Gençlerse gidiyordu, daha da gideceklerdi. Sadece T’den değil, Türkiye’nin dört bir yanından kılıç artıkları, onlardan doğan kuşaklar İstanbul’a ve daha ötesine atıyordu kendilerini. Memleketlerinde daha fazla kalamazlardı, istenmiyorlardı. Daha doğrusu, ancak kolay birer av olarak isteniyorlardı ve avcıların şerrinden kurtulmak için gitmekten başka yol yoktu. İstanbul’da aynı Tanrı’ya inandıkları insanlar geçen zamana direnerek ürke ürke de olsa bir cemaat hayatını sürdürüyordu. Onlar da bir tür esaret altındaydı ama esirlik av ya da yem olmaktan yeğdi. Dikkat çekmemeye çalışarak büyük şehrin kalabalığında kendilerini görünmez kılacak, orayı yurt belleyecek, çoluk çocuğa orada karışıp orada köklenmeyi deneyeceklerdi. Yeni bir darbe tutunmalarını imkansız hale getirene dek sürecekti bu. O zaman da Avrupa’ya, Amerika’ya ve daha da uzaklara gideceklerdi. O kapı daima açıktı, yeter ki burada kalmasınlardı.
O yoldan yürüyenler hep oldu. Gittiler, her daim gittiler. Kendileri olarak kalabilmek, canlarını, varlıklarını, benliklerini koruyabilmek için gittiler ama gariptir, kendilerini ezen cendereden kurtulup dost bildikleri kıyılara vardıklarında üzerine titrediklerini korumak daha zor oldu. Zulümle yok edilmekten kaçtılar, özgürlüğün ve eşitliğin eleğinde elendiler. Eski zamanların şark usulü milletler ve mezhepler ayrımıyla şekillenmiş muhayyileleri batı demokrasisinin insanı yurttaşlıkla destekleyen hümanizmine karşı zırhsızdı. İki kuşak sonra, yaşlıların torunlarıyla konuşacağı ortak dil birkaç kelimeden ibaret kalacaktı.
Gittiler. Kardeşler, kuzenler, analar, babalar, dayılar, yeğenler, dostlar, akrabalar, hepsi gitti. Fırsatını bulan, kapak atacak bir yer ayarlayan, dolarları, markları, frankları denleştirebilen, kağıt işlerini becerebilen gitti. İşçi olarak gittiler, mülteci olarak gittiler, sözde turist olarak gittiler, hep gittiler, kaçak yoldan gittiler, vizeyle gittiler, vizesiz gittiler, hep gittiler. Zamanla bütün aileler, bütün sülaleler biraz orada biraz burada yaşar oldu. Dağıldılar. Amca Amerika’dayken hala Almanya’da, kardeş Fransa’dayken kuzen Belçika’da olabiliyordu. İkinci kuşakta akrabalardan biri Fransızca, biri İspanyolca, öbürü İngilizce, bir başkası Almanca konuşuyordu. Kadim halkın üzerinde güneş batmıyordu ama kökler başka, gövde başka, dallar başka toprakta kalmıştı. Toplu halde dünyaya sığamamışlardı, ulus devletler çağında yeryüzünde onlara uygun yer yoktu. Arkaik, anakronik, tarih dışıydılar. Memleketlerinden kovulmuşlardı, dünyadan da düşmemek için tespih taneleri gibi dağılmaları gerekti.
[Unufak, Rober Koptaş, İletişim Yayıncılık, 2024]