane olduğu durumlarda dahi onların bayraklarını taşıyan bir konuma düşmekten kaçınması mümkün değildir).
Onun için, bu harekete süreklilik kazandıracak olmakla kalmayıp onun kendine olan güvenini artıracak şekilde somut kazanımlar elde edebilmesi için de gerekli olan bir perspektif ve talepler dizgesi, isyanın temelinde yatan neoliberal kapitalizm karşıtlığını esas alan bir perspektifle örülmelidir.
Bu elbette, oturduğu yerden ahkam kesen “püriten” solculuk-sosyalistlik “iddiaları”nın ruhunu ve görüntüyü kurtarmak için her şeyi içine doldurdukları bir devrim programının inşa edilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Kendiliğinden patlak vermiş olan bu tepki birikiminin temelinde yatan etken kadar onun heterojen bileşiminden henüz olgunlaşmamış ve sindirilmemiş ham yönlerine kadar zaaflarını ve zayıflıklarını da gözönünde tutan devrimci olduğu kadar gerçekçi bir sosyalist yaklaşımla hareket edilmelidir.
Her yeri AVM’leştirme hırsı yanında toplumsal yaşamın her alanını metalaştıran neoliberal açgözlülüğü hedefe çakan talep ve sloganlar mutlaka öne çıkarılmalı, harekete yön ve karakterini bunların vermesi için sabırlı ve inatçı bir çaba sergilenmelidir.
(sürecek)
2 Haziran 2013